DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Kara Tren Hikayeleri’nden Çörekotu / Ramazan Seydaoğlu

Bir kaç saat sonra ayrılacaklarını düşününce tekrar kahrolmaya başladı… Yok hayır… Bu burada bitmemeliydi.

Ankara’dan son anda yetiştiği trenle İstanbul’a dönüyordu. Trene kendini zar zor atmıştı. Bir bileti de yoktu. Kapıda karşılaştığı kondüktöre bir yer olup olmadığını sordu. Biletçi “Eskişehir’e kadar 3. vagona geç, kapı dibindeki koltuğa otur” demişti. Geçip yerine oturdu. Elindeki gazete sayfalarını karıştırmaya başladı. İlk sayfada İstanbul’dan bir trafik kazasını yazıyordu. İki çocuk arkadaş okul yolunda karşıya geçince birlikte can vermişlerdi. Haberin detayı bir drama şeklinde ele alınmıştı. Hüzünlenmişti. Gözleri nemlenmişti. Gözlerini silip pencere tarafına dönerek düşüncelere daldı. Şairin dediği gibi “Ankara’nın İstanbul dönüşünü” çok seviyordu. O keşmekeş dolu hayatı olan İstanbul’u hep gizemli buluyordu. Her şeye rağmen İstanbul’u seviyordu. İstanbul hayalini düşünerek gözleri ilerleyen saatlerin ağırlığına dayanamayıp kapandı.

Trenin acil fren sesiyle uyanınca bir istasyonda olduklarını anladı. İstasyonun adını aradıysa da bir tabela falan bulamadı. Gar binası da arkalarda kalmıştı. Vagonun arka kapısının sağındaki tek kişilik koltukta oturuyordu. Kapının solundaki iki kişilik koltuk boştu. Vagonun sürgülü kapısı açılınca kafasını geriye doğru çevirip baktı. Orta yaşın biraz üstünde bir bayan ile kendi boyunda bir kızın içeri girdiğini gördü. Kadın elindeki eşyaları yukarıdaki bagaj yerine yerleştirmesi için kendisinden yardım talep edince istemeden ağır ağır yerinden doğruldu. Valiz bayağı ağırdı. Kaldırınca zorlandı. Kadın yandan tutunca genç kız da onun arkasından valizi tutup zorladı. İnce gömleğinden kızın vücud sıcaklığını hissedince derinden bir titreme geçirdi. Bu anın hiç bitmemesini diledi içinden. Ama sadece bir nefeslik zaman dilimi içinde gerçekleşti her şey. Valiz yerine oturunca dönüp sağ omzunun üstünden kıza bakınca geniş suratındaki kalın dudaklarından geniş bir gülümseme yayıldı. Gözlerinin güzelliği, simsiyah saçlarıyla hiç görmediği bir güzellikle karşı karşıyaydı. Zaten temasla şoke olan ruhunun derinliklerinden bir sıcaklık derinlere doğru aktı. Anne ve kızının teşekkürlerine nasıl karşılık vereceğini bilemedi. Dili birbirine dolanmıştı.

Tren fazla durmamıştı. Hemen hareket etmişti. Oturduğu yerinden derin düşüncelere dalmıştı. Az önce yaşadığı olayın tesirinden kurtulamıyordu. Yan koltukta oturan anne-kızın varlığı yolculuğa yepyeni bir renk katmıştı. Hayatında böyle güzel bir kız kendisine bu pozisyonda temas etmemiş ve gülümsememişti. Eşinden ayrıldıktan sonra aylardır süren bunalımları ve geceler boyu devam eden kâbuslarını unuttu bir an. Sola doğru yan oturup kendi aralarında konuşan anne ve kızını derin derin izlemeye aldı. Bir ara kızın bakışlarını yakaladı. Kız anlamlı bir bakış yolladıktan sonra o tatlı gülümsemesini yine yaydı yüzüne. Cama doğru dönerek dışarıyı izlemeye koyuldu. Camdaki görüntüsünü aradı gözleri. O da ne kız camdan kendisine bakıyordu. Ya da ona öyle gelmişti belki de. Camdaki görüntüsü o kadar güzeldi ki, gerçekteki görünüşünden daha alımlıydı. Kırmızı ve büyük dudakları, simsiyah mührü andıran göz çukuru, omuzlarına dökülen siyah kalın telli saçları, boğazına kadar kapalı siyah deri montu, dizlerinin kıvrımlarını biçimlendiren siyah kumaş pantolonu ve ayağındaki sportif siyah ayakkabıyla bir başkaydı adeta. Derinden iç geçirişlerini hissediyordu kızın. Böyle bir kızın eşi olması için neler vermezdi ki… Ama kendi yaşıyla kızın yaşı arasında en az on yaş vardı. O ona olmazdı. Hem belki kız nişanlı ve belki de evliydi… Ellerine yönelince bakışları, ince uzun parmaklarında yüzük falan görmeyince rahatladı. Rahatlamıştı rahatlamasına da kendisine ne oluyordu ya… Elin kızı işte. En fazla üç-beş saat aynı vagonda, ayrı ayrı koltuklarda birlikte olacaklardı. Sonra ayrılacaklar, o kendi yoluna, diğerleri kendi yollarına gidecekti.. Bocalamaya başlamıştı içinden. Peki, bu bakışların anlamı ve bu gülümsemelerin tatlılığı ne olacaktı. Kara giysiler içinde kara bir geceden çıkıp gelen bir peri olmalıydı bu. Yoksa uyuya kalmış da rüya mı görüyordu. Bacağının kalın etlerini şiddetle sıktı. Dönüp yüzünü hafifçe terleyen tren çamına yasladı. Soğuk cam ve dizindeki ağrılar bir rüyada olmadığını, omuzlarındaki o yumuşak dokunma hissinin devamını da yaşanmış bir gerçek anın varlığını gösteriyordu. Dönüp tekrar o yöne bakınca kızın camdan onun hareketlerini gülümseyerek izlediğini gördü.

Bir kaç saat sonra ayrılacaklarını düşününce tekrar kahrolmaya başladı… Yok hayır… Bu burada bitmemeliydi.

Peki, ne olacaktı. Onu da bilemiyordu işte..

Sola dönük olan yüzünü pencereye doğru çevirip düşüncelere ve ardından gelen derin bir uykuya daldı. Bambaşka bir dünya olan uyku insana neler unutturmuyordu ki…

Arkasındaki kapı rayının çıkardığı ses üzerine uyandı. Tren bir istasyonda durmuştu. Anne ve kızı ayaktaydı. Yoksa, yoksa gidiyorlar mıydı? Kendi kendine kızmaya ve içerlemeye başladı. Nasıl da kaçırmıştı bunu. Uyuyacak ne vardı. Uyumasaydı bir şeyler yapardı belki. Hani en azından diyalog fırsatı bulur, belki de iletişim-irtibat bilgilerini alırdı. Kadın önde kızı arkadan kapıdan çıkmak üzereyken kızın koluna dokundu. “Koltukta poşetleriniz kaldı.” dedi. Kız gülümseyerek “Gitmiyoruz ki..” dedi. Annesi de “Buranın çöreği güzel olur, çörek alacağız” dedi. Bunu kendisine bir davetiye kabul edip peşlerine takıldı. Vagonun dış kapısı açıldığında gecenin ayazı içeriye hücum edince bir titreme aldı. Üstünde bir şey olmadığını anlayınca geri dönüp montunu aldı. Dönünceye kadar anne ile kızı kalabalıkta kaybolduğunu gördü. Sağa sola bakıp bulamayınca kalabalığın içine daldı. Çörekçi aradı bulamadı. Çantası aklına geldi. İçinde mühim evraklar var deyip geri döndü. Vagona girince kızla annesinin yerlerinde oturduklarını gördü. Ellerinde çörek ve meyve suyu yiyorlardı. “Neredeydi? Çörekçiyi bulamadım” dedi. Aslında ‘sizi bulamadım’ demek istemişti. Anne gülümseyerek “El arabası üzerinde satılıyordu” dedi. Kendisine de bir meyve suyu ve bir çörek almışlardı. Bu ne nezaket ve incelikti. Demek onu da düşünmüşlerdi. İçinde anlatılmaz bir sevinç dalgası yayıldı. Denizde kaybolan bir sandaldaki adamın sığınılacak bir liman bulmasıyla duyduğu sevinci yaşadı bir an.

Eline verilen poşetteki çörekle meyve suyunu yemek için yerine oturmak üzereydi ki sürgülü kapı yana kaydı. Yaşlı bir teyze elinde bir biletle başında dikildi. Hemen arkasında kondüktör duruyordu.

Kadın, “Burası benim yerim” dedi.

Kondüktör başıyla ona ‘gel’ işareti yaptı. Elindeki poşet koltuğun üstüne düştü. Başı döndü. Düşmemek için kendini zor tuttu. Deri valizini aldı. Arkasına dönerek kız ile annesine baktı. Dudaklarına takılan sözcükleri yere düşürdü. Gözlerini anne kızdan kaçırarak kondüktörü takip etmeye başladı. Vagondan çıkarken attığı her adımın bunalımlı hayatına doğru gittiğini biliyordu.

Ardından elindeki poşette bir çörekle meyve suyu taşıyarak gelen kızdan habersizdi…

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Kara Tren Hikayeleri’nden Çörekotu / Ramazan Seydaoğlu

  1. Su gibi dupduru bir hikayeydi.
    Anlatım enfes.
    Sarıp sarmaladı, maziye taşıdı beni.
    Gençlik yıllarımda Gebze-Adapazarı Ekspres Tren yolculuklarımda İzmit’ten sıcak sıcak aldığım bol susamlı çifte kavrulmuş simitlerin tadını hissettim damağımda.

    Ve tabi o bir kaç saat içinde sımsıcak sohbetlerde tanıştığımız, bazen simidimizi, bazen gözyaşlarıyla birlikte taze acılarını paylaştığımız, bazen aykırı fikirlerini dinleyerek medenice tartıştığımız nice insanları hatırlattı bize.

    Hikaye burada bitmesin ne olur!
    Devamını bekleriz.

Ömer Terzi için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 91 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları