DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Bardak Suda Eriyen Hayat / Neslihan Sultan PALA

O yaz Urfa kaynıyordu. Sıcak bir yandan, düğün telaşları bir yandan. Her evde bir koşturmadır gidiyordu. Davulun çalmadığı gün geçmiyordu sokakta. Kadınlar allı yeşilli, pırıl pırıl elbiseleriyle davulun önünde halaya durduklarında, çocuklar para ve şekerleri kapmak için davulun arkasında mevzileniyorlardı.

Halasını evlendirecekleri için arkadaşlarıyla bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyordu  Hazal. Dupduru bir genç kızdı, su gibi.  Uzun boyu, etine dolgun vücudu, çakmak çakmak gözleri, kalın kara kaşları, lüle lüle simsiyah beline uzanan saçları ile onaltı yaşında bir genç kızdı.. Yöresine göre evlenme çağı gelmişti. Görücüler birer ikişer kapıya dayanmaya başladığında Hazal bunun haklı gururuyla çeyizine hız vermişti. Her gün arkadaşlarıyla öğleden sonra hayatın bahçesinde oturup, ip tutarak dantel yarışına başlardı. Eli çok hızlıydı Hazal’ın. Kendi modelini de kimseye vermezdi. “En güzel çeyiz benim olacak görürsünüz.” derdi arkadaşlarına. Herkes kendi el işini, fellik fellik kaçırırdı ondan. Bir örneği görmeye görsün hemen eve gider eline ipliği, gergefi ne ise onu alır; aynı modeli gözünde canlandırarak işlerdi. Zira bir gördüğü modeli unutması vaki değildi.

Fazla yaş farkı yoktu halası Süreyya ile arasında. Hala yiğen gibi değil de iki arkadaş olarak büyümüşlerdi. Şimdi de halasını değil de en yakın arkadaşını evlendiriyordu aslında. İki hafta önce istenmeye gelmişti Süreyya. Şehirden bir doktordu damat adayı. Tayini çıkmış İstanbul’a gidecekmiş. Süreyya’ya tevafuk eseri rastlamasa belki de bekar olarak gidecekmiş. Ama onu gördüğü gün annesine “ya bu kızı alır giderim, ya da çıldırırım” deyince. Kızı görmeye gelmek için alelacele elçiler araya konmuştu.

“Ne diyelim kısmetse olur deyelim bacım.” demişti Süreyya’nın abisi Mustafa Bey. “Aha bu 3 yaşındaydı babamızı torpağa gömeli. Allah seni inandırsın, onu  kızım Hazal’dan ayırdımsa şerefsizim. O bizim canımızdır, gözümüzün bebeğidir. Sizi tanırız, aileyizi severiz, bakın bu kızın kılına zarar gelirse, karşıyızda beni bulursuz. İstanbul’larda başkalarına bakıp da bacımı üzerseyiz, iki elim yakayızdadır ona göre. Ha bunları kabul ediysez, buyrun kız sizindir. Getsin evini yuvasını kursun. Evinin hanımı olsun. Bakın kaynana yanına veriyim diye ezmeye kalkmayın, sorram ha.” Aile büyükleri arasında gülüşmelerle bu tatlı sert kız verme töreninin ardından Süreyya kahveleri getirdi. Kahve yalnızca mecliste bulunan yaşlı erkeklere ikram edildi. Damada kahve verilmezdi. Büyüklerin yanında bekar erkek hele kız isterken kahve içemezdi. Damat kalkıp önce ailenin en yaşlısının, sonra da Mustafa Bey’in elini öptü. Mustafa Bey pisik paçası ayrırcasına öyle bir baktı ki damadın yüzüne, gencin iliklerindeki kanın donduğunu zannederdi yüzünü gören. Ama olsundu önemli olan doktor beyin Süreyya’ya kavuşması değil miydi, eee ‘kız evi naz evi’ değil miydi? Varsın olsundu. Sonra kadınların en yaşlıları ve Mustafa Bey’in karısı Hafize Ana, damadın annesiyle kesim kesmeye başladılar.

“Üç metre kordon.” dedi Safiye Nine. “Son çocuğum o benim bundan sonra ben yaşasam ne yaşamasam ne? Görüp göreceğim mürvet odur. Haaa akıtma, Frenk bağı, bana bir top basma isterem. Gelinim Hafızayla torunum Hazal’a elbiselik gelin kadife, yeni gelmiş çarşıya Suriye’den…” liste böylece uzayıp gidiyor, doktor beyin annesi her seferinde “başım gözüm üstüne” diyordu, Bunlar sadece kesimdi. Başlık parası ve diğer istekler erkekler arasında önceden konuşulup anlaşılmıştı. On baş küçük hayvan, bir miktar yüklü altın ve parayla Süreyya baba evinden koca evine yollanacaktı.

Süreyya’nın içi içine sığmıyordu. Kızlar ona imrenerek bakıyordu. Hem doktor karısı oluyordu, hem İstanbul’a gidiyordu. Komşular hasetten çatlıyorlardı hele geçgin kızları olan analar.

“Allah çirkin şansı vere. Sidikli Süreyya’nın bahtına bak. Anam yetimin şeytanı yedidir. Her yol var bunlarda. Büyü yapmıştır zahir.”

“Oğlan görür görmez vurulmuş deyiyler. Bu çarpananın nesine vuruluymuş. İtin layığı kemiktir zatı.” “Kız kör olmayasan ona öyle demezler, armudun iyisin ayılar yermiş derler.”

“Komşular ayıptır kız, size neki. Allah’ın yetim kulu, şuncacıh yüzü gülmesin mi hayatta. Onu da mı çoh görüysüz?”

“Bize ne bacım, vüşşş deli mi ne! Allah yolunu açıh ede. Tövbe tövbe.”

Erkeklerinin çarşıdan geldiğini gören kadınlar çocuklarının elini tutup hayatlarına çekiliyorlardı.

“Kız Ayşooooooo! Yeriii parça pinçik olasıce babay geldi, ha şimdi geliy canıya ha” diye seslenen seslere, “Hakooooooo, yere batmayasan, ahşam oldu”, “Fateee, get fırından ekmek al”, “Muhammedddd balcan tepsisini fırına ver gel” sesleri karıştı. Urfa’da akşam olmak üzereydi. Ve akşam telaşı havanın da serinlemesiyle bir başka güzel oluyordu Urfa sokaklarında. Kadınlar kızlar damlara yatakları taşıyor. Küçük erkek çocukları kilimleri, hasırları dama serip arkalarına hasır yastıkları dizerken, kadınlar döşekleri yere yayıyorlardı.

Güneş Fırat’ın üstüne nazlı bir gelin gibi aksini gönderirken, erkenci bazı yıldızlar damda oturanlara göz kırpmaya başlıyordu.

Hafize Ana “kız çabuk çabuk bu akşam oğlan evi hediyeleri getiriy, yarın da asvap gecesi var. Kıza da kına gecesi yapacağıh. Lo dı bu ne rahatlık, yiyah yemekleri bulaşıkları yuyun hemen işimize bakah, millet gelecah.” diye söylenip koşturuyordu. Her zaman panik havasında bu kadını durduracak kimse yoktu. Daima bir şeylere geç kalmış gibi seke seke evin içinde dolaşıp çevresindekileri de rahat bırakmazdı. Kızıyla görümcesinin rahat davranışlarına da sinirlenir, kendi kendini yer bitirirdi.

Asvap gecesi, kına gecesi, çeyiz gitmesi derken işte gün gelmiş, düğün gününe dayanmıştı. Hazal son günlerdeki coşkusunun doruğundaydı. Ama ikide bir gidip halasına sarılıyordu.

“Haydi haydi unutursun sen bizi oralarda hala” diyordu.

“Saçmalama ya nasıl unuturum seni. Keşke seni de götürebilsem. Ben yalnız ne yapacağım orada?”

“Yalnız değilsen ki doktor kocay var, ben nedeceğam burada? Kari bir yandan, anam malum, babam, aha kardaşlarım. Aş pişir, kaşık döşür başka ne?”

“Ooo dellenme Allahiysen korkma seni de bir alan çıkar.”

Hazal yalancıktan bir utanmayla başını eğdiğinde, yüzünde muzipçe bir “inşallah” ifadesi vardı. Hayatın içi cıvıl cıvıldı o öğlen. Düğün vardı. Kızlar allı pullu kıyafetleri içinde, heyecan ve coşkuyla koşuşturmaktaydılar. Yeni yetme oğlanlar her gün günlük kıyafetleriyle gördükleri kızların böyle genç kız havasında ve güzel görünmelerinden şaşkın izlemekteydiler. Böyle olurdu köy yerlerinde, düğünlerde akardı gençlerin yürekleri birbirine en çok. Analar hamamda, genç erkekler düğünde kız beğenirlerdi.

Tepsi tepsi sofralar kurulmaktaydı. Düğün telaşı öyle had safhadaydı ki, sanki herkes bugün günlük ne kadar kederleri, tasaları varsa rafa kaldırmışlar, dupduru apaydın gözlerle şenlik içindeki yerlerini almaktaydılar. Gelin damat mutluysa, herkes mutluydu. Seven kalpler bir dünya kuruyordu, bugün bayram olmasın da ne olsundu. Ayran kovasının başında, başı Kürt işi bağlı kadın, kızlara sesleniyordu;

– Lo dı eliyizi kıpratın acele edin. Millet acından öldü taman. Düğün evi burası, yenme içme faslı bite ki millet eğlene. De hadı kime diyem Hacoooo! diye seslendi, iri tombul vücudu beklenenin aksine olabildiğine çevikti. Genç kızlar mutfağın önünde sıralanan genç erkeklere hazırlanmış tepsi tepsi yemekleri, ayranları uzatıyorlardı. Gençten biri seslendi.

– Hafıza Ana Allahıya kurban acık yeşilliği bol koy lo.

– On tene elim var deel mi, karışma sen, seniy düğünüyde daha çok korum.

Genç “inşallah ana inşallah malzemeden çalmayasan ha!”, diyerek güldü. Kızlar da artık kapıdaki gencin evlenmeye niyetlendiğini ve hatta içerideki kızlardan birini gözüne kestirdiğini anlamışlardı.  Bir yandan da erkekler mırra mangallarını kayıyorlardı. Erkekler hızlı hızlı yerlerdi yemeklerini. Künefelerin ardından mırralar gelmeliydi. Mırra kolay pişmezdi yavaş yavaş ağır ağır demlenecekti ki, tadı olsun. Öyle bir kararı vardı ki biraz geçse, tadı bozulurdu. Yaşlılar öyle her mırrayı da içmezdi. Mırra pişirmek hünerdi ve prestijti. Yörede mırralar erkekler tarafından pişirilirdi daha çok. Yaşlılar artık önlerinden boş sinilerin kalkmasını bir ciğara sararak izliyorlardı. Eyvan ikindi vakti ılgıt ılgıt esmeye başlayınca damda tütün ve mırranın tadı Fırat’ın ılık sularına karşı içildiğinde ayrı bir seromoniye dönüşüyordu.

O sırada damdan tepsilerle inen genç delikanlılar ellerindeki tepsileri mutfağın kapısının önüne yığarken sesleniyorlardı.

– Tepsileri nere koyah dayze?

Derken arka taraflardan;

– Lahmacunlar geldi aloooo! diyen bir ses duyuldu.

– Aha şu yana koyun. Kızlar servis etsin. Erkekler yedi zaten, bunlar kadınların. Siz de birer dürmük edin. Gelin ayran da verem size.

– Allah razı ola dedi çocuklar. Ellerindeki tepsileri bırakıp lahmacun dürümlerini yemeye ayranı içmeye başladılar.

Bu arada eyvanın arka taraflarında kalan bir odada gelin hazırlanmaktaydı. Süreyya başına gelenlere inanamıyordu. Herşey rüya gibiydi sanki. Bir ay içinde istenmesi, verilmesi, çeyizlerin derlenip toplanması; bugüne ne kadar da hızlı gelmişlerdi. Yine de gelinlere has bir hüzün böğrüne saplanmıştı. Ne kadar istese de sanki her an vazgeçmesi gerekiyormuş gibi bir his aklına takılı kalmıştı. O kadar karışıktı ki düşünceleri. Gitse miydi, kalsa mıydı bilemiyordu. Şimdi vazgeçtim dese ne olurdu. Sonra silkeleniyordu. Kendi kendine saçmalama kızım ne diye vazgeçecekmişim ki, ne güzel işte yuvamı kuruyorum. Ama anam abim, ahhh bu içimdeki derin hüzün…

Süreyya Gelin bu duygularla cebelleşirken kızların zılgıt sesleriyle kendine geldi. Hazal önde diğer genç kızlar arkada gelinin yemesi için sinisini getiriyordu. Hazal imrenerek baktı halasına dünyalar güzeli olmuştu Süreyya.

– Heç aç gelin olur mu? Gel bir lokma bir şeyler ye diyerek çekiştirdi Hazal Süreyya’yı.

– Hiç yiyesim yok dedi taze gelin.

– Olmaz halam ben seni aç bırakır mıyım? Ye ne olur, diyerek kızın ağzına tıkmaya başladı lahmacunu.

Dışarıdan bir kız sesi

-Kuaför geldi abla. dedi sevinçle.

Açılın kuaför geldi der başka bir kız. Kenara çekildiler.

Kuaför: -Bırakın kız yemeğini yesin. Ben beklerem. Kızlar biye de bir ayran verin babayızın hayrına.

Olur mu sırf ayranla der Hazal ve koşarak çıkar. Biraz sonra elinde bir sofra tepsisiyle içeri gelir ve kuaförün önüne tepsiyi koyar.

Süreyya ömründe ilk kez saçlarını yaptırıyordu. Eline tutuşturduğu küçük saplı bir aynayla saçının her kıvrılışını, her tutamının toplanışını heyecanla izliyordu. Gözü kaşı boyanırken, acemi, yanlış bir mimikten korkarak neredeyse nefes almadan itaat ediyordu kadının her dediğine.

– Kız gözlerini kırpıştırma rimeli süremiyorum akacak sonra çirkin gelin olacaksın.

Kızlar gülüştüler. Hepsi merakla daracık odaya sığışmış, günün birinde kendilerinin de bir gelin olurken yaşayacaklarını izlemekteydiler. Hepsinin hayalinde beyazlar vardı. Hepsi o sandalyede otururken hayal ediyordu şu an kendilerini.

Süreyya beyaz gelinliğinin üstüne kırmızı duvak takıldığında hıçkırıklarla sarsılmaya başladı. Şimdiye kadar her şey masal gibiydi. Yani evlenmek güzeldi ama sanki hiçbir şey değişmeden, hiçbir şeyi kaybetmeden gelin olunacak gibi geliyordu. Gurbete gidiyordu. Anasından ayrılıyordu. Abisinden, öbür bacılarından. Onlar giderken de böyle mi hissetmişlerdi acaba? Hiçbiri gurbette değildi ki hepsi aynı mahalledeydi işte. Ama Süreyya gurbete gidiyordu. Ablası Sultan, Süreyya’yı teselli etmeye çalışıyordu.

“Kızım, bacım, gözümün yaşı, gönlümün yoldaşı; ekmeğin kırıldı mı, yan odaya da geçsen her şey değişiy. Sanma ki İstanbul gurbet. Aha ben arka mahledeyem. Ama bu evin kızı mıyam artık? Bu evlilik her şeyi değiştirir bacım sakın üzülme. Allah sonunu getire. Bak teliylen duvağıylan yüzümüzün ağı (akı) oldun. Namusuynan gidiysen. Hepimizin gururusan. Var git gözyaşlarını boşuna akıtma bacım.”

Namusuyla baba evinden çıkmak. İşte bir genç kızın hayattaki en büyük hedefi ve yine hayattaki ilk gururu, namusuyla baba evinden çıkmaktı. Sonrasında bir de oğlan doğurdu mu o kadının sırtı yere gelmezdi. Sanki dünyadaki tüm görevlerini başarıyla yerine getirmiş saymalıydı kendini. Sanki dünyaya gelme amacı buydu. Erine kadın, çocuklarına ana, atasına evlat olmalıydı. Kadın yapıcıydı. Kadın evin direğiydi. Ne çare ki gelen giden o direğe çarpardı. Ama kadın olmayınca dam çökerdi. Erkek kadına sırtını yasladı mı yıkılmazdı. Ne derlerdi kadın erkeğini vezir de ederdi, rezil de…

Süreyya adet üzere mahalleden atla çıktı. Davullar çaldı. Düğün büyük mahallenin arka sahasındaydı. Hazal Süreyya’ya imrenerek bakıyordu en yakın arkadaşı bu gecenin sonunda hayatında yeni bir sayfa açacak, sabaha yola çıkacak ve yuvasını kurmak için kilometrelerce uzağa gidecekti. Bu gece onunla geçireceği son geceydi. Ve Hazal pırıl pırıl üç eteğinin içinde artık gelinlik çağa geldiğini adeta ispatlarcasına ışıl ışıl yürüyordu.

Kaderin o gece Süreyya’nınkini mi yoksa Hazal’ınkini mi değiştireceğini kimse bilmiyordu… halay kurulduğunda Hazal en başa geçti. En güzel o oynardı çünkü halay başını.

“Aaa benim kırmızı mendilim nerde, vüş evde kalmış gidip alam” diye koşturmaya başladığında Ayşe seslendi ardından.

– Boşver mendili ya gel işte sensiz lorke olur mu?

– Hemen geliyorum siz başlayın. Bilirsiniz ben kırmızı mendilli kızım.

Hafif gerdanını kırarak hızla koşmaya başladı Hazal. Cilveliydi bu kız doğrusu, kara kaşı kara gözüyle alımlı mı alımlı, neşe dolu, hayat doluydu. Kırmızı mendil Hazal’ın en büyük aksesuarıydı. O düğünlerde bu mendili sallayıp halayın başına geçti mi, davulcu daha hızlı tokmağı indirirdi davula, zurnacı derin bir nefes alıp öyle üflerdi zurnasına…

Sokak adeta boşalmış, tüm mahalle düğüne yollanmıştı. Tek tük insanlar yokuştan yukarı tırmanıyordu. Hazal mutluluktan, adı gibi seke seke koşuyordu. O koştukça bindallının pulları ışıldıyor, boynundaki kolye sağa sola savruluyor, sanki rüzgar bile Hazal’ın adımları ritmince esiyordu. Hazal gülümseyerek koşarken, tüm gençliği, coşkusu da bir şarkı olup ardı sıra çalıyordu. Sokaktan tek tük geçenler de, o yanlarından geçtikçe ardından saniyelerce baka kalıyorlardı. Hazal çevresindeki bakışlardan habersiz, davul yeni parçaya geçmeden kırmızı mendilini alıp halaya yetişme telaşındaydı. Şu an onun gözü kimseyi görmüyordu. Sanki eve giden yokuşu, başka bir boyutta koşarak geçiyor, evin hayatından içeri giriyordu.

Onun koşarak hayata girdiğini gören biri daha vardı. Uzaktan akraba gelirdi Murat. Ondandır ki hayata çok rahat girdi arkasından.

Murat:

-Kolay gelsin Hazal nediysen burada herkes düğünde?

Hazal:

– Sağolasın Murat abey, mendilimi almamışam ona geldim

Murat:

– Eyi eyi, ya çok susadım biye bir bardah su ver hele, ama soğuk olsun.

Hazal soğuk su bulmak için ahırın arkasındaki karanlık odaya gitti. Bu oda güneş görmediği için evin erzaklarının saklandığı bir yerdi. Kapıyı açtı. İçeri çok karanlıktı. Hazal alışık olduğu için çok rahat bu karanlıkta eşyaları seçebiliyordu. Kapıdan sızan tek ışık huzmesi de bir gürültüyle yok oldu. Hazal korkuyla baktı kapıdaki Murat’a;

“Al abi suyun hazır” diyerek uzattı elindeki bardağı. Murat bardağı eliyle itince, su yere döküldü. Karanlık Hazal’ın önce yüzüne, üstüne ve sonra yüreğine çöktü. Hazalın hayatı bir bardak suda eriyordu yavaş yavaş.

Kapı tekrar açılıp, Murat’ın dışarı çıkmasıyla içeriye cılız bahçe lambasının ışığı doluverdi. Hazal için aydınlık yoktu artık. Hazal yerde, Hazal perişan, Hazal bitip tükenmişti. Sesi çıkmaz olmuş, çığlıklarını duyan olmamıştı. Bir bardak su, onun kaderini işte böyle silip gitmişti. Su aydınlıktır ya, su kirleri alıp götürür ya su temizlik, berraklıktır ya, bir bardak su gecenin üstünü öyle bir kapatmıştı ki artık Hazal için günler doğmayacak, kuşlar ötmeyecek, çiçekler açmayacaktı. Kalktı, üç eteğini muslukta yıkadı, serdi. Şalvarını sırtına geçirip yatağa uzandı. Yastığa gömülüp, ağladı, ağladı, ağladı.

Murat hayattan hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gitti. Halaya katıldı, rakısını içti, akraba kızı Süreyya’nın düğününde gönlünce eğlendi o gece. Bu nasıl bir vicdandı, bu nasıl bir arsızlıktı çözmek imkansızdı. Bir erkek, nasıl olur da bir genç kızın bütün hayatını bir heves uğruna bu kadar ucuz, böylesine adi bir şekilde harcayabilirdi. Hangi helal süt emmiş insanoğlu bunu yapma hakkını kendinde bulurdu? Kıyılır mıydı ya gül dalı gibi, taptaze bir fidana? Sonunun ölüm olduğunu bile bile yapılır mıydı bu, tek kusuru canlı, cıvıl cıvıl güzel bir kız olmak olan bir cana? Ata erkil toplumda yetişmiş kendinde her hakkı gören, herşeye sahip olma hırsına kapılan, arzularına gem vurulması gerektiğini düşünmeyen, ne Allah’tan korkan ne kuldan utanan bu insanlar, yaptıklarından kolayca sıyrılırken, kaç can toprak altında yatmaktaydı Urfa’da… bu acıyla, bu utançla. Kaç ananın yüreği yanmaktaydı bu yüzden, kaç babanın yüzü yerdeydi, kaç kardeşin beli kamburlaşmıştı genç yaşta…

Hafize Ana:

– Hazal kız Hazal nerdesen herkes seni soriy, diye hışımla girdi içeri.

Hazal:

-Yolda gelirken başım döndü düştüm, elbisem parçalandı, toz toprak oldu,  yudum onu serdim. Geri gelecek takatim kalmamıştı. Yığıldım, kaldım aney, dedi belli belirsiz bir sesle.

Hafize Ana:

-Üzüntüdendir. Halayı özlüyecahsan ama o kaderine gitti kızım. Allah siye de hayırlı kaderler vere, inşallah yüzümüzün suyunan. De hadi gel meydanda herkes seni soriy. Diye çekiştirdi Hazal’ı. Ne olacaktı ki Hazal üzüntüden yataklara mı düşecekti, bak sen sübyanın kaprisine. Hazal tekrar giyinip gitti düğün meydanına. Hafize Ana elindeki kırmızı mendili tutuşturdu Hazal’ın eline.

– Halanın düğününde oynamayacaksın da ne zaman oynayacaksın de hadi

Hazal gözlerinde deyim yerindeyse kanlı yaşlarla girdi halayın ortasına. Baş çekecek hali yoktu. Artık Hazal başını yerden kaldıracak da değildi. Başı eğilmişti. Hem de öyle bir eğilmişti ki… artık onun gözleri toprağa bakacaktı. Bir gün bir kurşunla gireceği kara topraktı artık tek gördüğü.

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Bir Bardak Suda Eriyen Hayat / Neslihan Sultan PALA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 1 eseri bulunmaktadır.