Güneş / Gülçin Yağmur Akbulut
Hangi kavşakta dursam, dönüp dolaşıp aynı camdan duvarların önünde buluyorum kendimi. Uzaktan bir akraba gibi yedi iklim ötesinden bakıyor gövdemin siluetine gabardin ayrıçlı. Kimi görsem üstünde aynı güneşle dolaşıyor caddelerde. Çizgisi aynı, deseni aynı, hatta düğmesi iliği bile…
Güne başladığım her şafak aynı zemheri tedirginliği. Ve her gece düşlerimde yine aynı şemsin hayali… Yabanıl yerlerimde, tekrarlayan o ince sızı. Parmaklarımın ucunda yüzümün solgun kroması. Sürekli şubat ayazını zindeliyor takvim. Savrulan rüzgârın sesini kuşanıyor içimde uçuşan kırlangıçlar.
Yokluğun bıçağı hem keskin hem de sivri dilli. Göğsümde köy yeri şenliği, özlemi bedenimde şehrin kan çanağı gölgeleri. Okumak uğruna rotamı çevirdiğim bu kent, ağdalı bir boşluğun tartaklanmış imgesi sanki. Trenler kalkmaz bu gurbetten, trenler istasyonlarda çivili.
Heybemde bir kamyon yükü kuru soğuk. Bütün zamanlar çatallı bir kış sürgüsünde kilitli. Bugün kampüs çıkışı yine belleksizce uzun uzun izledim seni. Her bir metrende gizemli bir hayat öyküsü gömülü. Dokunmak için ellerimi sana her uzattığımda kollarımı omuz başlarından kopartıyorlar sanki. Sütten yeni kesilmiş bir bebek misali huysuzlanıyor dimağım.
Rüya göğünün altında kaç defa giyinip çıkardım seni. Ne çok ısındım, ne çok çözüldü üşüyen bedenimin kekeme dili. Düşlere zincir vurulmaz, hayallere duvar örülemez ki. Tüm tabiat uyusa da ben sana sarılarak dirildim. Rüya bitince, yıllarımla dem tutmuş ceketimi beyaz bir taş gibi bağrıma bastım.
İnanmayacaksın ama yağmurun değdiği, karın bulandırdığı azalarımı üst üste sıralanmış tüylerini seyrederek ısıttım. Tipinin ortasında yünlü kumaşını sırtımda hayal ederek gülümsedim. Mağaza sahipleri tarafından fark edilme kaygısıyla tasalansam da vuslat alışkanlığımdan vazgeçemedim. Çünkü göğüs kafesimde tütsüyen, tuğlalarla örülü kuzinemdin.
Geçen gün ağzımı tıka basa dolduran sözcüklerle pişmişçesine sırıtan Yaman’ın kalbini delik deşik etmek istedim. Altında bilmem kaç milyarlık arabası, cebinde benim asla sahip olamayacağım kadar baba parasıyla dolaşan bir karabasan. Düşmanından öç alırcasına bir tavırla, bana uzattığı borç parayla kendime bir palto almamı haykırdı yüzüme sınıfın tam ortasında. Buzdan kalıplar içindeyken ekvatorun kor ateşlerine girdim kulağımda yankılanan sesiyle. Yoksunluğumdan değil insanlığından utandım, insanım diyen bu varlığın kapkaranlık yüreğinden.
Hayat işte! Yaman, baba parasıyla insanları küçümserken ben yıllar önce kaybettiğim babamın mezar taşını yaptıracak kadar para bulamadım yaşamın kıyısında. Avucumda bekleyen tek nakit eğitim, tek umudum zaman. Okulumu bitirip uzak dağların ardındaki küçük köyde yoklukla cebelleşen anam ve bacıma açacağım ümit kapısı ise tek tesellim. Bir de hayalim var. En pahalısından mermer taşı, olursa bir de sırtıma güneş.
Bu günlerde katlanıyor, akıyor vakit. Gelemiyorum. Gözlerimin önünü kül kaplayana kadar ders çalışıyorum. O sınavdan bu sınava koşturmaktan hasret iyice boğazıma çöreklendi. Hava soğuk. Seni göremeyince daha bir üşüyor omuzlarım. Malum final haftası, biraz daha üşümeliyim. Seni bir kez görebilsem eminim biraz ısınırdı ellerim ayaklarım.
Kalbimi, kalbimle beraber bedenimi üşüten ayrılık, nihayetinde bitecekti elbet. Sınavlarımı bitirdim. Ruhsatsız özlemler biriktirdim ceketimin cebinde. Seni görmek arzusuyla kılıç kadar soğuğu sırtıma yüklenip yürümeye başladım. Arjantin kadar uzadı yollar. Keşke bir Anka olup yanına çabucak varabilseydim.
Yalnızlık hiç bu kadar ağır gelmemişti üşüyen gövdeme. Ezberimi büyüttüğüm camdan kutu içinde derin bir hiçlik mevcuttu güneşimin yerinde. Korktuğum başıma gelmiş başka bedenlerde vuku bulmuştu güneşim. Kefil olamayacaktı kaldırım taşları zemheri susturan mutluluğuma. Göğsümüm içine kış mevsimi yerleştirilmiş gibiydim.
Terk edilmiş bir çocuğun yurttaki ilk günü kadar biçareydim. Üstüme demir sürgülü kapılar kapatılmış, en sevdiğim oyuncağım avuçlarımdan koparılmıştı. Göğün altı ağlıyor, üstünde denizler sökülüyordu. Ayaz bir günün kırbacı acımasızca sırtıma sırtıma vuruyordu. Kırık bir masalın içinde şimdi nasıl ısınacaktı ellerim.
Bu caddeden bir daha geçmeyecek, bu muhiti yaşadığım coğrafyadan kaldıracak, bu sokağın adını bile anmayacaktım. Gözlerimi bulutların gölgesiyle birleştirip büyük bir dalga kırana doğru yolumu değiştirdim. Yanlış mı duyuyordum. “Beyefendi, beyefendi!” diyen bir ses kulağımın ortasına doğru yayılıyordu. Yanıma, yöreme, en son arkama döndüm. Sesin sahibi beni işaret ediyordu. Yarım bir sessizlikten sonra kendisiyle gitmemi rica etti. Şaşkındım.
Mağazandan içeriye girdiğimizde babam aksanlı bir gökyüzünün bana şemsiye tuttuğunu gördüm. Elindeki çantayı bana uzatan elli yaşlarında bir beyefendi içimde kurumuş olan zeytin ağacını yeniden yeşertmeyi başarmıştı. Mağazalarının her yıl bir kişiye armağan olarak bir paket takdim ettiklerini söylerken aylardır vitrin camının arkasından beni izlediğini saklamaya çalışıyordu.
Eğilen başımı kaldırarak bir gün iyi bir doktor olduğumda kendisini ücretsiz muayene edeceğimi söylerken kanayan yabanıl yerlerimi sıkı sıkıya bandajlamıştı. Kapının önüne çıkıncaya dek yine aynı yumuşak ses tonuyla bana bir kırlangıç öyküsü anlattı. Meğerki vitrin camı arkasından aylarca beni takip eden Fırat’ın iyi kalpli Rüzgâr’ı beni sorup soruşturarak mağazaları için bir armağan hikâyesi yazmıştı.
Eve kadar dayanamadım, bir apartman daldasında paketi açtım. Heyecandan parmak uçlarıma basamaz hale gelmiştim. Kaybettiğim güneşimi ayazlı bir kış akşamında yeniden bulmuştum.