DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Endam Aynası / Mehmet Nuri Bingöl


Yine akşamdır gelen. Gün telaşsızca sönmektedir; perde perde, sâkince…

Caddeden insanlar yuvalarına taşınıyor; korna seslerinden bellidir. Gönüllerini çekiveren evlerinde sevdikleri onları bekler. 

O candan sohbetin âniden kesilmesi, belki de bu idrâk sayesindedir. İmdat kolu, gene o ayna… Bir yığın tedâinin ürpertisini, ancak o silebilir.

Somyede oturan müstakbel hâkim – veya savcı, avukat-  her bakımdan doğuludur; dört başı mâmur… Gözü pek, sinirlendiğinde titiz ve serttir. Ama nasıl bir anında; ister eşref, ister de hangi vaktinde bulunursa bulunsun, hâlden anlamayı iyi bilir.

Bu idrâk sahibinin kabulündedir; onun insanı kızdıran acayip bir yanı da var. Tesbit ettiğini her vakit demek zorunda bilir kendini; “Hey kör kadı!” dercesine hem de. Ve şaşacak bir şey yok; onun bir de hüzün tarafı mevcuttur, hem de şâirlenme cinsinden. Bu esmerleşen duvarlarda ve tavanda, kimbilir şimdi hangi fikri kovalar?

Koltuklardan biri  devetabanının yanındadır, ve “diğerisi” orada…

Güney pencereden, tek açıklık yerden giren nefesi kesik bir aydınlık, yüzünün bir yanını aydınlatıyor- diyelim. O, Anadolu’nun batısındandır. Düşünen gözler bunu iyi bilir bilmesine, yine de arkadaşını mîzaç olarak doğulu sayar. Ona demeye kalksanız bunu, belki de kızar.

Kimi vakit  kendini kapıp koyvermeleri, anlaşılması müşkül boşvermişlikleri, doğu sıcağının kızarttığı -sayılan- mîzaçlara benzerdi. Bir yanı da es geçilemezdi tabiî; asıl tabiatını işte o kurardı. Onunla sohbet edip, hatta çok sert bir tartışmaya tutuşup da onu  sevimli bulmamak mümkün değildir. Yeşilimsi gözleri ile gür bıyığı, beyaz tenli ve zayıf yüzüne asıl mânasını taşır. O, ahbap olunabilecek canlı bir insandır.

Sıra “düşünen gözler”e geldi  derken, bakışımız kanapedeki Karadenizli’ye takılıyor birden. Hem yere, yemyeşil ve desensiz ucuz yer sergisine bağdaş kurup oturmuş Mardinli’yi nasıl es geçelim?

Onun sevimli bilgisizliklerine, yersiz büyüklenmelerine katlanabilen nâdir kimselerdendir. En beğendiği yanı mertliği ile dürüstlüğüdür, açık sözlülüğüdür; bâzen  açıkgöz geçinmeleridir. Esmer sîmasının ardı ona buna faydalı olma isteği ile dopdoludur; elinden gelmese bile… Kimi zaman büyüklenme niyeti ile yüz ve gözüne bulaştırıp, bir çuval inciri berbat etmesi bile onu incitmez.

Karadenizli’ye takılan gözler, onun bâzı huylarına acımadan yapamazdı. Kendini mânasızca ispat denemeleri onu çok kere zora sürmüş, küçük  düşürmüştür. Fakat yine de… Acıdığı yanı böylesi zora sürüklemesi kendini ve küçük düşme hâlini  anlamak bir yana, sezmek bile istemeyişleridir.

Ne o, bakıyorum da garipsediniz; pek  tabiî, eğer ona da sıcak hisler beslemeseydi, acımazdı; sadece kızardı. Ama hayır, samimi duygularla bağlıdır ona da; diğerlerine olduğu gibi. Hiddet bile edemezdi ona da; Kader benzerlikleri olan birini nasıl ve neden küçümsesin? Kendisi de onu anlamaz, içindeki hâlin niceliğini bilemezse, o vakit  hangi tepenin hangi sakinince anlaşılmayı  bekleyecekti o da?

Yine akşamdır gelen; gün telâşsızca sönmektedir, sâkince, perde perde sönmektedir.

İnsanlar caddeden yuvalarına taşınıyorlar, korna seslerinden bellidir.

Duvarlar, pencereler, perdeler, kapılar, sokak ve cadde gittikçe daha bir esmerleşir.

Açılan mevzû susturmuş onları. İmdat kolu  -gene-  zaman aynası. O sohbetin tedâilerini ondan başka ne siler? Şimdi ne düşünür o, iyi biliriz:

“ Perdeleri çekip de, ışığı neden yakmıyoruz peki ?”

Her zaman böyledir o ve her fiilin gerisinde habire beslenmekte, şişmekte, durmadan irileşmekte olan  asıl sâiki aramayı bir mârifet bilmektedir. Bir meseleyi çözmeden önce,  tersinde ışıldayan gölgelere göz atmak gerektiğini savunmuştur hep. Bir hâdisenin aksi ve tersinin,  özünü izahta pek kabiliyetlidir diye düşünür.

***

“O netâmeli günlere”  -tabiî ki- daha çeyrek vardır; henüz  çizgilerin  zihinlere göre müphem çehresini görmemişlerdi. Herşeye rağmen, bir gelişmenin adım seslerini ve kendisini en iyi bildirenin onun tam zıddını hayâllemek olduğunu kabullenmiştir.

“Işığın derece ve seviyesini en iyi anlatan,  karanlık ile mertebeleri değil midir?”

Yaşanarak ispatlanmış ve mantık örgüsünce de tasdik edilmiş  ‘temel esaslar’la çatışmayan  her türlü vâkıanın  kabullenme gereğini idrâktedir,  onlara göz yuman bir ‘at gözlüğü takma’  işinin abes kaçacağını çok kere görmüştür.

Öylesi cilvelerin aksi istikameti, eğer daha bitkin, perişan ve çürütücüyse, az yanlışa  tahammül etme  zaruretinin dağlar ardından baş verdiği zehabına da düşürür onu; ama o az yanlışı bile “kalben”  tasdik etmek mi? Allah korusun…

Zihnindeki  bu mukayeseye başkalarını da ortak etmek istemiş  olmalı ki  şakacı mı, şen mi, ciddi mi, yoksa hüzünlü mü olduğu; açıkçası, nasıl olduğu anlaşılamayan bir sesle:

“- Perdeleri çekip de ışığı neden yakmıyoruz?” deyip  sustu.

Cevap değil, ilk hareket somyede oturan müstakbel hâkim, savcı veya avukattan  geldi.  Ayaklarını çekip altına aldı; somyeye daha iyi yerleşti.

Bir diyeceği var  gibiydi, ama sadece yutkundu. Bu işe pek taraftar değildi anlaşılan. Hüzünlendiği -veya titizlendiği- çok kere tekrarladığı gibi, belki de içinden;

  “Çay diye yutkunup eğdi başını…” demeyi geçirmiştir belki de…

Ahbaplığı pek kolay  arkadaşına döndürdü başını – o zaman Tıp talebesiydi-, yüzünün pencereye dönük yanı da artık silik çizgili ve  gölgeliygi.

Bu bakışın sebebini anladı elbet. Nefeslendiği bile duyuldu, o da iyice…

 İç çekmişti, kim bilir nerelerde at koşturuyordu hayâli. Karşılıklı bu susuşmaya bir son verecek, belki de sualini cevapsız koymayacaktı. Ama sâdece güldü, soruyu ve bulundukları durumu   acayip bulduğu belliydi.

“İçerdeki”  bütün başlar  hep birden ona döndü; hızla, azarlar kaş çatışlarıyla… Kahramanımız müstesna; o sadece manalı şekilde baş sallıyordu.

Yine de biliyordu ki artık akşamdır gelen. Gün telaşsızca sönmüştür; perde perde, sâkince sönmüş, dürülmüştür.

Yuvalarına can atan insanlar, şimdi terliklerini bile giyinmiş olmalılar. Duvarları, kapıları, sokakları, pencere ve perdeleri, bundan geri türlü lambalar aydınlatır. Açılan mevzu onları susturmuştu, dudaklarına kilit vurup gırtlaklarına birer yumru oturtmuştu.

İmdat kolu – her vakit –  zaman aynasıdır. O konuşmaların; duyguları hafakana atan, karanlığa bıraktıran  o konuşmaların tedâilerini  -hani-  o silecekti!

Dedik ki o yeşilimsi göz, gür bıyıklar, beyaz ve zayıf yüz ahbap olunması pek kolay delikanlıya aittir. Münasebetsiz gelen gülüşünde şaşılacak bir şey mi var?

“- Bizim oralarda şimdi… Balkonumuz  ne tatlı olur. Gel de…”

Sesi, âniden tekrar hüzünlenmiştir. Bunu sezen idrâk sahipleri, esmerleşmiş tavanda bir yığın hâtırayı kovalama isteğiyle doludur. Ama geçti artık; büyü bozuldu belki de… Başaramazlar onu bundan böyle, kafalarını toparlamak için belki de hareket gerekli…

Bunu ilk fark eden Mardinli oldu:

“- Ne bu hâl?” diye sordu kızgınca; “cesur olalım biraz.”

Karadenizli – bu ikazı beklermiş gibi-  çevik bir hareketle doğrulup perdeye saldırdı. Ama ne fayda.

“ Dur be birâder, bozma havamızı…” ihtarı ile diğerlerine baktı.

Düşünmekten medet uman delikanlı, Mardinli’nin  “Cesur olalım”  ikazına takılıp kalmıştı, hâla o bilmeceyi çözmekle meşguldü. Yiğitliği ile övünmeyi pek seven Mardinli, acaba  ellerini kollarını bağlamış pranganın anahtarını -veya formülünü- mü vermişti kendilerine?

Işık ve aydınlık  – kimilerince –  “nankör”  zannedilecek kadar  dayanılması zor nesnelerdir belki de.

“Evet, pek doğru; ona her vakit  dayanabilmek için ancak cesaret gerekir, yiğitlik ister.”

“- Neden duracakmışım?.. Bir sürü işimiz de var, dersimiz de… Yarına  anatomi imtihanı bekler beni.”

 Karadenizli, birinci cümlesinin karşılığını bal gibi bilmektedir, fakat işinin  -veya dersinin-  başına oturması lüzûmunu hesaplayarak, başından savmaktadır onu.

Kahramanımız şöyle bir kımıldanıp koltuğun kenarlığını kavradı, duyduğu ses ile de  kavuşma isteğini içine gömüp, kanaatın geldiği yöne çevirdi başını; karanlığı gözlerine doldurarak.

“- Haklıdır…”

Duraladı, öne doğru eğdi bedenini, tekrarladı:

“- Haklıdır hâkimimiz.”

Yutkundu bu sefer, sesi hasret dokudu tekrar.

“- Havayı bozup da ne yapacağız?”

Gözlerin sahibi  içinden söylendi, nihayet bir karara  varmış gibiydi:

‘ Ne mi yapacağız ?’

Yapacağı bilmemek, evet. Anahtar budur belki de…

“Yapacağı bilmemek” vâkıadan, hikmet tecellisinden, olup bitenden, olup bitecekten, yani ışık ve aydınlıktan kaçmayı haklı gösterebilir miydi?

Işık da oydu, aydınlık da…

“Yapacağı bilmek” ve vâkıaları  “mutlak hakikat”ın gözlüğüyle karşılayabilmekti. Bir yığın mezbele silikliğini  seyretme -veya tahammül- cesaretini verse verse, ancak o verebilirdi.

O vakit, gelenler hep  “akşam” da olsa; günler perde perde, sâkince de sönse; insanlar daima evlerine taşınıp kendilerini “garip” hâlde de bıraksa; duvarlar, kapılar, sokaklar, pencere ve perdeler  zorlama ve cılız aydınlıklarla  ışıklanır gibi de olsa, açılan mevzular çoklarını  susturmaya dursa bile imdat kolu, idrâk ve imkân nuru, her daim halin olup biteni gösteren endam aynası olacaktır.

Neyin yalan, neyin hakikat olduğunu izhar eden de hep o  “ayna”  değil midir hem?

“Bunun aksini  mi söylemek; geç bir kalem azizim…”

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 10 eseri bulunmaktadır.