Sevda Hanım (1) / Hatice Kösecik
Ürkek adımlarla girmişti ofisimden içeri Sevda Hanım. Oldukça tedirgin bir ruh hâline sahipti geldiğinde. Bize gelebilmek için kendisiyle kazanılması zor bir mücadeleye girdiği belli oluyordu her hâlinden. Güzel bir yüzü vardı aynı zamanda da donuk gözleri… Odaya şöyle bir bakıp koltuğa bırakıverdi kendini. Derinden aldığı sessiz nefesi yavaşça bıraktığında göz göze gelebildik sonunda. Hüzün vardı gözlerinde belli belirsiz. Zoraki gülümsemesi bu incecik naif bedenin altında ne fırtınalar koptuğunu anlatıyordu aslında.
Bize gelme sebebini sorduğumda, “Bilmiyorum!” dedi kısaca. “Ah” dedim, “Yunus Emre Hazretleri de şeyhinin isteği üzerine bilmem zikrini çekmişti uzun bir süre. Bilmediğini bilebilmek de bu devirde bir erdemdir.” dedim, gülümsedi… Kısacık bir an, sanki gözlerinin içi de gülüyor gibi geldi bana. “Bu sözünüz bana üniversite yıllarımı hatırlattı.” dedi sakince. “Edebiyat öğretmeniyim; bilirim Yunus’u ve de çok severim. O zamanlar hayat hakkında pek fazla bilgim yoktu, varım yoğum kitaplarımdı ve de ailem. Yani annem babam kız kardeşim. Şimdi dönüp baktığımda şu hâlime göre oldukça mutlu sayılırdım.”
Anlatmaya başlamıştı işte, yüzyıllar önce yaşamış olan sevgili Yunus Emre bize ışık tutuyordu şu anda bile.
“On beş yıldır evliyim, iki çocuğumuz var biri kız biri erkek. Üniversite sonrası bir seminerde tanıştık eşimle, bir yıl nişanlı kaldık ve evlendik. Aslında dışarıdan bakıldığında sıkıntı yok hayatımızda. Eşim iyi bir insan ve aile babası. Fakat şu son zamanlarda kendime baktığımda mutlu olmadığımı fark ettim. Eşime zaman zaman bu konuda bir şeyler söylemek istesem, ya da bir yardım alalım mı desem, hep tersledi beni. ‘Benim bir sıkıntım yok, derdi olan düşünsün, doktor orda git kendin.’ dedi. Birkaç kere gittim psikolog ve de psikiyatriye. İşte şimdi de buradayım ve de mutsuzum. Hasta mıyım doktor hanım, eşime göre ben büyütüyorum, kimse bana sormuyor oysa ‘Sen iyi misin?’ diye. Çocuklarım hâllerinden memnun sayılır, oğlum 14 yaşında kızım da 10. Onları büyütmek için, kendim büyüdüklerini göreyim diye ilk üç yıl çalışmadım, yanlış mı yaptım doktor hanım? Arkadaşlarım hatalı olduğumu söylüyorlar, çocuklara fazla değer verdiğimi, onların büyünce beni önemsemeyeceklerini söylüyorlar”. “Aksine dedim bizce çocuk ilk Altı yaşını anne ile doyasıya geçirmeli, ilk öğretmenler anne babadır. Hadi diyelim şu devirde en fazla 5 yaşa kadar evde, ev ortamında kalsın çocuklar. Sonra zaten ömür boyu okuyacaklar. İlk 2 yaşta beynin geliştiğini düşünürsek çocuk hem anne ile kalmalı hem de 2 yıl anne sütü almalıdır. En doğrusunu yapmışsınız Sevda Hanım. Kişiler, arkadaşlar, çevre maalesef yorum yaparken sonuçlarını bilemiyor. Herkes her şeyi ‘gayet de iyi bilirim’ der ve konuşur oysa hatadır bu. Kişi önce kendini bilmelidir. Başkasına bakıp da onun hayatına karışmaya hakkı var zanneder oysa yanılır dibine kadar. Hele bir de pot kıran, yorum yapan karaktere sahipse konuşan insanlar aileyi bile zedeleyecek davranışlara gidebilirler farkına varmadan. Onun için öncelikle her ailenin belli yapısı vardır ve onu içinde yaşayanlar bilebilir ancak. ‘Ben senin yerinde olsaydım’ gibi akıl vermeye kalkmamak gerektir ki, biz milletçe bunu hiç başaramıyoruz. Karışır, karıştırırız ‘bilendir’ misali. Aile konusu naziktir, dalgaya da gelmez başkası tarafından yönetilmeye de. Siz en doğrusunu yapıp çocuklarınızla kalmışsınız, tebrik ederim sizi.” dedim. “Eşiniz ne iş yapıyor?”diye sorduğumda, bayağı ünlü bir doktor olduğunu ifade etti üzülerek. Anladım ki çocuklar ve de Sevda Hanım eşini yeterli derecede göremiyor.
Ne gariptir ki şu dünya, eşim doktor olsun diye elinden geleni yapan kızlar var, bir de evlenip de doktor olan kocasını yeterince göremeyenler. Bu dünyada eşinin kanatları ile uçan, böbürlenmeyi marifet sayan tabiri caizse geldiği yeri unutan, ne oldum delisi olanlar da var. Her yıl koltuk takımı, araba, perde, kapı, pencere değiştirenler de var, bunun yanında yiyecek ekmeği olmayanlar da… Giydiği ile kendini topluma kabul ettirmeye çalışanlar da var, eskisini yıkayıp yıkayıp giyenler de… Bilmez mi ki insanoğlu “Kişi kıyafetiyle karşılanır bilgisiyle ağırlanır.” Her ne olursa olsun insan her daim insandır. En büyük düşmanı nefsidir ve de imtihanlar çeşit çeşittir. Kimseninki uymaz diğerine. Her insan bir kitaptır. Okumak lazımdır güzelce, dikkatlice, incitmeden. Çatılar vardır tüten, tencerede yemek mi kaynar dert mi bilemezsin. İşte tam da bu yüzden işin ehli olmayan, dost olamayan, pot kıran, empati yapamayan karışmamalıdır insanların ailevi ilişkilerine, onlar istemeden. Dünya koskocaman bir tiyatro sahnesi, bizler de oyuncuları. Ekranda “game over” diyene kadar devam edecek hayatlar. Bakalım Sevda Hanım oyunun hangi perdesinde…
“Eşim iyi insandır hem de fazlasıyla.” derken Sevda Hanım aslında itiraf ediyordu gizlice, bir şeyler ters gidiyor diye. Görüntüde güzel bir aile; fakat mutsuz oluğunu düşünen bir anne… Ve kendini sorgulamaktadır “Acaba sorun bende mi?” diye, çünkü erkek açısından en azından ifade edilen bir sorun yok. “Sorun senin kafanda, asıl sen hastasın.” diyen bir dâhiliye uzmanı var karşımızda. Ya eşini anlamakta zorlanıyor yani empati kuramayan bir erkek, ya da umursamayan bir eş. Bunu zamanla, Sevda hanımla birlikte çözebiliriz ancak. Kadın fıtraten sağ beyin ağırlıklı yaşayan bir varlıktır. Yani daha duygusal, ince fikirli, erkeğin düşünemeyeceği kadar da ayrıntılı çalışan beyne sahip bir varlık. Ayrıca doğuştan gelen yapısal olan bir de konuşma potansiyeli var. Kız bebeklerin anne karnındaki ultrason muayenesi sırasında dudak hareketlerinden de anlaşılabilir bu durum. Sürekli kıpırdayan dudakları olan bir kız bebek yanında gayet ağır abi rolündeki erkek bebek. Tabi ki istisnai durumlar olabilir. Kısacası kadın on bin kelimelik dağarcığa sahipse erkek üç dört bin olabilir. Dolayısıyla erkekler kadınların genelde dırdır yaptığı konusunda hemfikir olsalar da bilseler ki eşlerini sadece ve sadece dinleseler yorum yapmadan, işleri o kadar kolay olacak ki. Çünkü kadınların konuşmaya ihtiyaçları var erkeklerin de huzura…
“ Sevda Hanım” dedim, “sizi buraya getiren asıl sebep nedir? Şimdiye kadar duygularınızı bastırmak zorunda kalıp çocuklar da var fikriyle susmuşken, yaşamınızı bu şekilde devam edebildiniz anladığım kadarıyla.” “Biz eşimle hemen hemen hiç konuşmuyoruz doktor hanım. Sabah oluyor işe gidiyoruz çocuklar okula, akşam saatlerinde en azından yemekte beraber olmaya gayret ediyoruz. Ben; ev, iş, okul, çocuklar, çarşı, Pazar, bazen market derken robot gibi çalışıyorum beynim sürekli konuşuyor benimle, fakat dışarıya belli etmeden. Eşim sürekli işleri ile meşgul, hastaları ile ya da eve gelip kanepede yatar pozisyonda. Hiç sormaz ‘Nasılsın, neler yapıyorsun?’ diye. Son zamanlarda ondan en azından hafta sonu sadece bana bir saat ayırabilir misin, dışarıda bir yerde, bahçede, kafede kahve içelim mi dedim diye yüzüme çok güldü. ‘Sen kafanı bozdun galiba evde iç kahveni, yorgunum.’ dedi.
Benim derdim kahvemizi dışarıda içmek değil doktor hanım, beraber nitelikli zaman geçirebilmek, yüzüme, gözlerime baksın, telefonu olmadan sadece benimle olsun. Bana bencil olduğumu söyledi ve de ‘nankörsün sen’ dedi, her şeyimiz var ama mutlu değilsin. Arabanı mı değiştirmek istersin yapalım, sana iyi gelir belki.’ dedi bir de. Anladım ki eşim beni hiç tanımamış, benim arabada huzur bulamadığımı anlayamamış. Boğazımda bir düğüm var sanki hiç geçmeyen. Bana ne yapsa ne söylese iyi de olsa ağlıyorum kötü de. Bir şey tıkıyor boğazımı, yutkunuyorum ama geçmiyor, istemeden de olsa damlalar düşüyor gözlerimden. Hâkim olamıyorum artık duygularıma, eşim de eğer görürse bu hâlimi bağırıp çağırıyor ‘delirdin yine’ diye. Çocukların beni böyle görmesini istemediğim için susuyorum, bir odaya geçip saatlerce oturduğum oluyor. Sonra da bir baş ağrısı başlıyor ki tarifi imkânsız. Benimle iki kelime etmekten imtina eden sevgili eşim telefonla kim ararsa arasın hastası da olsa o kadar nezaketli konuşuyor ki çıldırıyorum âdeta. Dilimi tutamaz oldum artık, söylememem gerekiyor biliyorum ama telefondaki kadını kıskanıyorum ‘kimdi o’ diye. Eşim ona göre uysal fakat bana göre oldukça inatçı bir kişiliğe sahip olduğu için, telefondakinin kim olduğunu sorsam söylemiyor tabi ki ve de sorduğum için surat asıyor. Bunlar belki sorun gibi durmuyor böyle anlatınca ama yaşarken inanın bana ortalık karışıyor. Ben ondan biraz ilgi bekleyen, sürekli hayal eden karısı, o ‘Benden uzak dur, yaşa, ye, iç giyin, gez ama bana dokunma!’ diyen bir erkek. Hasta olduğumu düşünüyor ve de ilk defa ‘Doktora git!’ dedi bana, ‘İlaç kullan, konuş ama düzel de gel. Akıllı ol, senin yerine kimle evli olsam geçinir gideriz, beni çileden çıkartma!’ dedi.”
Bunları söylerken hep önüne baktı Sevda Hanım, bir ara çantasından çıkardığı küçük not defterine de “Son zamanlarda unutkanlık başladığı için not alıyorum.” dedi. Defteri doluydu, belli ki Sevda Hanım’ın içi de çok doluydu. Kendini beraber yaşadığı insana “eşim” dediği dostu olması gereken kişiye hem de doktor olan bir eşe anlatamamanın ıstırabı içindeydi belli ki.
“Ben” dedi, “artık o kadar mutsuzum ki, boşlukta hareket edermiş gibi fakat ayakları yere basmayan, deli bir rüzgârın önünde bir o yana bir bu yana savrulan ben. Kafamdan Silvia plath’ı atamıyorum.” dedi ve yüzüme baktı Sevda Hanım. “Onu tanıyor musunuz?” “Elbette” dedim, “sizin onu niye düşündüğünüzü anlayabilecek kadar.” “Bu düşünceler ne zamandır meşgul ediyor sizi, tanımlayabilir misiniz?” “Bugünlerde biraz fazlaca aklıma geliyor. Kendimi o yazar gibi hissediyorum, kapana kısılmış gibi. Sonra kızıyorum… Çocukları düşün aklını başına topla, bu dünya geçici, sanki mesleğinin doruğuna çıkıp kitaplar yazsan ne değişecek hayatında diye soruyorum kendime. ‘Yastık değişir kader değişmez.’ derdi büyükannem. Kaçamıyorum, boşluktan kurtulamıyorum, tek çıkış yolum bu dünyadan gitmek gibi geliyor.” dedi ve sustu…
Silvia Plath ölümünden sonra ün kazandı daha çok, bilirsiniz. Ama onun gençlik yıllarında da sorunları vardı. Sonra hayatımın aşkı dediği kendi gibi yazar birisiyle evlendi, iki çocukları oldu ama ona rağmen mutlu olmadılar. Eşi, mesleğinin zirvesine tırmanırken kendisi çocuk bakıyor ve de işini yapamıyordu. Canına tak ettiği bir gün, İkinci kattaki odalarında uyuyan çocuklarının yanına süt ve kurabiye koydu. Odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı. Ve son zamanlarda ömrünün geçtiği mutfaktaki fırının içine kafasını sokarak intihar etti. Bu olay hâlâ gizemini korur ve belki de sadece intihar denemesidir ama bu sefer sonuçlanmıştır. Çünkü on yılda bir denemiş, üçüncü girişiminde başarmıştı yazar.” “İç âleminde neler yaşadı bilemeyiz fakat hazin bir sonu olduğunu görüyoruz. Bu sadece bizlere ders olmalıdır, hayat en güzel hediyedir aslında. Bir anlık gaflet kişinin sonu olabilir maalesef. Şimdi soruyorum size Sevda öğretmenim, örnek alınası bir yazar mıdır Silvia Plath ?”
Yüzüme baktı hüzünlü gözlerle Sevda Hanım. Düşündüğü, tarttığı belli oluyordu her hâlinden. Öyle geliyor ki bana işin içinde çok iş var aslında, belki çocukluğunda yatan bir sebep, belki de kimseye söyleyemediği bazı şeyler. Tam anlatmadı kendisini ve de sorunu, görünene dikkat çekti sadece. Buzdağının üstü bu anlattıkları. Daha çok işimiz var, konuşulacak konular, çözülecek sorunlar. Anlamıştım.
Vakit dolmak üzereydi. “Sevda Hanım” dedim, “inançlı bir insan mısınız?” “Elbette” dedi, “inanıyorum. Öyle büyütüldüm, büyükannem bana her şeyi anlatırdı din konusunda. Bazen namaz kılarım, sık sık dua ederim.” “Size öncelikle abdest almayı ve dua etmenizi öneririm. Çünkü abdest alırken, vücudumuzdaki enerji noktalarına denk gelen yerlerin suyla yıkanması sonucu bir ferahlama hissedersiniz. Bütün çakralarınız açar ve de daha enerjik, rahatlamış olursunuz. Hele bir de gece yarısı kalkıp soğuk suyla aldığınız o abdest var ya öyle bir tedavidir ki bi’bilseniz. Ardından seccadenin üzerinde edilecek olan dua iyi gelecektir kalbinize. İnsan kimselere anlatamadığını söyleyiverir Yaradan’ına dua esnasında. Bu hafta boyunca ödevinizdir bu. Abdest almak sık sık ve de dua etmek her daim. Kendinize önce bir format atacaksınız yani tabiri caizse ve bir hafta sonra geldiğinizde konuşmaya kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah. Bu bir hafta sizi üzen ya da mutlu eden olayları, insanları not almanızı istiyorum.”
Yüzünde bir aydınlanmayla kalktı yerinden, rahatlamıştı, kapıdan çıkmadan önce dönüp dedi ki, “Doktor hanım, huzurlu olmak istiyorum.”
“Eğer huzurlu olmak istiyorsanız önce ufak şeyleri dert etmemeyi öğrenmelisiniz, çünkü hepsi de ufak şeylerdir aslında.” dedim.
Sevgiyle kalın…
Sürükleyici bir yazı idi.. insanı ve insanlığı anlatmışsınız..her insan bir kitaptır okudukça anlaşılır demissiniz..yüreğinize sağlık..kaleminiz hic susmasın..selam ve dua ile.