DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Sıkıntı / Ceylan Mumoğlu


İşten çıkar çıkmaz sağına soluna bakmadan evine yetişmeye çalışıyordu. Kimseyi görmek istemediği için hızlı yürüyordu.

Elinde olsaydı gözleri kapalı koşardı evine. Yolda durakta kimselere bakamıyor, gözlerini kaldırmıyor veya kaçırıyordu: “Neden böyleydi? Neden değişmiş ve kendine hakim olamıyordu?” Artık bunu düşünmekten bıkmış, bitkin düşmüştü.

Evine vardığında rahatlayacaktı. Son günler kendine bir “rahatlama” yolu bulmuştu. Onu yapınca huzur buluyordu.

Apartman kapısından içeri geçip asansöre doğru yürüdü. 6. kata çıktı. Yüreği yerine gelmişti. Bu saatten sonra kimseleri görmeyecekti. Evine girip paltosunu çıkardı. İlk işi balkona çıkmak, onu sabırsızlıkla bekleyen kuşlara sularını vermek, beslemek ve kafeslerini temizlemek oldu. Kuşlarını yemlerken bir yandan da onlarla konuşuyordu:

– Sizi sadece akşamları görsem de, bana büyük sevinç yaşatıyorsunuz. Ah, tamam. Unuttum ya. Akşamları şarkı söylemiyorsunuz. Siz sabahları güneşi gördükten sonra ötmeye başlıyorsunuz. O vakit de ben işte olurum. Ama olsun, iyi ki varsınız. Sizi seyretmek bile bana yetiyor.

Sonra sevdiği çiçeklerini -japon gülü, turnagagası, begonyasını suladı. Daha sonra çok sevdiği kedisinin yanına gitti. Mavi Rus kedisi türünden olan bu kedinin uzun yüz kuruluşu vardı ve yumuşacık tüy uçlarındaki gümüş rengi ona parlaklık verirdi. Kendini sevdirmek için diğer kediler gibi çaba sarfetmezdi. Adam önce kedisini kucağına alıp okşadı, sonra da yemeğini ve suyunu önüne koydu. Kedinin karnı doyana kadar onu bayağı izledi. Gittikce kendine geliyor, zihnindeki kabuslar yavaş yavaş dağılmaya başlıyordu. İleride daha çok vakti vardı, yalnız kalacaktı, bu saatlari değerlendirecekti. Banyoya girip yıkandı. Suyla temizlenmekten güzel ne olabilir?! Yeniden hayata dönüyor, günün tüm stresini bırakıp hafifliyor, ruhlanır, rahat nefes alıyorsun, kalbinde bir de hayat aşkı yeniden uyanıyor. Boşuna dememişler, “Su hayatın kaynağıdır.” Su hayatın ta kendisidir.

Bunları düşünürken bornozunu giyip salona geçti. Telefonunu eline alıp iki senedir birlikte olduğu kadını aradı.

– Nasılsın, canım. Bugün de buluşamayacağımıza göre beni affet.

– İnanamıyorum ya. Niyetin beni başından uzaklaştırmaksa, bu kadar uzatmanın ne anlamı vardı? diyerek kadın itirazını gizletmedi.

– Sakin olsana. Öyle bir niyetim yok. Sadece anla halimden. Zamana ve yalnız kalmaya ihtiyacım var.

– Neden acını bölüş müyorsun? Bir birimize bu kadar mı uzak ve yabancıyız?

– Acımı kendim de anlamıyorum. Sana da yüklemek istemiyorum.

– Peki. Sana gereken zaman ne kadar sürecek? Birbirimizi görmeyişimiz bir ay oldu.

– Bilmiyorum. İnan bana, kendim de çabuk bitmesini istiyorum. Affet beni…

Kadın telefonu kapatmıştı. Son kelimelerini kendisi duymuş oldu.

“Acaba bu dünyada karşıma hiç soru sormayan, bir kelimemden anlayan kadın çıkacak mı? Kelimesiz anlayan kadından bahsetmiyorum bile, böylesi nadir bulunur. İyi ki, evlenmemişim, yoksa insanlardan kaçışım zor olurdu. Şimdi hiç olmazsa sevdiklerimi kendimden uzak tutabiliyorum.” diye kendini teselli etti ve mutfağa geçti.

Şimdi işin en zor kısmına gelmişti. Son zamanların kabuslarından biri de yemek faslıydı. Off, nasıl yiyecekti akşam yemeğini?! Sabahtan şu saate kadar sadece çay, su, kahve, bir iki bisküvi atıştırmıştı. Yine yemek yeme eziyetleri başlayacaktı. Et yemekleri yiyemiyordu, görüntüsü bile midesini bulandırıyordu, öğürmemek için kendini zor tutuyordu.

Bir zamanlar işten gelince kendine büyük bir coşkuyla et yemeği hazırladığını hatırladı. Hatta bunu yapabilmek için özel tarifler de öğrenmişti. Aldığı dana etini kuşbaşından bir az büyük doğrar, tavanı yağlayıb et yumuşayana kadar soteledi. Sonra üzerine baharahtlar (tuz, karabiber, kekik) ekler, yemeğin kokusu da mutfağı bir güzel sarardı. Kavurduğu eti tabağa koyar, yanını kornişon, acı biber turşusuyla süslerdi. Şimdi böyle yemekleri gördüğünde, yahut düşündüğünde tiksintiden vücudu ürperirdi. Bak, yine tiksintisi başladı…

Ama hayır, son günlerde yeni yöntem de bulmuştu kendine. Onu aç kalmaktan kurtarıyordu. Buz dolabından hafta sonu marketten almış olduğu meyve ve sebzeleri çıkardı. Onları o kadar özenle seçmişti ki, hepsinin tazeliği, rengi, kokusu üzerindeydi. Önce onları pür dikkat seyretti. Zihninde hayal kurmaya başladı. Şu meyve ve sebzelerin başka bir gezegenden, mesela Mars’tan getirildiğini hayaletti. Bunları düşünürken de meyveleri eline alıp okşadı. Kendini herşeyi keşfe çıkan bebek gibi hissetmeye başladı. Portakalı, mandalinayı, elma ve armutu bir bir koklayarak kokusunu ciğerlerine çekti. Derinden nefes alıp yeniden kokladı. Meyveleri koklarken sanki kokularını ilk defa duyuyormuş gibi hissetti. Hepsinden bir dilim kesti ve gözlerini yumdu. Önce portakal diliminden tattı, meyveden çıkan su ağzında dağılırken muhteşem lezzet aldı. Gözlerini açtı. Diğer meyve dilimlerini de bu şekilde yedi. “Oh, çok şükür, nihayet, bitti.” diyerek salona geçti. Artık midesine bir şeyler girmiş, epey rahatlamıştı.

Uyumadan önce yapacağı işlerden tek bir tanesi kalmıştı – müzik dinlemek. Epeydir ne televizyon izleyebiliyor, ne de gazete okuyordu. Kitap okuması da azalmıştı.

Bir tek iş arkadaşının önerdiği müzikleri dinliyordu. Kabusları başlarken iş arkadaşına rahatsızlıklarını anlatmıştı, o da böyle durumlarda bazı müzikleri dinlemenin iyi geleceğini söylemiş, hatta o müziklerin listesini de vermişti. Audio CD-sini çalıştırarak, Franz Lisztin “Avuntu” (Consalation Des-dur №3) piyano parçasını dinledi. Kanepeye uzanarak ellerini başının arkasına koydu. Sevimli Rus Mavisi de yavaşca gelerek sahibinin tam karnı üzerinde oturdu. Adam müzik bitene kadar kedisini okşadı. Müzik ve kedi onu o kadar rahatlattı ki! Böyle ortamda rahatlamamak da ne demek?! İş arkadaşına tavsiyesinden dolayı dua edip gözlerini yumdu. Oradaca kediyle birlikte uykuya daldı.

Sabah erkenden saatin alarmı ile uyandı. Kalkıp üstünü giydi, yüzünü yıkadı. Çabucacık kedisini ve kuşlarını yemledi, sularını koydu. Mutfağa geçip bir iki bisküviyi cebine attı ve evden çıktı. Sokakta yürürken yine insanlara bakamıyordu. Gözlerini yerden kaldırmıyor veya kaçırıyordu. Bu şekilde iş yerine yetişti. Dolaptan iş yeleğini alıp giydi, tibbi eldivenlerini taktı. Bir kaç derin nefes alıp verdikten sonra iş odasına dahil oldu. Ameliyat masasında iki ceset otopsi için onu bekliyordu.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 5 eseri bulunmaktadır.