DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Gülnaz / Sema Kaloğlu

Ayakları kütük gibi şişmiş morarmış halde, samanlıktan devşirme evinin eski tuvaleti kapatılıp yıkılmış, mutfağa dönüştürülmüş ve yan odayla birleştirilerek elde edilen, nispeten büyükleşince salon adını almış köşesinde, kanepe üzerinde kendisi için hazırlanan yatakta uzanmış yatıyordu. Acılar içinde olduğunu evde önünde dönenen iki gelin, bir kız ve sayısı altıyı bulan torununa belli etmemeye gayret etse de,  bacaklarındaki şiş ve morun ıstırabı sesine çoktan izinsizce oturmuştu. Üçüncü gelini, ki ilk göz ağrısıyla evliydi,  hacdaydı ve belli aralıklarla oradan annelerini arıyor, durumunu öğreniyor ve karşılıklı birbirlerine belli etmeden ağlaşıyorlardı…

Eski tahta sokak kapısının göbeğine açılan delikten bir ucu dışarıya sarkıtılmış ipi çekerek içeri giren gireneydi. Herkes hâlini merak ediyor, endişe duyuyordu onun için.  Üç amcanın evleri yan yanaydı.

Gülnaz’ın eşi dünyasını çoktan değişmiş, Gülnaz ondan sonra evinin hem erkeği hem kadını olmuştu. On sekiz yaşında bir şehir kızı olarak, tarla  bahçe işini  babasının çiftliğinde çalışan ırgatlardan bilip öğrenip gelin gelmişti dağların ardındaki,  eski adı “Deli Pazar” olan bu köye…

Bir şehir çiçeği dağda ne kadar boy verip serpilirse o kadardı onun hikâyesi de… Kayınvalidesi despot ve nemrut sıfatlarına haiz bir kadındı. Tâze gelinin eşiyle akşam birlikte olmasını kıskanır, bu yüzden gencecik güveyi, ondan başka arkada iki oğlan bir baba olduğu halde dağa çobanlığa yollardı. Genç güvey bir yolunu bulur her gece eşinin odasının camı önüne gelir, onu camdan alır götürürdü anasından gizli…  Oğlunun bazı geceler evde kalmasına izin verir bu kez de evde dereden güğümlerle binbir zahmet getirilen suyu sokağa boca ederdi; yıkanamasınlar diye ve gençler kışın yolları kapatacak kadar kara teslim bu dağ köyünde  titreyerek derede yıkanmayı göze alırlardı. Her türlü zorluğa rağmen dört çocuk yapabilmişlerdi yine de gençliğin ateşiyle. Ancak kayınvalide gelini doğum anına kadar tarlada çalıştırır, gelin sancısı tutunca bir ağacın altında çocuğunu dünyaya getirir, göbek bağını da oracıkta bulduğu bir taşla ezerek kopartırdı… Halleri vakitleri yerindeydi ama huzurları kaynananın ölümüne dek gökyüzüne mühürlenmiş durumdaydı. İlk iki oğlunu emzirmek için bile kucağına vermediği gibi, ona anne demelerine de engel olmuştu. İkinci oğlu askerden dönüp babaannenin vefat ettiğini öğrenene kadar anne dememiş, diyememiş, askerden dönünce annesinin Gülnaz olduğunu zorla kabullenmişti. Gerideki iki evladı kayınvalidenin gücünü yitirdiği zamanlarda yaptığından, onlara ferahça ağız dolusu ona anne dedirtebildiğinden çok daha fazla sever, kollar ama yine de ayrım yapmaz dört kolla evlatlarım diye sarılırdı hepsine. Eve Gülnaz’dan sonra iki gelin daha geldiği halde kayınvalidenin hizmetini yine de Gülnaz görür,  fakat bir türlü yaranamazdı. Paranın hesabını kuruşu kuruşuna tutan kadın her fırsatta Gülnaz’a hesap sorar,  onu hırsızlıkla itham etmekten de asla geri durmazdı. Gülnaz, kayınvalide hayattayken tam dört kez evi terk etmiş, babasının evine geri gitmiş ama yine de “evin, evlatların!” diye geri yollanmıştı. Nihayet büyükçe bir kavga ardından kayınvalidesi onu kolundan tutup  evden dışarı, köy meydanına  atınca, kocasıyla hemen bitişikteki samanlığı alelacele, sevine sevine eve çevirmiş, başlarını  sokmuşlardı. Kayınvalide öldükten sonra şehirde beş katlı bir bina yapmış, ama kendisi yine o samanlıktan bozma evde, mutfağı banyosu olmadan yıllarca yaşamıştı ki; gelinlerim rahat etsin,  huzursuz olmasın, ben çektim onlar çekmesin, diye düşünmüştü.

Köy yerinde herkes herkes hakkında dedikodu yapar, ama kimse korkudan Gülnaz’ın  gelinleri hakkında tek laf edemezdi. Onlar da kendilerine verilen kıymeti sonuna kadar hak edecek hâlisâne kadınlardı doğrusu. Anne der başka bir şey demezler, gülden ağır laf etmez, ettirmezlerdi. Kayınpederleri zengin olmasına rağmen aşırı mütevazı bir adamdı. Aslâ cimri değil, aksine hayır hasenatta son derece cömert, zirve bir adamdı,  lâkin ne akla  hizmetse Gülnaz’a köyde bir ev yapmamış, mevcut eve imkân varken, bir odacık daha eklemeye râzı gelmemiş, bir mutfak bir banyoyu bile ona çok görmüş,  var olana kanaat adı altında,  varlık içinde yokluk çektirmişti yıllarca. Öldüğünde ardından gelinleri duruma el koymuş, analarının rahatı için kocalarına o eve mutfak ve banyo yaptırmışlardı.

Seksen dört yaşındaydı ve ilk kez bu yaz evlatları torunları için bir şeyler ekip dikememişti.  Oysa yaz demek Gülnaz’ın evlatlarım rahat etsin diyerek dönümlerce araziye tek başına fasulye, bezelye,  domates,  biber,  patlıcan, hâsılı; yazlık kışlık sebze adına ne varsa ekmesi demekti… İlk kez bu bayram alınan kurbanı görmeye kapı önüne bile çıkamamış ve çok ağlamıştı. Oysa bayram demek Gülnaz’ın tepsilerle yağlı ekmek, cevizli çörek,  baklava yapması demekti. Koca tencerelerle sarmalar kuru fasulyeler pişerdi oysa ama bu bayram Gülnaz bunları ne yapabilmiş,  ne gelinleri yaparken onlara bakabilmişti…

Kapının ipi bir kez daha çekilmiş,  içeriye kocasının ortanca kardeşi girmişti. Zaten küçük kaynı yakalandığı hastalıktan kurtulamamış,  aralarından ayrılmıştı. Üç evin tek büyük erkeği Necati bugün belki onuncu kez; ayaklarını anca sürüyerek yürüyebilmesine rağmen, kapının ipine asılıyor, içeri girip ona bakıyor sarılıp ağlıyordu; ” yengeee, iyileş daaa!!! Gülnaz annee, iyileş!. Sana bir şey olsa biz ne yapaceyiz, kapanacak kapımız hee, ağabey gitti, kapımızı sen açtın!!! Sen gidersen ne olaceyiz; darma dağın  oluruz…”

“İyiyum ben hee,  iyiyum!. Korkma, bişeyim yook!” diye teselli ediyordu kaynını,  ama o kapıdan çıkınca “Ohohohooo!. Gevurler!. Ananuz bana domuzluk ederken sesinuz çıkmiyordi, şimdi kıymetli mi oldum?!. Biliyorler gideceyimi; analarını Allah’a şikâyet edeceyimi, korkiyorler heee!” diyordu. Elbette bu kaynını sevmeyişinden yahut ona içten bir sitemi oluşundan değildi; neredeyse yarım asır geçtiği halde kaynanasının ona yaptıklarını unutamayışından affedemeyişindendi…

Arada yattığı yerden başını kaldırıyor bir şeyler söylüyordu. Efendim Gülnaz anne dedim, “Utaniyorum, daa çok utaniyorum!. vallahii, korkiyurum hee, naaa, ne olacayim, kimin eline yuk olacayim. Bu kadar ölen giden genç varken yaşamaktan utaniyorim!. Alsun daa canumi daa; yaşayup napacayim, yeter da yaşadum; doydum, alsun hee, kimseye yuk etmesun!”

Ağlayan gözlerimi belli etmeden silip titreyen sesime tokluk giydirmeye emek sarfedip, sabır Gülnaz anne sabır!. Ne yük olması, sen aslâ yük olmazsın, herkes sana seve seve de bakar!. İyileşeceksin, beraber ceviz toplayacağız.”

“Ben temizleyemem kabuklarını, ellerim kararır, sen temizlemesen de yemem diyorum. “İnşallah naa, inşallah!” diyor; “Sana ellerimle temizlerim elbet”

Arada dalıp gidiyor, gözlerinden damlalar süzülüyor, bir şeylere üzüldüğüne kanaat getiriyoruz maziye dair ve sesleniyoruz; Gülnaz anne unut artık, unut, bak ölüp gittiler, dünya onlara kalmadı, sen hâlâ hayattasın, iyi olacaksın, keyif süreceksin daha diyoruz, bizi duyuyor, başını kaldırıyor ve “Gördünüz değil mi, gördünüz; öldüğünde başının altındaki yastıktan çıkan tomar tomar paraları!” diyor. Gördük diyoruz, gördük!. Ki hem ne görmek; babaanne öldükten yıllar sonra hem de, hepimiz bir aradayken, yüklüğün arkasına düşmüş ve yıllarca kimsece  farkedilmemiş yastığı bulup şaştığımızı,  sonra çürümeye yüz tutmuş astarını atalım yününe yazık,  lâzım olur yine dediğimizde içinden çıkan tomarlarla parayı…

Kapısını bir kez nasılsın diye çalsanız sizi nasıl ağırlayacağını bilemeyen, sorgusuz sualsiz karnınızı  tıka basa doyuran, her türlü ihtiyacınızı kim ve ne olduğunuza asla bakmadan, güler yüzü,  tatlı dili ve büsbütün bir insanlığıyla ağırlayan bir anneydi o; tüm köyün ve onu tanıyan herkesin Gülnaz Anne’si…

Şimdi yattığı yerden tıkanmış damarlarının açılması için tedavisini bekliyor Gülnaz. Koskoca bir ömür; asırlık bir çınar. Fırtınalara, sellere, yangınlara başkaldırmış bir şehir çiçeği… Cennete gül olmak için saniye sayıyor. Başında çocukları, torunları, akrabaları; köylülerinin birbirleriyle yarışırcasına okuduğu Kur’an’lar,

Kelime-i Tevhid’ler  Salavat’larla kaynanasının yalnız ve bir tövbe istiğfara muhtaç ölümüne inat…

 

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 3 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları