DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Tarassud / Sema Kaloğlu

Kader; “yağmuru yemiş üstüne tozu çekmiş kirli bulanık cam ardından bak gökyüzüne” diye sırıtmakta karşıma geçmiş.

Sıcaktan vücudunun dörtte üçü su olan insanı buharlaştıran,  bunaltan bu çatı katında cam temiz olsa da damlardan arta kalan yarım avuç mavilik var zaten.  Baksan ne olacak,  görsen ne olacak?

İçimdeki marjinali dinledim ve masamı pencere arkamda kalacak şekilde çevirdim. Hani o şiire,  şaire ilham kaynağı,  ferikleri omuz üstü,  kakülleri kaş üstü,  düş saçlı bulutlar bana yar olmadı madem deyip.

Arada yandan yandan kesmiyor değilim. Kasıtlı değil  esasen; odaya girerken çıkarken mecburi bir takılma gözlerimde oynaşan. Karşıda ta çocukluğumdan kalma belki  otuz, kırk senelik apartmanın çatısında bir martı dikkatimi çekmeyi başarıyor. . .

Başlangıçta yalnız takıldığını  sandığım martı tarassud edince anladım ki meğer çiftmiş. Günlerce malzeme taşıdılar kanat kanata,  doğalgazla birlikte emekli olmuş, varlığı hane sahiplerince unutulmuş yıkık viran bacanın üstüne. Üç beş günde dayayıp döşediler ve oturmaya başladılar.

Doğrusu perdeleri çekik bir ev gibiydi yuva onca yüksekliğe rağmen içini göremiyordum ve düşünüyordum onların bile bir mahremiyet duygusu olabilir miydi? Binanın alt katındaki dairelerin camlarını perdesiz,  sahiplerini yarı çıplak balkonda arz-ı endamda görünce hergün,  “yok canım daha neler” dedim “insanda olmayan hayvanda olacak olması mümkün değil.” İnsan; tekamül eden,  olgunlaşıp merhale aşan bir varlık martı; bir beşer sadece onun tekamül şansı yok ki insandan üstün tavır sergilesin.

Günlerce oturdular yuvada,  biri gitti diğeri geldi. Birbirlerini karşılama amaçlı ayağı kalkıyor, sevinçle kanat çırpıyorlardı. Gelen kursağındaki nevaleyi yuvadakine ikram ediyor, ikisinin de karnı doyduğunda bir müddet birlikte oturuyor sonra nöbet değişiminde sırası gelen uçup gidiyordu.

Martı bed sesli yaratıktır bilirsiniz. Kuşların ötüşlerindeki insanı hüznünden neşeye neşeden hüzne alıp götüren o eşsiz nağmeler bulunmaz martıda. Sanki bülbül olamadığı için üzülen diğer ötücülere şükür makamı gibidirler. Ayrıca halk diline yerleşmiş “kuş gibi naif ve zarif” deyimi martı için geçerli değildir. O okkası azmış gövdelerini çatılarınıza öyle bir bırakıverirler ki park esnasında; şahsen alışana kadar neler çekmiş nihayetinde “kafayı sıyırmaktan gerçekle yüzleşmek evladır” deyip pompalıyı kapıp hırsız peşine dama çıkıncaya kadar da anlayamamıştım bunu.

Hayli zaman sonra o bed seslerin arasına minnacık,  küçümen,  şirin,  tatlı bir ses eklendi. Cik cik cik diye bir avuçluk olduğunu tahmin ettiğim cüsseden çıkan o taze güngörmüş ses yırtmaya başladı göğü. Oturduğum yerden fırladım görürüm hevesiyle,  koltuğun üstüne çıkıverdim pencereden sarktım,  koltuğun tekerleği bir kaysa o sevmediğim martılar yüzünden direk asfalta posterim çıkacak ama nafile göremedim. Olsun sesini duyuyordum çıkmıştı yumurtadan,  dünyadaydı,  işte aynı göğün altındaydım taze bir doğumla yepyeni bir hayatla.

Haftalarca ben görmeden “cik cik”ledi durdu. Anne babası havada uçuşan diğer kuşlara karşı hep nöbet tuttu korudu onu. Ezkaza bacalardan birine yorulup bile konacak olsa bir uçucu aslanlar gibi sürüp kovdular. Derken bizim paşa hazretleri birgün göründü. Günlerce aç mı,  susuz mu? diye gerçek endişeye kapıldığım bebek martı karşımdaydı. Aman Allah’ım! hayatımda bu kadar çirkin bebek görmüş müydüm? Ben beyaz bekliyorum o gri bir şey, ben minnak gagalı şirin bir yüz bekliyorum o pinokyo gibi odun bir burun sahibi. Yalan yok biraz hayal kırıklığı olmadı değil,  yüz güzelliği; kalp güzelliğidir diye mıhlı hafızamıza neticede…

Günler artarda devrilirken gözlerimin önünde birbirine yapışmış çatılar üstünde yürüdü,  güneşlendi,  büyüdü,  serpildi. Tüyleri griden beyaza döndü adım adım. Anne babası hiç müdahale etmedi,  yağmur oluklarına yaklaştığında ben düşecek diye yerimde Allah’a yalvarıp koruma dilerken onlar kıllarını bile kıpırdatmadılar. Bebeklikten sıyrılan ergen kanatlarını açıp kapatıp, gerip çırparak ufak ufak havalanarak yaptığı antremanlardan birinde uçtuğu yere konamayıp dengesini kaybedince… Bakamadım gözlerimi kapadım… Göz pınarlarımda akmak için hazırolda bekleşen damlalar süzülüverdi… İçimden binbir küfür geçti umuda dair. Mezbelede gül açacağına açabileceğine beni inandıran o umuda sövdüm durdum. Birden öfkeyle suratına okkalı bir tokat indirmek için ayırınca bilinçsizce elimi gözkapağımdan aman Allah’ım ne görüyorum?

Uçuyor…

Deliler gibi uçuyor,  üstelik sanki sevgimi ve üzgümü anlamış gibi camın önünde pike yaparak uçuyor. . .

 

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 3 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları