Mazi Günlerimden / M. Nuri Bingöl
“2 Aralık 1983- Şaphane
Bu satırlara başlama niyetim, çoğumuzun ve türlü endişe sahibinin “beşer” dediği kalabalıklarda ve arzda garip, kimi zaman halim selim olan, bazı vakitler zalimin de zalimi mahlukun genel hayat şeridine, yaşantı silsilesine faydalı olabilecek hadiselere eğer şahit olabilirsem ömür çizgimi tecrübe demeti olarak yepyeni kuşaklara aktarıp, aynı hatalara düşmemelerini salık verme isteğinden doğdu. Bununla birlikte, işin gerçeği, bu kararım oldukça derinlere ve çok eskilere dayanmıyor. Hakikat şu; bu kararım, on aydan beri memleketimde beklediğim öğretmenlik tayin emrimi posta yoluyla getiren telgarafla başladı. K……. İl Milli Eğitim Müdür Vekili Hayreddin Bey’in imzasıyla “atama”mın, illerindeki Ş…… beldesine olduğu bildirilince yüksek eğitime başladığım ilk yıllarda tohum hâlindeki günlük yazma arzumu şıvgalandırıp sümbüllendirdi, ‘yeniden inşa’ etti galiba; ama ara ara ve fasılalarla.
Bu şekildeki“anı” yazma gayretine “günlük” denemeyeceğini bilmeme rağmen yine de başlıyorum. Zaten bu âlemden göçtükten sonra ardımda bırakacağım tek mal, arkadan gelenlerle yeni nesillere yararlanacağı bir kaç satır bırakmak olursa Allah’a sonsuz şükran duyacağım. Hayali satırlarımla ülkeme kazandırabileceğim üç beş hemcinsimi azımsama ey okuyucu! İnsan hayatına ve -itiraf ederim- hayata gözlerini yeni yeni açmış -bence öyle- bir insanın -kendimden bahsediyorum- ders verici hatıralarına sığınmak bile az şey midir? Bir tek fert için dahi ayna olabilecekse bu satırlar, neden lüzumsuz görülsün?
Sırası gelmişken, temas etmeden geçemeyeceğim. Beşer hayatını, maddeci akıldaneler ile hikmetsiz kaba sofiler gibi sadece ferdî sergüzeştlerin toplamı intibalar zinciri biçiminde anlamıyorum; belki biyolojik insan yapısından daha karmaşıklık arz eden, kendi türünün birbirine faydalı olma iradesiyle kendini, zararlılardan sakındırma insiyakında bulan; daire daire içinde birbirini tamamlayan, renk ve ses tonlarıyla insicam yapan; biri diğerinin menfaat ve çatışmasından tesir alıp örgü örgü işleyen hayat safhalarını idrak ediyorum.
Böylesi bir “en şerefli” mahluk insana, bilhassa en temel değerimiz İslam’ın çizdiği diğergâmlık ilkelerine uyması gerektiğini düşünenlerdim. Şunu itiraf cesaretine sahip olduğumu, maaliftihar, âlemin aktarına sayhalandıracak kadar -hamdolsun- ilan ederim. Kişi hayatı (ferdî hayat) noktasından bulunduğum mihrak ile “günün gerçeği” denen hortlaktan fersah fersah uzağım! Hortlak diyorum, çünkü fakültemde aldığım akademik sertifikalardan biri de “Umumi Türk Tarihi”nin medeniyet bölümüydü ve edindiğim bilgilere göre yerleşik hayata geçmemişve bir bakıma “avcı toplayıcı” olan Türklerle civarındaki kavimler – yaklaşık 2500 yıl öncesinden bahsediyorum- zamanımızdaki kimileri gibi, “günün gerçeği” savrukluğuyla aynı seviyede yaşıyorlarmış; ilerde -sual buyurulduğu gibi(!)- bu meseleyi açmaya, eskilerin tabiriyle “tavzihe” çalışacağım.
Bunu tespit etmeme rağmen, harika bir zümrüt zincir hâlinde süregelen hayatımız ve “zerrelerin hareket”iyle oluşmuş zamanın hikâyesi olan insanlık tarihi, hem maddi hem manevi olarak çağ açıp çağ kapayan, çağı -paçasından- yakalayan veya atlayan hadise ve sahneleri görüp nüfuz ettiğimi sanıyorum. Bu zannımın doğruluk veya hata derecesini de zaman gösterecektir elbet.Validem, vazife mekanıma gitmeden önce -her zamanki gibi- temelde hayatta bir defa yapılan “tezevvüc” meselesine dokundu. Ama bekleme, sabır, temkin kararımı onlar kısmete yorsa da asıl sebebini belki kendime bile itiraftan çekiniyorum. Yine de bıyık altından gülümseyerek işi sis ardındaki hayaller muğlaklığında bıraktım ve bütün o sözleri es geçme fiilini icraya verdim!“Evlilik işini çardak kurmaya mı benzetiyorsun anacığım?” dedim yalnız.
Onca ibretli hadise ve hikâyeyi zihin bakımından, üstelik hatıra nevinden gördükten sonra, bundan geri yoğurdu bile üfleyerek yediğimi bir zaaf kabul etsem dahi maalesef yine de öyle yapacağım.“Zamanı abidin” de, kalem ve sınıf arkadaşım Şükrü’nün manalı manalı bakmasına yol açacak, “Her Beyazdan Çekinmek.” makalemdeki aşırı temkinli olmak ihtirazımımın tıpkısının tıpkısı manasında elbet. Satırlarımın bu kısmını şimdilik burada noktalayışım tek yönlü ve sadece dünya ile sınırlı olmayan ve saffet denizinde kulaç atıcı olmayışımdan sanıyorum; ama sadece sanıyorum!
2 Aralık 1983- Ş….. İlçesi
“Daha biraz önce 20.30’daki haber bülteninden sonra Olayların İçindin’de Genelkurmay Başkanlığı devir teslim törenini seyrettim. Genelkurmay Başkanı Nureddin Ersin ile selefi Üruğ’un nutukları elbette ki mutad bir merasim konuşmasıydı. Bunu gayrıtabii bulmak imkânsız da. Fakat 12 Eylül darbesi neticesi başımıza gelen Evren’in konuşmasını dinleyince işimizin zorluğunu idrak ettim. Eskilerin cerbeze dedikleri “batılı hak gösterebilme hasleti” eğer yanındaki kimilerine de geçerse “maçı çevirmek” oldukça güçleşebilir. Belli bir bakış açısı böyle “cerbezeli” kişilerin, “tek parti dönemi”nden beri vazgeçemedikleri bir huy.“Kanunu tatbik edenler evvel kendilerine tatbik etmeliler…” beyanındaki manayı “millet”çe ters taraftan alır olmuşuz.“Böyle yapmamak gerek ama ben bunu yaşamayı uygun buluyorum, çünkü ben başkayım…” iptilası, bakalım neticede başımıza ne açacak?
Konuşmasının sonundaki bir söz, beni oldukça güldürdü. “Ordumuz siyasetle uğraşmayı kabul etmez.” 12 Eylül 1980 tarihinde ne yaptırdın ona o vakit? Sen orgeneral olduğun halde neden “tek aday” olarak Cumhurbaşkanı seçildin? 6 Kasım 1982’de millet o engin sağduyusu ile tekrardan “milli irade”ye kavuşmak için Anayasa ile birlikte sizi seçmişken, kalkıp onun iradesi aleyhine sözler sarf etmenin ne manaya geleceti tarihin tozlu raflarında?
Hatırıma gelmişken belirteyim. B……..teki darbe yanlısı MDP kurucularından biri oğlu yanına Kayseri’ye gidip pazar yerinde bir vatandaşa soruyor. “ Kime oy vereceksin?”
Cevap, anında geliyor; tereddütsüz…
“ Anavatan’a elbet.”
“ Niçin MDP değil?..”
Vatandaşın cevabı çok nettir.
“1971’de Gürler’i Cumhurbaşkanı seçtirmek için vekllere silah çeken Sunalp’a rey mi vermek? Elimi keserim daha iyi.”
Demek ki herkesin şapka çıkarmak zorunda kaldığı yahut kalacağı bir milli hafızaya sahibiz. Bu sebepten gelecek için ümitvarım. Zihnimde çınlayan ikaz beni düşündürüyor yalnız. “Ehl-i imanın âlicenaplığından bir tek hasenat hatırına dehşetli tahribat yapan canileri afvetme…” şeklindeki höşgörüyden doğan gaflet, döneklik, basiretsizlik tehlikesini bertaraf edecek yeni nesiller, “Nesl-i Cedid”ler yetiştirmek mecburiyetindeyiz.
18 Aralık 1983- şaphane
“ Hayatımdan levhalara başlayışımdan bu güne kadar on altı ömür törpüsü geçiverdi; ne de çabuk geçiverdi, şaşıp kalmıştım. Bugün ilk vazife yerim Şaphane’deyim. Önceki bir günlükte yazdığım gibi Kütahya- Gediz’e bağlı şirin bir nahiye.Ve bugün buradaki dördüncü günüm.
Ankara ve Kütahya üzerinden ulaştım buraya. Üç gün boyunca ara ara yapılan sohbetler, Ankara mahsulü çünkü. Demek ki oraya ayak basalı yedi gün olmuş. Daha sonra etraflıca anlatacağım. Tahsin ve Müslim orada eğitimdeydiler. Dile kolay, ikincisi ile ortaokul ve lisede beraberdik. Asıl yazacaklarıma giriş yapmadan önce diyeyim: Büyük ihtimalle , temenni ediyorum ki bu “fetret”in ardından yarın sabah ilk defa derse gireceğim. Sevimli bir telaşın kalbimi ikide bir yoklamadığımı desem yalan olur.
Biraz da kasabayı tanıtayım. Bugün bir dosta yazmıştım. Şöyle tarif etmiştim bu şirin nahiyeyi. “Dağı, suyu, madeni, ağacı çok bol ama evi , insanı pek az.” Bu cümleyi kullanmama sebep, dört gündür aramama rağmen kiralık bir ev bulamayışım olabilir mi, bilemem. Fakat gerçek ortada, o bol dediğim şeyler gerçekten öyle… Yaşamak zorunda olduğum bu gurbet, bu sıla hasreti olmasa tam hayalimdeki gibi bir yer diyeceğim. Güneybatısını zirvesi çok zaman karla kaplı, yerli halkın Akdağ dediği Şaphane dağı kapatıyor. Doğuda bir yükselti şeridi; envai türlü çamla kaplı. Batıda tepecikler sökün eden; kimi boz, kimi sapsarı, kahverengi. Az ötede geniş yapraklı ağaçlar, benizleri atmış kış korkusundan.
Yürüdüğüm şose, anladığınız gibi -kanyon olmasa da- geniş bir vadi içerisinde bulunuyor. Batıda S……. kazası var; otuz beş kırk kilometre, kaplıcaları, ılıcaları meşhur diyorlar. Güneybatımızda ise Gediz ırmağı boyunca ilerleyen sazlıklı bir yoldan Uşak’a varılıyor; Uşaklıgil’in memleketi. Hep ağaç, hep tepe ve bir de kavak, biteviye kavak. Bedenleri bembeyaz ve huzur verici. Gedize kadar ağırlıkla manzarayı onlar çiziyor. Gediz-Uşak- Simav yol kavşağında şirin ve gelişmiş bir köy var; Abide. Kasım ayında yaylalarından inen yörükler burada kışlarlarmış. Yazın ise Şaphane üzerinden , Şaphane dağının batısına düşen yaylalara “azmederler” imiş. Gazeteden ayrılmak zorunda kalmasaydım buradan tam bir röportaj çıkabilirdi; mekan röportajı elbet.
Abide’den sonra Gediz’e ilerlerken bir “ılıca” (kaplıca) var. Şaphaneye -kim bilir nereden- boruyla getirilmiş maden suyunu da bir gezimde tatmıştım elbet. Hep tarifte mi kalıyorum; planım öyle. Romenesk mevzular belki sonraya kalsın. Hele kafamda tam bir yer kazansınlar da… Teferruatla sayfa doldurmayı neden isteyeyeim? Bugün epeyce dolaştım, ciğerlerimi temiz dağ havasıyla doldurdum, depoladım bile… Yine tevafuklardan sadece biri: Yazımına Ankara’da başladığım “Çeşçe”nin tıpa tıpını burada görmek şaşirtmaktan öte şükrettirdi beni. O hızla eve varıp öyküyü tamamlayışımım bu çeşit tevafuklara kalbimin açlığını gösterdi.
25 Aralık 1983
Geçende gezintimden bahsetmiştim. Orada Şaphaneyi dilimin döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Biraz da halkından söz edeyim. Bir buçuk haftadan beri buradayım. İnsanları tanımak için kısa bir müddet benim için; umumiyetle üç aydan önce tanıyamam birini. Kısa tarif: Bir defa, çalışkan insanlar. Öğrendiğime göre iki yüze yakın dokuma tezgâhları var; ekime, dikime müsait olmayan topraklarıyla beraber geçimlerinin bir kısmı buna bağlı. Okuldan çıkınca ayaklarım beni kasabaya bakan bir tepedeki seyir mekânına götürdü. Tezgâh seslerine bir de çam dikili ormanlardan kopup gelen kuş sayhaları karışınca, hicaz makamında bir beste dinler gibi oldum. Oradaki yarın ucunda hırpani kılıklı bir adam. Bana çekingen bakışlar atıyor, sonra gözlerini yere çeviriyordu.
“Esselamünaleyküm…” deyince gülümsedi.
“Vealeykümüsselam hocam!” dedi.
“Öğretmen olduğumu nereden biliyorsun.”
“Hem elbise ve kravatından, hem de…”
“Başka?”
“Kasaba küçük hoca. Bura vardığın ilk günden beri tanınıyorsun. Hele bir de…”
“Hele’nin devamı ne?”
“ Gezmeyi de sevince meraklanıp tanımak isteriz helbet.”
Bu cevaptan kalbimin gizlenmiş esrarlı bir bucağının hoş hislerle kabardığını duydum. Yine de aceleci olmayan adepte zorluğum, meseleyi çözmeye yetmiyor demek ki. Bu kısa, zayıf, esmer ve çirkin bir adamdı fiziki olarak. Kalp ve gönlü ise par par yanıp ışıldıyordu, en azından öyle görüyordum. Bir kaç dişi de kırıktı üstelik. Simsiyah bir pardesü, traşsız bir yüz. Kasaba batısındaki tepeye tırmanan yolu sordum, “ Karamancık” köyüne gidermiş ve on kilometre kadarmış. Yerleşim yerinden gelen harıltılı seslerin ne olduğunu sordum bu sefer:
“Dokuma tezgâhları.”dedi.
Sırası gelmişken geçen Cuma’daki hissimi de izah edeyim, Gün sararmıştı, mesaim de tükenmiş. Bu sefer istikametim güneybatıdaki yükselti idi. Yol yokuş mu yokuş. Mesafenin başlarında dikkatimi çeken bir şey yoktu. Buradakilerin “Pignar” dedikleri ve kışın bile yemyeşil ot tümeni; sadece Pignar… Yamacı aşınca – ki orada bir çeşme vardır- asıl manzara serildi ufkuma. Dudağımda bir ezgi ve gülümseme. Ormandan gelenler var; kadın, çocuk ve kocamış adamlar. Merkep,at ve öküz arabaları uzun uzun dallarla yüklü; çam dalları… Dedim ya demin, çalışkan insanlardır.
Selam verip yolun yamaçtan kıvrılan kısmını döndüm. Şose vadi istikametine inişte artık… Orada şırıldayan ama suyu kıt bir dere parıldıyor. Yalnızlık hissi âlem, muhit ve vakit gibi üzerime de bir çöktü ki demeyin gitsin. Etrafta sessizliği bozacak bir şey kalmayınca üstelik, kulağım daha da hassaslaştı. O sesleri duydum yalnız; kuşların güne veda bestesini…
Artık evime dönmeliydim, gördüğüm yine o manzara; Kasaba giriş -veya çıkışındaki- göğe duman püskürten şap işleme fabrikası, ardında irileşmiş güneş; Buğra’nın “sarışın” dediği cinsten… Artık pembeye kaymaya başlamış. Vadi yamaçlarında çamlar, çamlar; aralarında kahverengi hâle gelmiş palamut cinsinin yaprakları var, biteviye salınıyorlar. Art arda tepeler, tepecikler…
İçimde belli belirsiz bir hüzün; biraz da bu seyirdi beni hüzne atan. Bunun, memleket hasretinden olmasını içimde bilemediğim bir his kabul etmek istemiyor; belki de bir kibir türü bu. Çocukluk günlerimi ve içindekileri, dost ve arkadaşlarımı hatırlamak olabilir mi? İşin cabası belki de onlar! Derinden nefeslenip tekrar hareketlendim, bayır aşağı gidiyorum. Zeminde otçuk ile yosunumsu arası bir yeşillik var; sanki “hıdırlık”…Sonra da cüce kalmış “sumak” tiyekleri… Yaprakları dökülmüş ama meyveleri -takır takır- setleşmiş halde durup ağacını açığa vurup tanıtıyorlar. “Müştebih ağaçları gösteren meyveleridir.” gerçeği hafızamdan baş veriyor.
…Ve hatırlıyorum: Çarşamba günü son dersimde, Kültür- Edebiyat Eğitsel Kol çalışmasında“denetleme kurulu”na seçtirmek istediğim, ince ve sitemkâr sesi ile: “İstemiyorum hocam; böyle iyiyim…” demesi bayağı hayret ettiğim, biraz dikkatle elinde felç kalıntısının olduğunu anladığım ortaokul üçüncü sınıftan öğrencinin sesidir hüznüme sebep olan, o olayı hatırlayışımdır. Orta ikinci sınıftan, yine bir başka engeli bulunan öğrencinin seçilme arzusuna mukabil, kimsenin ona rey vermemesi de bir başka elem verici hatıramdı.
Yüreğimde esen hüznü bunlara bağlamayı yaratılışıma daha uygun buldum sanırım. Bu belkide zorlama bir rabıta değil de hakikattır, ne bileyim. Ş…… sakinlerinden bahsedecektim galiba. İkinci özellikleri de şu gibime geldi. Çok fazla “tecessüs”ü, didiklemeyi seven insanlar. Kırlara açıldığımda bile sanki pek çok gözü ve “kafa”yı üzerimde hissediyorum.
Kasaba dışına nefes almaya gidiyorum. Bir kasabalı merkebine semerini yerleştiriyor. Kasaba çıkışında bir “ çilekeş ana” odun kırıyor. Merkebiyle uğraşan kasabalıya selam veriyorum: “Aleykümselam beg, seni tanıyamadım.” diyor.
Böyle bir soru duyarak sessizliğin bozulmasını bekliyorum ben de. “Edebiyat öğretmeniyim. Yeni geldim…”
“Sen de biraz şairlik de var sanki.”
“Nerden anladın? Gençliğimde, fakülteye başladığımda vardı.”
Birinci sorumu cevapladı bilgiççe. “Geçende buradan tepeye giderken türküye benzer nağmeler çığırıyordun.” Demek ki bu orta yaşlı güngörmüş adam, bütün şairlerin bestekâr veya musikişinas olduğunu da sanıyor. Cevapladım:
“ Şu an sadece öğretmenlik yapıor ve arada bir de kalem oynatıyorum.”
“ Sen bence doğulusundur da…”
“Onu nerden çıkardın, konuşma tarzımdan filan mı?”
“ Yok, türkü mırıldanmandan ve hisli oluşundan…”
İçimden, bizdeki ne “nobran” kimseleri görseydi de bu “amca” diye düşündüm.“Biraz değil epeyce peşinfikirliler üstelik.”
“ Tam olarak nerelisin?” diye üsteledi orta yaşlı kasabalı.
“Urfa… Birecik ilçesini bilir misin?”
“Gitmedim de duydum.” Eve dönme niyetiyle selam verip ayrılırken o işini yeni bitirmiş, “Karamancık” istikametine hareketlenmişti. Başını çevirip sordu:
“Çeşmeye kadar gittin mi hocam?”
“Daha uzağına da… Yaya olarak.”
Dönüşte, odun kıran mini mini bir çocuk gördüm; onu tasvir zaman alacak. Uyandırdığı muhayyile heyecanıyla bir öykü yazılabilir. Ad bile koydum:” Çam Çocuk”
Dün akşam, birlikte ev tuttuğum Hasan Bey’le birlikte Coğrafya Öğretmeni Mehmet Bey’in evindeydik. Saat 11.30’da döndük. Yavaş yavaş tanımaya başlıyorum onları galiba. Şu kanaata vardım ki “İrfan Sohbetleri”nden ilham almamış insanlar “milli görünümlü” de olsa, cemiyete ve insana bir şey veremiyor, kazanduramıyor.
28.12.1983
“ Seksen üçe elveda demeye üç gün kaldı. Ömrü ören mevsim, gün, saat , dakika, saniye ve saliselerden, hatta ve hatta sadialardan birilerini daha geride bırakacağız, bir seyyal anı daha kapatacağız; sahifeler gibi, yaprak ve kanatlar da sımsıkı kapanacaktır biri biri üstüne. Dersime okul müdürü geldi bugün; yönetmelik gereği her yıl yapması gerekiyor bunu, denetleme vazifesini görmesi lüzumlu. Ve bir nokta daha; on beş günlük “yevmiye”, maaş farkını almak insanda iftihara benzer bir his uyandırıyor. “Alın teriyle kazandığım ilk para.” diye içimde kıvranan bir sese karşılık olarak şunu buluyorum:
“ Dört ay gazetecilik tecrübende de toplam bunun beşte biri kadar bir şey almış; bu aldığını harcamayıp Ailen tarafından gönderilmiş gibi yanında Lise’yi okuyan Zeki’ye vermiştin.” İlk yazılı sorularımı hazırlarken düşündüm. Lise öğrencilerini ayda bir imtihandan geçiriyoruz, ya biz öğretmenler? İnsan; fert olarak imtihanlardan imtihandayız her an. Türlü sıkıntı ve emirlere karşı nasıl da mükellefiz? Kaçta kaçımız şuurundayız bunun?
Minik dünyamı süsleyen kimi epizotlar, perdeler de yaşamıyor değilim; mazi esintileri. Önce rüyamda altın diye gördüğüm masumcuğun meyil gösterisi, ardından da büyüğünün ümit etmediğim şaşırtıcı beklentisi! Hele fakültedekinin zoraki tavır? Alnımda keskin hatlar da belirmiştir belki, aynı anda da dudaklarıma takılan o sırıtış. Geçen akşam Resul Bey’den 12 Eylül öncesinin Şaphane’si hakkında bilgi aldım, ben de İstanbul’un hâlini… Burada da kaotik zemin varmış. Darbeden iki hafta önce bir sokak arasında yolu kesilmiş, çevreden olduğu için bir şey yapamamışlar.
Beni sevindirense öğrencilerimin çoğunun vatansever olmaları. Demek ki temelleri sağlam atılmış. O temel üzerine ne binalar inşa edilmesine vesile olmak isterdim.
10.01. 1984- Şaphane
“Kalemim, deftere satır motifleri işlemek üzere on üç gündür hasret dokumuştur; belli… Biraz memurluk mecburiyetleri, biraz edebî çiziktirmelerim zamanımı epey kaplıyor. Günlük demeye dilimin varmadığı bu satırları şöyle bir gözden geçirince -inanın- kendimi nasıl bir yük altına soktuğumu anlayıverdim.
Telefon yazdırmış, postanede telefonumun çıkmasını beklediğim o akşam, bir gazetede Mehmet Barlas’ı okuyordum. Demirel’in yeni partisi ile Demokratik Parti macerasını bir tutuyordu. Bence yanlış bir kıyas… Sosyal ve siyasi meseleler içinde bulunduğu şartların kucağında boy atarlar. Hem Batı felsefesine yandaş klikler, hem de Marksist sol özlediği despot rejimi alternatif olarak kabul ettirmek için her fiili işliyor. Ya biz? Tarih boyu tecrübe edilmiş ve şahane sosyal imkânlar kurmuş kendi tezimizi, neden “müdafaa” gibi anlayış ve kelimelerle antitez halinde sunuyoruz? Garibin garibi bir iş; havsalam almıyor.
Biraz şifre gibi olacak belki: Karşımızda yine “vahid-i sahih” ve “ittifakı sağlayıcı ilim” meselesi… “Kökü kömeci” aynı sabitlikte, aynı kararda olmayan kimselerle o milli irfan hareketini tez olarak nasıl kabul ettireceksin? İş gene zamanın ahtapot kolu gibi yumuşakca silsilesine kalıyor gibi… Hem “ittihad cehil ile” olmaz ki.…
10.03. 1984
“ ‘Ol mahiler ki derya içredürler deryayı bilmezler’ mısrası insana hayat içinde öylesine berrak görünüyor ki. Kişiye en “yavan aş gibi” görünen dostu bile, elin yabanından daha sevimli, daha candan geliyor.
Şunu itirafta bir beis görmüyorum artık; bu satırlarla diğer “edebimsi” çalışmalarımı da bahsetmeyi gereksiz gördüğüm hayat silüetleri var iç dnyamda. Anladığım ve gördüğüm kadarıyla İstanbul’dan birileri için yine bir ‘pohpohlama’ işlemi başlatıldı gibi. “Rakipsizliğin Kolaycılığı Başkadır”ın yazarı -galiba- rakipsiz kalmaya mecbur edilecek… Ona pek yakın Yılmaz’a bile tahammül edilmediğine göre “kendileri”çalıp “kendileri” oynayacak konumlanmadır demektir.
20.01. 1984
Maraşlı Bekir.… O da Türkçeci ama ama Enstitü mezunu. Bir konuşuyor, bir belağat sarf ediyor ki ağzından bal damlıyor sanırsın. Hele bura halkının adetlerini küçümser hâlleri… Buna rağmen bir de halkçı geçinmesi?Bu hatırayla memlekette iken bazı “noktaları” kaydatmiştim gerçi; kim okuyacaksa?
“ Esas ve temel düsturlarımıza zıt en ufak bir ‘asli gayret hedefinden sapış’, bu yöndeki en ufak bir kıpırdanış müsamaha görmemelidir. ‘Zamane taifesi’nin asli tarzdan sapmış tavrını ‘hizmet’ sanmak ahmaklıktan da öte bir şeydir.”
25.01.1984
Kapımı çalan işte gene kar… Kar taneleri gergef dokurken yeryüzüne ben de bu satırları örüyorum günlüğüme. Bu sırada Hasan Bey’le beraber Resul Bey’lerden (Kirazlı) dönüyorduk. “ Bu havada içeri girmek mi? Ne yapaım ki yarın mesai var.” demiştik. Böyle “Du Je Vu” pozlarını hep itici bulmuşumdur; buna rağmen bu bana pek çok karlı iklimi hatırlattı.
“ Bayezıt”dan dönerken kartopu silahlarıyla birbirimize girmemizi şöyle bir düşündüm de hayat denilen sefer sırasında bazı “sulu” sayılabilecek coşkulara da -meşru malayaniyata da- gerektiğiğni kabullendim bunca zaman sonra. Cümle buraya varmışken nasıl temas etmeyeyim?
Hani Urfa’da, Avukat Ş. oğlu’nun balkonundan staddaki 19 Mayıs provalarını seyrettiğim gün, cep defterime ne yazmışım? Topyekün cemiyeti ilgilendiren selahiyetlerle mücehhez olursak topluluğun kalbi ihtiyacı dahil, en küçük ihtiyacını bile es geçmemeliyiz. İnsanın böyle coşkulu günlere kalbini açıverdiği, his iplerini çelikleştirdiği gösterilere de ihtiyacı var. Ecdadın Mehter’e verdiği önem tam da burada ortaya çıkıyor. Ya o “Lebbeyk, lebbeyk” nidaları, “ La şerike leh” feryatları; tekbir, tehlil ve zikirler his hamulemizdeki meylimizin irfanımıza uygun şekilde yönlendirilmesi manasına gelir.
Mesnevi’deki o Kurban Bayramı ile ilgili bölümdeki kâinatın tesbih ve zikir ettiği meselesine parmak basması es geçilmemeli; umumi kabul ve yanlışlığ düşmeden…
25.10.1984- Ağrı
Üstteki tarihe bakan anlar. Geçen zaman kimine göre bal-kaymak gibi, kimine göreyse deve dikeni… Neler oldu onda veya “Olanlar Oldu.” Takdir; İlahi Kader… Aksini düşünen varsa beri gelsin.
Sadi’nin Bostan’ında bir hikâye var. Biraz ,fadeli biraz aşırı görünse de bazı meselelre parmak bastığını okuyunca, “Eyyühel Üstad” dedim. “Seni ta 500, hatta bin sene önceden tasdik, takdir, müjdelerle, kademe kademe kutsileşen nakillere bir tane daha katıldı” diye düşündüm.
Hayatımın merhalelerinde -ilerde- çok yaşayacağım temaya sahip “kıssa”nın özetlenmiş şekli şöyle:
“ NAMÜSAİD YAREN
Büyüklerden birinin karnında münasebetsiz bir gaz dolaşmaya başladı. Zaptedemedi. Elinde olmaksızın bir kabahat yaptı. “dostlar” dedi, “bunu isteyerek yapmadım. Bu yüzden bana bir günah yazmazlar.ben rahata kavuştum. Siz de kerem edip hoş görün.”Ey akıl sahibi, karın hava zindanıdır. Ama hiçbir akıllı havayı hapsetmez (!?) Karnında gaz dolaşınca salıver. Çünkü içerideki gaz, yüreğine yük olur. Demek istediğim şudur: Asık suratlı, uygunsuz yaren, münasebetsiz biri yanından uzaklaşmak mı istedi… Durdurmak için beyhude yorulup kollarını germe…”