DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Usandırmayan Yolculuk / Ayla Kısacık

“Yine mi?” dediler duyanlar.

“Yine!” dedim “Zaten bu daha ikinci. Hem ne demek yine mi,  yine’si mi olur bunun?”

“Yazık harcadığın paraya, bir kere gittin görevini yaptın, oraya vereceğin,  Araplara yedireceğin parayla burada bir hayır yap, bir fakir sevindir.”

Sevindiririm elbet. Elbet Rabbim izin verdikçe hayırlar da yaparım ama, şimdi kendimi sevindirme zamanı. Kendime en büyük mutluluğu hediye etme zamanı. Bunu anlatamayacak olmanın bilinciyle susuyorum, cevap vermiyorum. İnşallah size de nasip olsun o zaman konuşuruz diyorum.

Hep olsa keşke, mümkün olsa da hep, hep gidebilsem.

Umre bu anlamı  ‘’Ziyaret’’

Medine de gül kokulu efendimizi, Mekke de Kabe’yi, Allah’ın evini ziyaret etmek, onlara misafir olmak.

Evet yine…

Yineler bir cebimde, selam gönderen, dua isteyenler yüreğimde, yanımda dünyada ki cennetim annem.

Öncesinde hep duygularım alınmış gibi oluyorum. Heyecansız, durgun, yanımıza ne alalım ne lazım olur telaşı ile geçiyor hazırlık dönemi.

Ama havaalanına gidip de arkamda el sallayan sevdiklerimi görünce, onların yüreklerinden geçenleri gözlerinden okuyunca işte o an duygular sağanak ediyor her hücreme. Yine öyle oldu, dinmek bilmeyen bir ağlama krizine girdim. Herkes ayrı ayrı gelip sordu, bilmediğimiz bir şey mi var neden ağlıyorsun diye.  Yok, bir şey yok. Ben de bilmiyorum neden ağlıyorum, ama susmuyor yüreğim, dinmiyor gözümdeki yaşlar.

Kah içime,  kah gözümden akıttığım yaşlarla uçak havalandı Medine’ye. İşte o zaman bir titreme geldi. Ürperdim.  Geliyorum Allah’ım geliyorum, davetine icabet ediyorum, biliyorum ki sen çağırmazsan sana gelemez kulların, sen davet etmedikçe yüz sürülmez Beytullah’a.

Üç saat boyunca efendimize hediye götüreceğim salavatları çekerek geçti yolculuk. Sonra pilotun nazik anonsu. Medine üzerindeymişiz. Birazdan inişe geçecekmişiz. Kalbim durdu duracak. Başımı cama dayadım ışıklara bakarken sanki bir mucize oldu, genzime gül kokusu doldu. Ben bu kokuyu Ravza’yı ilk ziyaretimden biliyordum. İnanamadım. Kalktım etrafa bakındım uçağa koku mu sıkıldı diye. Yok sıkmamışlar. Anneme döndüm. O da bana soracakmış. Rabbimin lütfu muydu bilmiyorum, huzura çıkmadan efendimizin kokusunu hissettirmek. Hem de ikimize birden.

O kutsal toprakların sabır işi olduğunu oraya ayak bastığımız anda anladım. Tıklım tıklım havaalanı. Saatler süren bekleyiş. İnsanlar, yorgun, sabırsız, uykusuz. Sonunda görevlinin lütufkâr tavırlarıyla geçebilirsin işareti.

 

Alandan çıkıp da otobüslere geçerken saat gecenin dördü olmuş.  Hava mis. Öyle güzel esiyor ki rüzgâr sanki efendimizden selam getirmiş. Sabırsızlık arttıkça, yorgunluk gidiyor. Uyku yok, dert yok, gam yok. Sadece telaş. Bir an önce kavuşma arzusu. Neyse ki yol kısa. Hızla otelimize yerleşip belirlenen saatte buluşuyoruz. Kadınların talihsizliği;  her saat efendimizi ziyaret etmek, yeşil halıya yüz sürmek mümkün olmuyor. Olsun biz gidelim de uzaktan görelim. Otelden çıktık, ne kadar yolumuz var bilmiyorum, annemin elinden tuttum grubu takip ediyoruz. Karşıdan karşıya geçip de sola dönünce bir çığlık attım. Meğer yanı başımızdaymış, meğer iki adımlık mesafedeymiş. Sakin, huzur kokan, Medine’nin en mübarek yeri. Işıl ışıl, tertemiz mis gibi kokuyor mescit. Her tarafta sütunlar ışıklar. Sütunlar zamanında orada olan hurma ağaçlarının temsili. Dua eder gibi semaya uzanmış duruyor. Bahçede sessizce huşu içinde efendimizi rahatsız etmeden yürüyoruz. Ve bütün güzelliğiyle peygamberimizi ve Sıddıkları bağrına almış yeşil kubbe karşımızda. Aklım duruyor, oysa ne güzel hazırlamıştım kendimi. Öyle güzel konuşacaktım ki onunla, selamlayacaktım, hediyelerimi sunacaktım. Yapamadım hiç birini, dondum.  Kulağımda kalbimin gümbürtüsü, burnumda efendimizin kokusu kalakaldım. Öylece seyrettim sadece. Nice sonra kendime geldim. Selam verdim, gülümsedim, biliyorum ki aldı selamımı. “Ümmetimden Ayla gelmiş” dedi. Gördü beni. Kim bilir belki o da gülümsedi. Üç gün kalmışız orada, bana sorsalar üç saat bile değildi. Dolu dolu, huzurlu, aşk ile geçen üç gün ve yapılan ziyaretler.

İlk ziyaret Uhud..

Heybetiyle her taşı kutsal Uhud dağı. Adım atarken, taşları torağı  incitmeye korkuttuğunuz bir belde. Şehit kokusu ve tam da o anda tepemizden parlayan güneşin nuru. Güneş bile Uhud’a başka doğuyor.  Peygamber efendimizin “Uhud bizi sever, biz Uhud’u..” sözlerine mazhar olmuş cennet dağı.  Amcası, canı ciğeri Hazret-i Hamza ve ashabından birçok kişinin şehit olduğu yer.  Boşuna “Allah‘ın Aslanı” denmemiş Hazret-i Hamza’ya. Korkusuzca kükremiş, bir aslan gibi kılıcını savurmuş düşmanın üzerine. Mümkün olsa tek başına bütün müşrikleri alt edecek kadar iman gücü ile korkusuzca, sadece Allah için, peygamber için kutsal dinimiz için canını ortaya koyan Hazret-i Hamza. Paramparça olan vücudu kim bilir cennette nasıl mükâfatlandırılacak?  Uhud savaşına kocasını, kardeşlerini ve babasını yollayan bir kadın, savaşın bittiği ve çok sayıda şehit olduğu haberinin ulaşması  üzerine,  koşa koşa savaş meydanına gelmiş, şehit olan babasını, kocasını kardeşlerini görmüş yüzlerine bile bakmamış, deli gibi Peygamber efendimizi aramış. Sağ olduğunu söyleseler de inanmamış, bunun üzerine gözleri ile görmesi için Peygamberimizin yanına götürüldüğünde,  şükürler edip mutluluktan ağlamış. Bu nasıl bir teslimiyet nasıl bir Allah, Peygamber, Din sevgisidir. Rabbim bizlere de gani gani nasip etsin. Uhud şehitleri ki, Peygamber efendimiz onların ruhlarının yeşil kuşların içine konduğunu, bunların cennet ırmaklarından su içip, meyvelerinden yediklerini ve mesut bir hayata eriştiklerini müjdelemiştir.  Ne mutlu onlara…

Ardından Kıbleteyn Mescidi…

Tam da bu kutsal mekânda Kudüs’e yönelmiş olarak namazını kılan efendimiz, namaz sırasında gelen vahiy üzerine, namazını bozmamış ve emredildiği üzere Kâbe’ye yönelerek namazını kılmaya devam etmiş. Ve o andan itibaren tüm Müslümanların kıblesi Kâbe olmuş. Bu yüzden bu mescide “Mescid-i Kıbleteyn” yani “İki Kıbleli Mescid” denilmiş.  Sünnet olduğu üzere bu mescitte de namazımızı kılıp yola revan olma vakti. Heyecanla, merakla bir sonra ki durak neresi diye düşünerek biniyoruz otobüslere.

 

İndiğimiz yer Hendek savaşının yapıldığı bölge. Mekkeli müşriklerle yapılan son savaş. Adı Müslümanların kazdığı hendeklerden geliyor. Hainlerin sayıca üstünlüğüne rağmen her şeye rağmen kazanılan bir zafer.  Kıtlık, yokluk, yoksulluk almış başını yürümüşken yiyecek bir lokma ekmek yokken aç bi-ilaç yapılan bir savaş. Öyle ki Müslümanlar açlıklarına tahammül edemez bir hale gelince birer taş parçası alıp kuşaklarına sarıp midelerine bağlamışlar. Böylece midelerinin açlığını bastırmaya çalışmışlar ama bir süre sonra işe yaramayınca toplanıp efendimizin huzuruna varmışlar “Dayanamıyoruz ey Allah’ın elçisi’’ demişler, kuşaklarını çözüp taşları göstermişler. Bunun üzerine efendimiz kendi kuşağını çözdüğünde içinde üç koca taş düşünce söylediklerinin utancı ile savaş alanına dönmüşler. Onlar o haldeyken yaptıklarından utanmışlar da ya bizler ne yapalım dedim, çeşit çeşit nimet vermiş yaradan, şımarıklık yapıp yemek seçmeler, iki lokma yedikten sonra çöpe dökülen nimetler. Allah‘ım sen affet bizi sen affet. Son durak Küba mescidi. Yapımında inşaatında efendimizin bizzat çalışıp emek verdiği, Müslümanların ilk kez korkusuzca hür ve güvenli bir ortamda ibadet yaptıkları ilk mescit. Bu güzel beldelerden, yapılan sohbetlerle, havasıyla kokusuyla nasiplenip tekrar otobüslere biniyoruz.

Sadece kutsal olduğu için güzel değil buralar, cıvıl cıvıl insanlar, neşeli, örtüsünü alan yere sermiş üzerinde boncuklar tespihler, yüzükler, eşarplar neler neler.  Herkes malını satma telaşında. Sanki alnımızda yazıyor gibi sormadan hangi ülkeden geldiğimizi anlıyorlar. Öğrendikleri iki kelime Türkçe kelimeyi söylerken öyle vakurla gülüyorlar ki, dizi dizi altın dişleri çıkıyor ortaya.

Çağırırken hacı diye sesleniyorlar; “Hacı beş riyal gel hacı gel.” Hacı sözü vuruyor zaten can evimden. Sadece umreciyim şimdilik ama belli mi olur, kısmette varsa hacı da oluruz bir gün.

Medine’ye gelmişken hurma bahçelerini ziyaret etmemek olur mu? Gezi programımızda olmamasına rağmen rica ediyoruz, tur görevlileri bizi hurma bahçelerine de götürüyor. İyi ki istemişiz. İyi ki gitmişiz.  Hurma ağaçlarının gölgesinde, yaprak hışırtıları altında, bahçe çalışanlarının demlediği mis gibi Rabia çayını yudumluyoruz. Envai çeşit hurmanın tadına bakıp, dilediğiniz kadar çay içebiliyorsunuz. Satın alırsanız da sizin adınıza kargo yapıp sizden önce Türkiye’ye gönderiyorlar hurmaları.

 

Medine’deki gezilerin sonuna geliyoruz. Sindirmek, anlamak, özümsemek için zamana ihtiyaç var. Aklımda binlerce soru ve gezinin yorgunluğu ile otele dönüyoruz. Otel tertemiz, odalar pırıl pırıl. Her seferinde odada ne eksikse onu tamamlanmış buluyoruz döndüğümüzde. Bütün bunları sağlayan Amir Hussain. Amir otelde bizim katın temizliğinden sorumlu. Arı gibi çalışıyor. Yanımdan geçerken teşekkür etmek için durdurduğumda yanakları al al oluyor. O da bizimle konuşmak istiyormuş. İki senedir görmediği ailesine benzetiyormuş bizi. Kaşmirden gelmiş. Ailemi çok özledim derken gözlerinden boncuk boncuk döküldü gözyaşları. Anneme mum, bana sister diye hitap etti yavrucak sonrasında. Ayrılacağımız gün ağlayarak kapımızı çalıp anneme bana ve kuzenime üç tane Kuran-ı Kerim hediye etti. Hep saklayacağım en güzel, en yürekten kopmuş hediyelerden biri oldu benim için.

Gezi yorgunluğunu atıp,  Ravza’ nın yolunu tutuyoruz. Her ayrılış sonrası yine efendimize koşup ona kavuşmak. Mescidin kapısından girip de kokuyu hissettiğinizde, mübarek yeşil kubbeyi gördüğünüzde ne yorgunluk, ne endişe ne açlık kalıyor. Allah’ım ne güzel yerler buralar. Ah bir de efendimizin yaşadığı dönemde onun gül cemalini görerek yaşasak ne büyük ödül olurdu bize.

Ve en istenmeyen an, gelmesin dediğin o veda zamanı. Bütün güzel şeylerin sonu varmış ama hiç biri bu ayrılık kadar acıtmıyor insanın canını.  Bir yandan burukluk, bir yandan heyecan. Allah’ın evine Beytullah’a gitmek için yola çıkma vakti.

III-

Dolu dolu geçen, aşkla yaşanan Medine’den, gül kokulu Peygamberimizden ayrılıp, Beytullah’a  doğru yola çıkma zamanı..

Erkekler otelde hocamızın refakatinde ihramlarını giymişler. Biz de hazırlıklarımızı yapıp lobiye geliyoruz. İhramlı erkekleri görünce içim ürperiyor.    İhram elbisesi yünlü pamuklu  veya ketenden yapılmış dikişsiz peştamal gibi iki beyaz örtü. İhrama girildiği anda nereden gelirseniz gelin, kim olursanız olun, o an tüm makamlar, statüler, mevkiler sıfırlanıyor. Herkes eşit oluyor. Tıpkı, mahşer günü tekrar dirildiğimizde olacağı gibi. O yüzden bu ihram elbisesi bir nevi kefen. Bu dünyadan giderken yanımıza alabileceğimiz tek şey.. Erkekleri o halde görünce yapacağımız seyahatin anlamı, önemi bir kez daha heyecanlandırıyor. Hazırlıklar bitiyor, otobüslerimize binip yola çıkıyoruz. Ravza’dan geçerken son kez selamlıyoruz efendimizi, ister istemez gözler doluyor, boyunlar bükülüyor. Ayrılmadan özlem başlıyor. Tekrar gelebilmek için dualar ediyoruz.  Kısa bir yolculuktan sonra Zülhuleyfe mescidinde duruyoruz. Burası Mikat mahalli denen yer.    Burada öğle namazının ardından ihram için namazlarımızı kılıyoruz. Hocamızın rehberliğinde umre yapmaya niyet ediyoruz. Niyetle beraber de yasaklar başlıyor. Bir nevi oruçluyuz artık, kötü söze, kem göze, nefse karşı oruca niyet ediyoruz hep beraber.  Hocanın duası dikkatimi çekiyor; “Allah’ım sen umremizi kolaylaştır zorlaştırma!” Korkmalı mıyım bilmiyorum, nasıl bir zorluk bizi bekliyor bilmiyorum, aklımdan tek geçen sağ salim umremizi yapıp annemi ve kuzenimi sevdiklerine kavuşturmak. Onlar önce sana, sonra bana emanet edildi Rabbim. Sen yardım et bana.  Kaybolanları ve alış verişe dalan umrecileri toplayıp tekrar yola çıkıyoruz. Yaklaşık altı saat sürecek bir yolculuk başlıyor. Tam bir çöl yolculuğu.  Kum tepeleri, uçsuz bucaksız vadiler, deve çiftlikleri, kayalık dağlar arasından geçerken hep aklımda peygamberimiz. Bu yolu kah yürüyerek, kah deve sırtında günlerce  yürüyerek hicret etmiş.  Klimalı otobüslerde, her susadığımızda buz gibi suları içerken yüreğim burkuluyor. Şükredecek ne çok şeyimiz var bizim Allah’ım.  Artık umre niyetindeyiz. Dünyaya ait ne varsa, her düşünceden, her hesaptan sıyırılıp Allaha misafir olma zamanı.  Birer ölüyüz biz artık.  Kısıtlandık, yasaklandık, Şimdi sana seslenme zamanı, bütün otobüs bir ağızdan Lebbeyk diyoruz.

“Lebbeyk Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk, innel hamde venni’mete lekewel mülk, lâ şerîke lek.”

“Hizmetine geldim. Ey Allah’ım! Hizmetine geldim. Senin ortağın yoktur, hizmetine geldim. Hamd ve nimet senindir. Mülk senindir, ortağın yoktur.” Yolculuğumuz tekbirlerle, salavatlarla ilahi ve kıssalarla renkleniyor, kilometreler aşıldıkça heyecan artıyordu.

Ve nihayet Mekke. Peygamberimizin doğduğu, büyüdüğü, peygamber olduğu müjdesinin verildiği Mekke.  Halkım beni çıkarmasaydı ben Mekke’den ayrılmazdım diyerek yüreklerimizi burkan peygamberimizin  efendimizin hicret etmek zorunda kaldığı şehir.  Medine’deki huzur, serinlik, sakinlik burada yerini, telaş, koşturma ve sıcağa bırakıyor. Medine dinginlik, Mekke’de hareketlilik var.

Otelimize girip hazırlanıyoruz ve hiç vakit kaybetmeden buluşma saatinde lobide toplanıyoruz. Otel Kabe’ye çok yakın. İkiyüz metrelik bir yolu yürüyor muyuz, uçuyor muyuz bilmiyorum. Mescide girince önce tahhiyyat, ardından yatsı namazlarımızı kılıp toplanıyoruz. Sessizce kalbimizin gümbürtüsü kulaklarımızda, hocamızı takip ediyoruz. Hocamızın tembihi ile başlarımız yerde, karşıya bakmadan yürüyoruz. Belli bir noktaya geldiğimizde hocamızın uyarması ile başlarımızı kaldırıyoruz. İşte o kutsal mekân. Kâbe. Seccadelerin ona yöneldiği, namaz kılarken saf tutulan yön. Kâbe’yi gören insanların o ilk anı kesinlikle tarif edemedikleri gibi ben de edemiyorum. Nasıl anlatılır ki. Orada bulunan yüzlerce insan, sütunlar, duvarlar, sesler renkler kayboluyor. Zaman duruyor. Nefessiz kalıyorsunuz, boğazınız düğüm düğüm oluyor, sanki yüreğiniz ağzınızın içinde atıyor da sesinden kulaklarınız sağır olmak üzere.  Bitmeyen bir ağlama nöbeti. Sadece Kâbe ve ben.  Ayaklarımdan önce ruhum tavafa başlıyor. Sanki bir kelebek oldum. Canım ha çıktı ha çıkacak, Kâbe’nin etrafında uçuyor gibiyim. Geldim işte Allah’ım davetine icabet ettim geldim. Tam karşındayım. Ben sana nasıl dua edeyim şimdi, nasıl yakarayım. Aramızda hiç mesafe yok. Bütün perdeler kalktı. Bütün benliğim hissediyor varlığını. Kilitlendim. Dilim dönmüyor. Sadece izliyorum. Şaşkınlığım geçince etrafımdakilerin de hemen hemen aynı durumda olduğunu görüyorum. Şaşkınlığımızı üzerimizden atıp tavafa başlıyoruz. Hocamız söylüyor biz tekrar ediyoruz. Sudan çıkmış balık gibi, çırpına çırpına yedi şaftı tamamlıyoruz. Kâbe etrafında. Ne dua ettik ne söyledik hatırlamıyorum. Ama umremiz bitip de sonrasında kendi başımıza yaptığımız tavafların tadı bambaşka.  O zaman hocayı takip etmeden, Kâbe’ye baka baka, Yaratanla konuşa konuşa dilediğim duaları ederek, kimi zaman sabır, kimi zaman af dileyerek, salavatlar tekbirler getirerek huşu içinde yaptım tavaflarımı. Hocamız eşliğinde umre tavafımızı yapıp ikişer rekat tavaf namazımızı kıldıktan sonra say alanına geçiyoruz. Say kelimesi koşmak, hızlı yürümek anlamına geliyormuş. Kâbe’nin hemen yanında Safa tepesinden başlayıp Merve tepesine dört, Merve’den Safa’ya üç kez olmak üzere bu iki tepe arasında toplam yedi kez gidiş geliş. Hazret-i Hacer’in yeni doğmuş bebeği İsmail için içecek su ararken bu iki tepe arasında koşmasının temsili olarak yapılıyor bu say yürüyüşü. Hazret-i Hacer’in hikâyesi de çok hazin. Hz. Hacer, Mısır’da yaşadığı dönem İbrahim peygamber ve eşi Sare Hatun’a hizmetçilik yapmış, dürüstlüğü, iffeti ve karakterinin güzelliği sayesinde ailenin daimi hizmetçisi olmuş, aile Mısır’dan Filistin’e döndüğünde onlarla beraber Filistin’e gitmiş. Hz. İbrahim ve Eşi Sare çok istemelerine rağmen bir evlat sahibi olamamış. Bunun üzerine Sare Hatun, İbrahim Peygambere kendi cariyesi Hacer ile evlenmesini önermiş. Hazret-i İbrahim soyunun yürünesi için bunu kabul etmiş ve be Hacer’den bir erkek evlat sahibi olmuş. Adını İsmail koymuşlar lakin zaman içinde Sare Hatun bu durumu kabul edememiş, bebeğe de Hacer’e de tahammül edememeye başlamış. Ve nihayetinde Hz. İbrahim’den Hacer ve oğlunu uzak diyarlara götürmesini istemiş. Hazret-i İbrahim Hacer ve İsmail’i o zamanlar, ıssız kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olan Mekke’de yalnız bırakıp Filistin’e dönmüş. Hacer bu ıssız yerde oğluyla bir başına aç susuz yapayalnız kalmış. Çocuğunun ağlamalarına dayanamayıp Sefa ile Merve dağları arasında koşarak su aramaya başlamış, Ama elleri boş hüsran içinde bebeğinin yanına döndüğünde oğlunun ayağının pınar fışkırdığını görmüş. Rabbimin mucizesi ile birden bire fışkıran bu zemzemdir. Ve o günden bu güne kadar hiç eksilmeden akmaya devam eder. İşte bu olayı temsilen bizler de Safa ve Merve arasında yedi kez sayımızı tamamlıyoruz.  Ardından zemzem sularımızı içip otele dönüp saçımızdan birer tutam kesiyoruz. Böylece umremiz tamamlanmış oluyor. Erkekler ise sünnet olduğu üzere saçlarını ustura ile kesiyorlar.

Umreden sonraki ibadetler bağımsız. Dilediğimiz zaman koşa koşa Kâbe’ye gitmek, tavaf yapmak, o güzel kokulu örtüye yüz sürmek, Rabbinle baş başa kalmak.  Bütün bunların güzelliğini, büyüsünü anlatmaya kelime bulamıyorum.

 

Mekke tam bir teslimiyet. Olduğun gibi, maskesiz, duyguların, benliğin çırılçıplak.  Normal hayatla bağlantın kesiliyor. Burada başka bir hayata, başka bir boyuta geçiyorsun adeta. Buraya gelen her kesin niyeti, amacı aynı. Arınma, tapınma, teslimiyet. İç sesin susmuyor. Sürekli konuşuyor, anlatıyor, bastırılanlar, istenenler korkulanlar bilinmeyen bir güç tarafından dile getiriliyor. Duyuyorsun, hissediyorsun, engelleyemiyorsun. Susarsam olmayacak, zaman yok, anlatmalıyım, af dilemeliyim, yakarmalıyım. Milyonlarca insan var, milyonlarca yakaran, huzur arayan. Ve sen bu milyonların içinde minicik bir damlasın.  Ama bu damla hırçın, bu damla zapt edilemez bir halde, uçmak için, kanatlanmak için can atıyor Kâbe’nin dört duvarında. Vakit namazlarında secdeye varılırken dizlerin yere temas sesi sanki yeri göğü titretiyor. Allah derken, amin derken gök kubbe çınlıyor sanki. Görünmez olsam, sonsuza kadar burada kalsam.

Mekke’ de her dakika değerli, zaman kaybetmeden sürekli bir ibadet isteği. Zorunlu olarak alış verişe ayırdığımız zamanlarda dahi insan kendini suç işlemiş gibi hissediyor.

Ne işiniz varsa çabucak bitirip Beytullah’a gitmek istiyorsunuz.  Zamanın kıymetinden dolayı Mekke’ de gezilere sabah namazından sonra erkenden başlıyoruz ki, öğlene kadar dönülsün. İlk durağımız Serv dağı. Mekke’ye yaklaşık beş kilometre mesafedeki bu dağın haşmeti ve önemi karşısında içim titriyor. İrili ufaklı pek çok mağaranın arasında, biri var ki peygamberimizi ve Hz. Ebu Bekir’i müşriklerden korumuş.  Minicik bir girişi olan mağara aşağıya doğru çukurlaştığı için, dışardan içerisinin görünmesi çok mümkün değil. Saklanmak için çok uygun olsa da içindeki bir çok delikten yılan ve zararlı hayvanların girebileceğini düşünen Hz. Ebubekir peygamberimizden önce içeri girmiş bulduğu bez parçaları ile bütün delikleri tıkamış, birini tıkamaya bez yetmeyince de deliği kapatmak için topuğunu dayayınca, bu delikten gelen bir yılan Hz. Ebu Bekir’i ısırmış. Yaşadığı acıya rağmen kımıldamadan peygamberimizin uyanmasını bekleyen Sıddık’ ın gözyaşları peygamberimizi uyandırmış.  Onlar içerideyken örümcekler mağaranın girişine ağ örmüş, iki güvercin de gelip kapının önündeki çalıya yuva yapmış ve yumurtlamışlar. Bunlar aslında ayette belirtildiği gibi müşriklerin gözlerine çekilen setler. Her dinlediğimde ürperiyorum.  Bir sonraki durağımız Nur dağı. Peygamberimize ilk vahiy bu dağın tepesinde Hira mağarasında iken gelmiş, burada peygamberlik verilmiş. Dağa bakarken dudaklarımdan dökülüyor kelimeler. “Oku! Yaratan Rabbinin adı ile oku!” İlk emir, ilk vahiy bu iken neden okumuyoruz, neden bu kadar tembeliz, utanıyorum. Gezi programımızda sırada Arafat var. Hocamız yol boyu gideceğimiz yerlerle ilgili kısa bilgiler veriyor.  Arafat kabirden kıyamet sabahına kalkışı hatırlatır dedi. Kıyamet günkü halin bir kısmı hac döneminde burada yaşanırmış. Herkesin işlediği günahlar yüzünden nefsinin affının derdine düştüğü yer.  Arafat dağının tepesinde bir insan boyunda yeşil bir taş var. Bu taş cennetten kovulan Hz Adem ile Hz. Havva’nın af edilip yeryüzünde tekrar buluştukları yeri temsil ediyor.  Elimle dokunduğumda bir asker kızıyor bana, “Şirk” diyor.  Araplarla ilgili o kadar çok şey söyleniyor ki. Özellikle de pis olduklarına dair. Ben gerçekten bu konuda söylenenlere katılmıyorum. Sokaklarda kocaman bidonları var. İçlerine kalın poşetler geçirilmiş. Yerlerde tek bir çöp yok. Yollara tüküren yok. Gidip bu kutulara tükürüyorlar. Bazen namaz saatini beklerken mescidin dışında kümelenip yemek yiyorlar.  Yere örtü sürüp etrafına dizilip karınlarını doyuruyorlar. Yufka ekmeklerini kaşık gibi kullanıyorlar. Ama bu onların geleneği. Tıpkı Japonların yemek yerken çubuk kullanmaları gibi.  Bu yüzden elle yemek yemeleri onları pis yapmaz. Genelleme yapmak gerçekten çok kötü. Geçmişlerine, tarihe ve kültüre sahip çıkmamaları dışında o millete karşı hiçbir kötü düşüncem yok. Peygamber efendimizin evine gittiğimizde burasının şehir kütüphanesine dönüştürüldüğünü görüyoruz.  Biz de olsa bu mekan aslınan uygun olarak korunur, bu şekilde ziyarete açılırdı. Üzülüyoruz ama yapacak bir şey yok ne yazık ki.  Her karışı kutsal bu beldelerde adım attığım yerlere peygamber efendimizin basmış olduğunu düşünmek yüreğimi ürpertiyor.

Zaman su gibi akıp gidiyor. Tamam sayılı gün çabuk geçer de, bu kadar mı çabuk geçer? Ne zaman geldik ne zaman bitti, nasıl geldi veda saati.  Bizim Mekke ‘ye vedamız peygamberimizin ki kadar acı değil ama. Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret ederken “Seni çok seviyorum ama senin evlatların benim burada kalmama izin vermiyorlar ey Mekke!” diyerek büyük bir üzüntü ile vedalaşmış bu şehirle. Biz ise tekrar çağrılmak, tekrar bu kutsal topraklara misafir olmak duası ile vedalaşıyoruz Mekke şehriyle. Cidde’den Ankara’ya uçağımız havalandığında gözümde yaşlar ve içimde kocaman bir burukluk ile bakıyorum son kez kutsal topraklara. İşte geldik gidiyoruz.  Vaktiyle bir yerlerde okumuştum; Bu kutsal topraklara üç şekilde davet edilirmiş kullar. Birincisi Cenab-ı Hakk’ın davetlileri.  Bu zümre gelir ibadetlerini yapar ama buradan dönemeden ruhlarını burada teslim ederlermiş. İkinci davet Hz. İbrahim aleyhisselam tarafından yapılmıştır. Bu zümre gelir, ibadetlerini yapar, kötü huylarını terk edip evlerine dönermiş. Son davet ise şeytandanmış. Şeytanın davet ettiği kullar ise gelir ibadetlerini yapar ama döndüklerinde daha da kötü huylar ile hayatlarına devam ederlermiş. Rabbim şeytanın davet ettiği zümreden olmayı nasip etmesin. Bizlerin ve tüm kullarının ibadetlerini dualarını kabul etsin inşallah.

 

 

 

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Usandırmayan Yolculuk / Ayla Kısacık

Semiramis için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 4 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları