Mihrace Hanım / Mehmet Veysel Tanrıkut
Avucundaki benin postunu, işaret parmağıyla soymaya çalışıyordu. Pek de yumuşak olmayan yatağının soğukluğunda hareketsizdi. Yağmur, çatıyı okşarken; gök gürültüsü, alacaklı gibi kapının anahtarlığı, çürümeye yüz tutmuş pencerenin köşelerindeki oyukklardan içeri haykırıyordu. Onun mutsuz olmaya ne taakati ne de yüzü vardı. Sevdiği evinin, sevdiği kapısından içeri girerken gözünün takıldığı renkli kadın silüetlerinden oluşan tabloyu seviyordu. Ve de onun yanındaki guguklu saati.
İçeri girdikten sonra yemeğini pişirdiği kabı, kacağı; çatalını, kaşığını; taasını, tarağını, Mihrace Hanım bu evddeki her şeyi seviyordu.
Hemşirelik yılları göz açıp kapayıncaya dek bitmişti. Huzuru,balkonundaki begonvilleri, menekşeleri ve evinin sevdiği eşyalarının tümünün ahenginde bulmuştu, onların serin dostluğunda.Yaşanmışlıkların ve tecrübelerin ellerini çürümüş kavun kabuğuna çevirdiği bu kadın, yıllarını haybeye geçirmemişti elbet. Yüzündeki her açıklık, insanların öğrettikleriyle dolmuş, katlanmış ve sarkmıştı. Sevgi gösterdiği her Ademoğlunun öğrettikleriyle…
Ve işte o da bu öğretileri toplamış, ağarttığı saçlarının namusuyla yaşamıştı.
Sakallarını, vücudunda uzanan kılcallar kadar benleştirdiği, canından çok sevdiği babasının mahalledeki genç kadınlarla yaşadıklarının perdesi gece yarısı annesinin ağlamaklı çığlıkları yükselmeye başladıktan sonra aralanmıştı. Ve bir gece dolunaya dek uzanan, kulakları sağır eden o acı çığlığın ardındaki tenhalıkta kaybetmişti annesinin öyküsünü, sevdiklerinin gidişini yağmalanmış masumluğu olarak görmüştü.
Lakin ölüm, annesinin yaşama verdiği o geri dönülmez ”es” hayatında sevgiye dair bir şeyler bırakmıştı.
Kız yurdunda bulduğu soluğu, annesinin yerinde koyduğu kızların, yüksek not alıyor diye, kestiği saçlarıyla titremiş ve kardeşlik sevgisi de törpülenmişti artık.
Dispansere gelen subay, ihanetlerinin mutlu sonu olabilirdi. Genç subayın her gelişinde getirdiği ipek kumaşları armağan almayı yarenlik borcu bilirdi. Celil adlı bu gencin doğuracağı çocuklarına bablık edceği hayallerini kurarken dispanserin yolunu tutmuştu.
Fahriye, o gün dispansere gelmemişti. Gerek Fahriye’nin ailesinden gerekse Celil’in bir daha gelmeyişinden anlaşılmıştı ki sevgi, insana güçsüzlükten başka hiç bir şey getirmiyordu. Çünkü insan içtiği çiğ sütü, başkalarının burnundan getirmeye yeminliydi.
Mihrace Hanım, o günden sonra sevgisini insan olmayan her şeye adamıştı.Sevgiyi, objelerde sahnelendirmiş ve her objeye de uzun uzadıya tiratlar yazmıştı.
O, evine aldığı eşyaları, kedisi Kösem’i sevmişti.
O, yıllandırdığı ihanetlere sürgü çekip kaygısız yalnızlığındı oynamıştı son perdesini. Lakin bu gece çaresizlik aksettirmişti, yatağının ısınmayan soğuğuyla Kösem’in miyavlamalarında bulamadığı suallerin cevabı teker teker yükseliyordu entarisinde ve boğazına düğüm atıyordu bir bir.
Mihrace Hanım’ın öyküsünün ağıdı o sabahın serinliğinde yükselmişti arşa. Ve o ağıdı,bir hafta sonra duymuştu küs komşuları. Bir hafta sonra atılmayan çöpler, mahalleyi çınlatmayan sanat musikileri göstermişti onlara bu yalnız kadının ölüme yükselen sitemini. Ve ölümün vakurluğunun çöplerle olan bu ilişkisi gösteriyordu ki Mihrace Hanım’a o gece yalnız çaresizlik değil pişmanlık da aksettirmişti.
Mehmet veysel tanrikut kacinci siniftasin. Hangi okuldasin ve bu siirleri yazmak icin oyle deriden bir ni kaybetmek gerek. Birni daha once kaybettinmi cevaplarsan sevinirim
Bu yazıda sadece kayıplara takılıp kalmak doğru değil okuduğum gibi betimlemeler yüzüme çarpıyor.Ve belli ki betimlemeler özellikle işlenmiş
Rabbim bahtını ve yolunu açık etsin Veysel Tanrıkut….gayet güzel bir çalışma bence kesinlikle devam etmelisin….