Çocuğumu Yetiştirirken / Tuğba Karabulut
İçinizdeki Çocuğu Öldürün!
Dağların bile almaktan kaçındığı mesuliyetin altına giren insan, modern zamanlar zımpırtılarına paçasını kaptırdığından beri zaman ve mekân ötesi misakına ihanet ediyor. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olan insan tekine bu inanç ve şuur çocukluğun ilk evresinde verilmediği takdirde, hayata karşı her türlü sorumluluktan kaçan bir insan türü türüyor. Ahir zamanın, “içindeki çocuğu öldürme” mottosu, bu mesuliyetsizliğe çarpık bir meşruiyet kazandırıyor. Böyle olunca da, ortalık 30’lu, 40’lı yaşlarda bile sevimsiz ergen gibi davranan yetişkinlerden geçilmiyor.
Eğitim, doğumdan başlayarak ölüme kadar süregelen bir süreçtir. Bu sürecin ilk durağı ailedir. Aile çocuğun zihinsel ve bedensel, duygusal ve sosyal olarak gelişmesine katkı sağlarken, usul usul karakterini de şekillendirir.
Halifeysen Halifeliğini Bil!
Tersinden de, çocuk da aileyi şekillendirir aslında. O, küçücük bir “âlem-i sağir”dir. Bu küçük olan âlem, 70 bin âlemde ne varsa içinde cem eden cemiyet sahibi varlıktır. Âlem-i Halk ve Âlem-i Emir’i içinde bulunduran insan, afaka bakmadan önce enfüsi bir nazar sahibi olarak kendi sırrına ermek adına, kendine keşfe çıkmalıdır. İnsanın kendine baktığında gördüğü değeri fark etmesine bugünün modern dili “özgüven” derken, imamı Gazali; “kendi nefsine güvenme” tabirini kullanmıştır.
Hiçbir şeyi sebepsiz vermeyen Allah-ü Teala’nın önce bedeni yaratarak sonra ruhu üflediği çocuk, hayat boyu kendisini ikâme edecek kalıcılığı “emici zihin dönemi” denilen 0-6 yaş aralığında ailesinde kazanır. Çocuk eğitiminde en etkili metot “örnek olma”dır. Bu doğrultuda evladımıza ilk kazandıracağımız düşünce “ben halifetullahım” olmalıdır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi” olmak gibi fevkalade bir rol, doğaldır ki çok büyük bir motivasyon kaynağı olacaktır. Bu ıskalanmazsa; “nefsine güvenme” deyin, “özgüven” deyin, işte “o şey” müdhiş güçlü olacaktır. Eğer bu düşüncenin kazandırılması es geçilecek olursa o zaman da sonraki hiçbir çaba kaybedileni telafi edemeyecektir. Çocuğun ahlâk eğitimini ileriki yıllara ertelediğimizde, okumuş olduğu okullar ve almış olduğu hiçbir ciddi eğitim, kaliteli bir birey olmasını sağlayamayacaktır.
Oysa özgüvenini aile içerisinde küçük yaşta tamamlamış çocuğa, neredeyse ömür boyu kurallar anlatılmayacak, akıl verme ihtiyacı hissedilmeyecektir. İlerleyen yıllarda hayatın farklı kompartmanlarında değişik tutumları gerekli kılan olaylar gelişse bile, “temel”deki sağlamlık, yeni durumlara başarılı bir biçimde uyum göstermeyi sağlayacaktır.
Nefsine güvenen çocuk, buluğa ermesiyle birlikte sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılar duruma gelebilecektir. Böyle bir çocuk, Allah’a iman ve bu imanla “dünya gailesi”ne karşı mukavemette özgüveni olmayan çocuklara kıyasla çok daha güçlü olacaktır. Böylece mesela, oldukça olgun yaş sayılması gereken 30’una yaklaştığı, buna mukabil evlilikte ise henüz daha 9, 10 ayı geride bıraktığında, hayat arkadaşıyla ya da çevreden yaşadıklarından, karşılaştığı sorunlarından yılmayacak, fıtrî ve sosyal vazifelerinden kaçmayacaktır. Davranışı yönlendiren, duyguyu da eğitir. Çocuğu “kul” olma vasfıyla şekillendirirsek özgüven patlaması yaşayarak kendini ilahlaştırma eğilimine de gitmeyecektir
“Makûl”ü Kaybedince Olanlar Oldu
“Kaliteli yaşam” peşindeki birey; kadere karşı mantıksız bir duruşla değil, kaderle barışık bir tutumla – “lütfun da hoş kahrın da hoş” kalıbıyla veciz bir şekilde ifade edilen – sırra ve kaliteye erebilecektir. Geçmişe baktığımızda Osmanlı ailesi çocuğa müthiş bir özgüven veriyordu. Mektep, muallim, çevre el ele olunca ortaya adeta “kompakt çocuklar” çıkıyordu. Daha fizyolojik ergenliğin sınırlarında bile olgunluk toplumsal dolaşıma giriyordu. Yanlış anlaşımasın, evler, sokaklar, okullar büyümüş de küçülmüş minyatür insan tipolojileriyle dolu değildi. Yani hayat sıkıcı filan değildi ama “cıvıklık” da yoktu. Yaratılışla, tabiatla, toplumla, yakın çevreyle, zamanla, mekanla barışık nesiller, “makûl”ün eşliğinde mutlu mesut yaşıyordu. Hayatın işleri de kıvamında, eğitim de kıvamında, neşe, eğlence de kıvamındaydı eski toplumda. Kısacası neredeyse her şey…
Günümüzde 18 yaşa seçilme hakkı tartışılır ve hepimizin etrafında gördüğü 18 yaş tipolojilerinden hareketle, “Bu gruba milletvekili olma hakkı vermek ne kadar doğru?” sorusunu çoğumuzun sorduğu bir vaka. Oysa, klasik devirlerde Orhan’lar, Fatih’ler, Sinan’lar, Süleyman’lar, Zenbili’ler, Fatih’ler, Murat’lar, hatta Abdühamitler daha 15, 20, 25 yaş aralığında bile ne parlak hayat performanslarına imza atmışlardı. “Ama onlar sarayda yetişti” diyebilecekler, o günün sade vatandaşlarının günlük hayat pratiklerini anlatan hatırat, kronik, incelemelere bakarlarsa sokakta da saraydakine benzer parlak performans hikâyelerine rastlayabileceklerdir.
O devrin insanı bir iş yaparken de, ibadetini ifa ederken de, topluma ve tabiata karşı mesuliyetinin gereğini yerine getirirken de bir kaliteyi yakalıyordu. Bütün bunların toplamı ise ideal, huzurlu bir toplum yapısına ulaşmayı kolaylaştırıyordu. Nispeten modern zamanlar sayılabilecek 17. yüzyılda bile, İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunan Sircames hatıralarında, “Osmanlı’larda çocukların anne ve babalarına karşı besledikleri hürmet takdire şayandır. İstanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derece de evlat çıkmaz ya da az görülür” diye yazıyordu. Bir başka Avrupalı da, “Osmanlılar, ihtiyar ve çocuklara büyük ilgi gösterirlerdi” diyordu. Bu ve benzeri inceliklerin toplumu bir baştan bir başa sardığının delilleri bolcaydı. Fakirlerin gururları incinmeden yardım alabilmeleri için camilere konulan sadaka taşları, evlerin rüzgâr almayan taraflarına yapılan kuş evleri, yoksul kızlara çeyiz düzmek veya yolda kalmışlara cep harçlığı vermek için kurulan vakıflar ve daha pekçok incelik, merhamet ürünü toplumsal buluş vardı.
Bir, “Biz Dededen Böyle Gördük” Vardı, Ona Ne Oldu?
Velhasılı, “eski”nin pekçok şeyini “tu kaka” ilan ettiğimiz için “yeni” de iyiyi, güzeli, doğruyu bulmada zorlanıyoruz. Çocuk yetiştirmede yaşadığımız da budur. “Modernleşme, medenileşme, Avrupalılaşma” kuru gürültüleri arasında dışladığımız dede ve ninelerimizin boşluğunu maalesef dolduramıyoruz. Çekirdek aile, dede ve nineyi devre dışı bırakan, geçmişin tecrübelerinden yararlanmayı gereksiz gören bir “ben yaparım” kibrine mahkum. “Ücretsiz samimi psikolog”larımız yerine, bütün psikolojik birikimi “Biz maymundan geldik” diye Freud’un hastalıklı birikimiyle sınırlı olan psikologlar var artık. Üstelik bunlar bin türlü “koçluk” numarasıyla bizi maddeten sömürmenin peşinde. Başkaları da var; internet var, televizyon var, medyanın diğer kolları var, cep telefonlarındaki yüklenmeyi bekleyen binlerce incik boncuk var. Çocukları aileler değil, bunlar yetiştiriyor artık. Bir sorunları olduğunda, sorunun bizatihi kendisi olan bu medya mecraları güya çözüm üretiyor. Oysa ne kadar da çok ihtiyacımız var, sürekli şikâyetlerimizi dile getirdiğimiz bu “bozuk nesil” üzerinde, büyüklerimizin geçmiş tecrübelerinden edindiği yoğun sevgi ve şefkat sarmalında yumuşattığı kelimeleriyle bize aktardıkları örneklere, deyimlere, vaazlara. Böyle olmayınca da gelsin toplumsal şiddet, abartılı ve sorumsuzca yaşanan cinsellik, sigarayla başlayıp diğer çeşitlere uzayıp giden madde bağımlılıkları…
Toparlayacak olursak; çocuğa ‘Varoluş Gerçeği’ doğrultusunda, yani fıtrrî hakikatleri doğrultusunda eğilir, onu bu doğrultuda eğitebilirsek pek çok meselemiz hallolacaktır. Çocuğun duygularını eğitirken, hâl dilimiz, “Allah’a, âleme, topluma karşı hissettiklerinin farkındayım ve seni bunun gereğini yerine getirerek yetiştireceğim” demeli. Bütün bu mesajlar da önce Kur’an’da, sonra Sünnet’te, takiben de bu iki ana parametreye bağlı gelişen inanç, kültür, estetik tarihimizde var.
Bazı kısımlarını elinizde bir lügat yardımıyla anlayabilecek olsanızda kalp ile beynin ortaklaşa sentezlediği bir çırpıda okunası güzel bir yazı. Toplumun önemli bir problemine yürek destekli, kadife eller ile bir dokunuş yapan Yazarı tebrik ederim. Yüreğinin ritmi bozulmasın, kaleminin mürekkebi kurumasın.