Söğüt Gölgesi / Mustafa Işık
- Gülüşün, siyah bir kapıdan geçen tüm renklerin sıralandığı bir divana adım atmak gibidir şimdi.
Yaşamın hüznüyle büzülmüş dudağından sarkan ikindi gölgesine benzer düşlerim. Dalga sesi onca söz deniz gözlerini resmetsin aynalara, beyaz esvabınla çok uzaklardan gelmiş edaya sallanışın başka âlemin esintisini taşır gönül haneme.
Belki kar beyazından çığlık, belki kardelene baş veren gülücük… yedi yerinden açan yediveren gülleri. Kırkikindi yağmurlarıyla arınmış toprak bütün sesleri yutan girdap olmuştur günlerime. Tüm perdelere Züleyha’nın güzelliği sinmiştir. Bir dağ başında, bir çobanın ateş harında huşu bulmuş kavalının sesi. Bir kurdun uluması, suya inen bir söğüt dalının gölgesine dolanmıştır. Ruhum dalda tünemiş kuş gibi sığınıp kalmıştır kırgınlığa, bilinmeze. Bütün azalarınla, yüreğinle duygunla… şaşkın ürkek ceylan. Ormanla sisleri sobeleyen avcının soğuk bakışından sessizliğin arşa ulaşmıştır.
Her şeye rağmen sessiz akan ırmak… Kör bir sessizlik… Sonbahar sararan avuç yaprak, belki de yanık türkülerde yarın başka güzel olacak. Rahmet, bir başka dokunacak ölülerin, suyu unutmuş çöl sarısı dudaklarına. Uyumalı artık, ruhu dinlendirmeli vuslat vaktine. Mezarlarımız da tıpkı evlerimiz gibi olacak. Evlerimiz… Sadece cesetlerimizi sığınağı… ya ruhlarımızı kim azat edecek.
Ölüler de uyur mu, ey dilsiz gece, ey gönül kafesinde unuttuğum mazi?
Kays da öyle yapmıştı… Leyla için giyerken mecnunluk gömleğini, düğmelerini bağlamayı unutmamış mıydı? Yolculuk eşiğe baş koymak iken gerisi teferruat değil midir? Ölüm, gömleğin son düğmesi gibidir. Düğmeler açılır, her biri ömürden film karesi. Siyah boyalı, beyaz gülüşlere nakışlı. Son düğme, filmin son karesi. Şimdi daha iyi kalpliyim. Şimdi daha mutluyum… tıpkı sen gibi.
Hep hiç’li gidişlere olan yolculuğun birinden sonra, sabahın çiği damla damla camdan süzülmenin telaşında yine, içimdeki kuytularda sızlayan kuşlar, söğüt dalına gölge yapmaya yeminli bulutlar. Bu sokak, her gidişime genişleyen yoluyla bildiğin sokak değil. Arkamda ‘geri dön suyu’ döken de yok nereye gideceğini soran da. Her gidiş, onca yolu tepip başka bir kıtaya varmanın tuhaflığı. Kuşları ve yeşili çok seven yüzü çöl toprağı günlerime selam olsun…. Selam olsun eksilmeye yüz tutmuş dilimde mukim turna türküleri! Mızrabın hasretle değdiği zarın ince teli. Her yola revan oluşumda toprak ananın saçları karşılar ayaklarımı. Bazen yolun tam kenarında, kaldırımda… dağ başında, taş oyuğunda, ağaç kovuğunda bazen de dünya hengamesinin tam ortasında. Yârin dudağında mim şeddesi. İçli mum gibi erimesi kadar nazenin akşamsefası. Hem yağmur niye yağar ki bu kadar. Yoksa toprak ananın saçları mı susadı? Yoksa bu dünyanın hengâmesine kol kanat getiremeyen gönül sarayımın sultanı da yağmur suyundan içip de sultanlıktan vaz mı geçecekti?
Su demişken, hangimizin yürek yangını Hüseyni bir kavrulmuşla denk düşer ki? Kan damlayınca toprağa, su yerine toprak ananın aşk kokan saçları daha soğuk ağlardı. Zaten hepimizin sonu soğuk toprak değil mi? Bülbüller ötse yağmur suyundan içen ülkenin bağlarında yahut duvarların ardında, güllerin güzel kokanı saçlarına yakışandı.
Hâlâ arkamda geri dön suyu’ döken yok, nereye gideceğimi soran da. Ama o yine de yola revan olmaya yeminli Hızır’a yoldaş Nebi Musa hevesliydim. Kuşları, söğüt gölgesini düş günleri hatıralarına bir bavulun kenarından kayan buseyle elveda demiş, yola revan olmuştum.
- Ey, bana yedi yıl kıtlık görmüş şehrin rüyasını gördüren güzel! Kalk ve uğurla beni.
Kaleminize sağlık, tebrikler 👏👏👏