DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Müştehir Karakaya ve ‘Dört Şehir Dört Kapı’ Romanına Değerlendirme / Mustafa IŞIK

           Şiirin az sözle çok anlam ifadesinin yolu olduğu hepimizin malumudur ve yazılması için hiçbir neden yoktur. Söz ustasının terennümü her zaman gönül alıcıdır. Şiir, yaşamayı beceremeyenlerin nefes alışıdır sözü, Üstat Müştehir KARAKAYA ile ezber bozar. O, ayak tırnaklarından saç tellerine kadar şairdir. Söz, gerçek anlamıyla bir ab-ı hayattır, kitaplarında. Şehrin canhıraş uğultusunun da aşinasıdır, köyün taze soluğunun da.  Kalabalıklardan arınmış ab-ı hayat taşır dudaklarımıza, üstat. Bizim mahallemizin, bizim aidiyetlerimizin, bizim renklerimizin derinliği saklıdır onda.

Van’da, şiirin ‘ş’ harfini diline dolandıranların ilk çalacakları kapıdır Müştehir KARAKAYA. Tamara hikâyesini yazdıran Van Gölü’nün hırçın dalgalarında yalpalanan gönüllerin sığınağı emin limandır. Sühan’dan Artos’a selam duran rengârenk manzaralarla örülüdür mısraları. Söyleyecekleri vardır size anlatmaktan nefes nefese kaldığı. Kaf dağının ardından gizemli masallar, İstanbul’a ıslıklarıyla gönül bağlayan vapurlar; Pepuk kuşunun Bend–i Mahi’ye aşka durduğu dizelerle bezeli çocuk sesleri, ay, mehtap, yıldız kümeleri, tebessüm, aşk, dostluk, sevgi, hasret, özlem ve kocama hüzün!

Ne diyordu Descartes: “Şiir, insanı bir ırmağın kıyısına götürür ve yıkar.” Evet, bizi ırmak ırmak gezdirir ve gönlümüzü arındırmaya yarenlik eden bir nehir kıyısını bize bağışlar Müştehir KARAKAYA.   Yaşamak trajik bir gerçekliktir belki de; ama şair trajedinin içinde olduğumuzun farkındadır ve bunu özümser. Duyguludur, bir o kadar da duyarlıdır. Açık, anlaşır bir üslup da bu yolda gönle fethe çıkmanın atıdır şairin.

 

Sonra da ayrılıklara duçar iç içe geçmiş düzinelerce hikâye, öykü, roman…

 

İşte bunlardan biri de, yazarın, İncir Yayıncılık’tan çıkan ‘Dört Şehir Dört Kapı’ adlı son romanıdır.

Yaşanmış bir aşk hikâyesinden hareketle, kahramanların ve şehirlerin isimlerinin sembollerle ifadesi olan bu roman, çağdaş bir aşk masalıdır. Dört şehirde ve dört şehir için açılan dört kapıdan sonra kapanan hüznüdür yazarın… Kederin ve pişmanlıkların arasında hangi şehirden çıkılmışsa, kısa ve anlık beklentilerin içinde o kapı kapanmıştır sonsuza dek. Ama o pes etmemiştir kapılara çalmaya, yolları adımlamaya. Zaten hep ayrılıklara açıktır gönlü şairin. Bu sırrını satır arlarına da gizlemiştir, kahramanlarına da yaşatmıştır.

Şehirlerin ve kapıların isimleri çok da önemli arz etmeden, kaderin ve kederin ördüğü yola düşen ve sonra yol ayrımına gelen bir düş öyküsünü anlatan uzun bir hikâye… modern masallar tadında uzun bir şiir.. bir roman.

 

Yazarın dediği gibi: ‘’ Sahir düşündü de nice yazları sevmemişti, nice baharı teğet geçmişti. Nice hazan yüzünü soldurmuştu. Bir ömür içinde biriktirdiği bu parka, bu saate, bu yüze taşımıştı. Arşın gölgesini yoklayıp beklemişti hem de aşkın en kor halini giyerek… Susuz çöllerin yolcusu olmuştu. Kalabalık kervanlara katılıp atsız ve devesiz yollar aşmış, kuyulara Yusuf niyetine düşmüştü. Bir çıkrık gibi susuz kuyulara sarkmıştı, dilenmişti, susmuştu… Yolunu şaşıran bedevi misali serapa susamıştı.’’

Yaşamın içindeki anı yakalar, o yakaladığı an’ın görüntüsü en net fotoğraf makinelerinin kalitesiyle satırlarına taşımayı başarır. Bize kocaman bir sevda tablosunu hazırlamıştır. Nefes almayı becerebildiğimiz her yerde aşkın en yalın hali, yalnızlık tınısının o ince zırhına sarılarak bizi sarmalamıştır.

Aşkın, hem “hâl”ini hem de “muhal”ini bütünleyen yazar; Hafız’dan, Galip’ten, Sadi’den müteşekkil görkemli şölenini romanına yansıtmıştır. Mevlana karşılar sizi Sahir ’in latif diliyle. Mesnevi’nin satır aralarında öyle tarifsiz bir geziye çıkarsınız ki dakikaların nasıl geçtiği anlamazsınız bile. Can Canan’ ı gönlüne doldurur birkaç solukta.

Bir kaçma ve kovalama arenasıdır bu roman. Bir araya gelme; fakat bir arada olamama heyulasıdır biraz da. Adeta, o eski mesnevilere yolculuğa çıkmışız gibi bir hissiyata sahip oluyoruz. O ince terennüm, muhayyilemizde aşk ve acının çözülmez esrarını bir kez daha mıh gibi çakar.

Dudaklar susar, gönül kanatlanır bir eda ile gökkuşağının heft rengine bürünür usulca. Ve siz yazarla yolculuğa çıkıyorsunuz Dört Şehrin Dört Kapısında. Gah Sahir’in sihriyle gah Hicran’ın hicriyle. Çünkü hepimize yeten bu kavurucu nefes, bu ahenk, bu ses Müştehir KARAKAYA‘ nın heybesindeki kelamın terennümüdür.

Dört şehir dört gizemdir yüz dokuz sayfalık bu uzun hikâyede bizi esrarına kaptıracak olan. Satır aralarına gizlenen, yazarın gerçek hayat hikâyesinden ince anekdotlardır. Kırk kapının ardına gizlenen, her kapıyı tek tek, kırk anahtarla açmak için uğraşmayı seven kahraman, ilk şehrin kapısını açarak hayata merhaba, diyor. Ardından diğer kapılar..

Yazar, bölümler halinde sunuyor olay örgüsünü. Gün ve ay kavramlarıyla zaman mefhumunu somutlaştırarak, okuyucunun zamanın girdabında bocalamasını istemiyor. Tarih 31 Mart. Dışarıda kar yağıyor. Sahir, diline dolandırdığı ‘ Yine karlar yağmış karın üstüne’ türküsünün terennümüyle meşgulken, muhayyilesinden sökülüp gelen ve onu gerçek hayata çağıran nidayla irkilip, damdan küt diye düşer gibi yaşamın içine düşüyor.

O, en yalın haliyle başarılı bir şekilde hayatı satır aralarına sığdırmaya çalışır. Hicran, kırık kanatlı bir kelebektir, masallarda alışık olduğumuz o huzur verici berraklıkla alnına konar Sahir’in. Hayata açılan pencerenin açık camı gibidir satırları. Çarpıcı ifadelerle aşkın dramatik ve trajik ritmini hüzün ve keder boyasına boyatıp ‘Sahir ve Hicran’ın kocaman büyüsüyle karşımıza çıkarır. Hayatın acımasız çarkının dişlileri arasında un ufak olmamak için direnen,  bunun için de diğer yargılarını zırh yapıp buna sığınan; ama hiçbir zaman hayallerini yitirmemenin çabasını elde bırakmayan bir modern dervişin; çöller salonlara dolmuşsa da, ceylanlar kocaman alışveriş merkezlerine sığmışsa da, nasıl tekrar aşkın en mümkün halinin olabileceğinin çabasıdır. Abasını sarmış ve yollara düşmüştür Sahir ile. Hicran yollarında ne asalar kırılacaktır ne çarıklar eskiyecektir.

Açık, anlaşır bir üslup da bu yolda gönle fethe çıkmanın atıdır yazarın. Şiirselliğin resmidir dizeler, akıcı bir bahar esintisidir yüreklere hoşnutluk veren, alna tatlı tatlı çarpıp uçuşan kelebekler misali. Sahir, bize, şehirlerinde insanlar gibi değiştiğini, bir yanıyla eskirken diğer yanıyla yenilendiğini, bir tarafı yaşlı kalırken bir tarafının da gençleştiğini öğretiyor.  Yazar, bazen gayb perdesini aralayıp Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın yol arkadaşlıklarına arkadaş kılıyor kahramanlarını. Bazen de kelamın ve kalemin ustası olduğunun nişanesi olarak bizi,  sözcüklerin ustası Âdem’ e, tufanın ceddi Nuh’a, ateşin efendisi İbrahim’e ve dirilten nefesiyle İsa Mesih’ e giden yolda yolculuğa çıkarır bizi. Bu telmihlerle aşkın ilahi nefesini yüzümüze bir daha üfler adeta.

 

Aşkın en kutsal halini, doğu ve batı, hak ve batıl, helal ve haram, cismani ve ruhani yanı kahramanların kelamıyla ve yazarın söylemiyle satır aralarına gizlenmiştir. Okuyucuyu esir eden bir üslupla akıcı bir nehir gibi, engelsiz bir şekilde geçmişten günümüze akıp gelmiştir. Aşk mezhebinin son şeyhini, sözlerin kâhinini Zerdüşt bilen Sahir, bazen gönlünü İbn-i Hazm’ın Güvercin Gerdarlığı’ ndan uçurur. Arkadyalı rahibe Diotima gibi aklı hocasına kaptırır bazen kelamını, bazen de kal u beladan aşk meşrebinden olduğumuzu ahtırlar da aramıza döner, Sahir.

Kul Himmetim burdan gitsem

Bağında gülleri dersem

Senden gayrı yar seversem

Öldür beni öldür beni

türküsü ne de çok yakışmıştır Sahir’in diline. Halk kültüründen haberle aşkı, ayrılığı, acıyı dizelerken mevcudun geçmişten koparak geleceğe ulaşamayacağının kanıtını bize sunar.

Ama Hicran. Naziktir, narindir, kırılgandır.. bakışları hüzün deryasıdır.. çok yaklaştırmaz bizi. Kapılmaktan korkarız ateşine.

Fuzuli’ yi sayfalarına misafir eden yazar, dermanın derdinden olduğu gerçeğini Sahir’ in yüreğine nakşetmiştir. Kapı bir geçiştir, bir basamaktır bu romanda. Sonsuzluğa uzanmanın merdivenidir. Dünya durdukça çalınacak türkülerin bezeli olduğu bir sazdır. Felek yanılanını tükende, aşkın yüzü olacak yeryüzünün cennet havarisidir.

Gönlünü her daim satır aralarında ayrılıklara açık bırakmıştır yazar. Tuşba’nın İncisi Semiramis ve Tuşba Yolunda adlı romanlarından farklı olarak, olay örgüsü zincirlemesi yerine kesitlere yer verir. Günlük hayatın sosyal karelerine sığan portelerin dizimi başarılı bir şekilde işlenmiştir. Şiirin ilmek ilmek kirkitlendiği bir kilimidir Dört Şehir Dört Kapı romanı.

Bir bütünün ayrık parçalarının birbirinin tamamladığı bir zincirleme tamlama gibidir bu mucizevi yitirilişin kokusu. Birçok parçadan oluşan dizinin, bütün olarak yaşamak adına çekilmiş bir film sahnesine toparlanmış halidir. Yaşama dair izlerin varlığı bize bu terennümle gönül bahçelerinin zenginliklerinin kapısını açar.

Son şehrin ve son kapının da kapanmasından sonra, felek yüzlerinden birini daha göstermiştir. Vefasız bir gömlek giydirmiştir yine bize. Bize başka sırlı âlemin penceresini açar aslında, aşkın gizemini böyle masallarla, hikâyelerle, şiirlerle, türkülerle öğretir bize. Ve sonra dönüp sorar okuyucuya: Sen bu masalın neresindesin.

Bizler de bir an kendimizle baş başa kalalım ve aynı soruyu kendimize bir daha soralım.

Biz bu masalın neresindeyiz.

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 48 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları