DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Nineciğim / Muhabbet Sefa


Değerli nineciğim Orazmuhammed kızı Pecep ninem
hatırasına bağışlıyorum.

Çocukluğum Kokand’da geçti. Köyümüze “Şöhay” diyorlardı. Ben bebekken  annem ve babam Üniversitede okudukları için beni nineme teslim etmişler. Ninemin söylediğine gore büyüklerim “çocuk artık sizin, geri almayacağız, – demişler. Yedi aylı doğduğum için olmalı, çok zayıfmışım. Ninem hep: “Ayakkabımın içine sığıyordun”, derdi. O zaman onun simsiyah lastik ayakkabılarına bakıp söylediklerine inanıyordum.

Okula gittiğim zaman ünlü şair Hamid Alimcan’ın masalları tam ninemle ikimiz hakkında yazılmıştır diye düşünüyordum. Daha sonra Ötkir Haşimov’un “Dünyanın İşleri” romanını okurken, ninemle birlikte geçirdiğimiz hemde sonradan onun yalnız kaldıkları günler gözümün önünde canlanıyordu. Dolaysıyla ninemi özlediğimden dolayı yıpranmış sayfalarını göz yaşlarımla ıslattığım çok olmuştur. Zaten o benim dünyadaki tek sırdaşım, sevdiğim insandı. Onunsuz çocukluğum nasıl geçeceğini tasavvur bile edemiyordum. Bana hayatımın sonuna kadar yetecek ders veren, dünyadaki en mutlu çocukluğu sunan nineciğimden çok çok minnettarım.

Avlumuz tümüyle üzüm ağacıyla çevriliydi. Hüseyni, çaras, kişmiş gibi üzüm çeşitleri başımız üzerinde helva gibi pırıldıyordu. Ninem ekmek pişirirken, çoğu kez “güzel olacaksın” diye fırın başında sıcak ekmekle üzüm yedirirdi.

Avlumuzun kenarında iri iri beyaz renk meyveli kocaman tut ağacı vardı. Ona Mervertek diyorduk. Mervertek ilkbaharda, yani diğer tut ağaçlarından erken pişiyordu. Ben tut yemeyi aslında okadar çok sevmiyordum, ama ninem gelecek sene tut pişene kadar iliğinitok tutacak, diye yemeye davet ediyordu. Mervertek’in küvvetli dalları çok heybetli gözüküyordu. Dalına salıncak bağlanmıştı, oyuncağımı kucağıma alıp hep uçyordum. Çok uçtuğum zamanlar ninem: “dikkat et başın dönecek” – diye uyarıyordu. Aslında çok zevk alıyordum.

Yaz geceleri ninem tut ağacının altındaki masada oturup yıldızlara bakarken, uzun uzun kendi geçmişi hakkında anlatıyordu. Ninemin söylediklerini dinlemek için Mervertek de dallarını aşağıya eğiyordu sanki. Ben, ninem, Mervertek bir birimizi iyi anlıyorduk. Ninem yıldızlara bakarak bazen yarınki havayı, sonbaharın nasıl geleceğini söylüyordu. Onun söyledikleri hep doğru çıkıyordu.

 Ninem yıldızların dilinden iyi anlar diye düşünüyordum. Bazen onların yerleşitiğine bakarak da belli bir tehlike veya neşeli haberler hakkında beşaret ediyordu. Onun canlı cansız herşeyle sanki adamla konuşmuş gibi konuştuğu ilginç adeti vardı. Ağıla yaklaşınca koyun, tavuk, gölde akmakta olan su, hatta bağ köşesinde iyice büyümekte olan fındık ağacıyla da konuşuyordu. Bazen avludaki masa güneşin ışığından dolayı sıcak olduğu zamanlar üzüm ağacı gölge yaptığı yere koyun postu atıp oturuyor ve çay içiyorduk. Postun üzerine oturmayacağım diye nekadar kapris yapsam da, ninem onun çok yararlı olduğunu, özellikle ayak ağrılarına şifa olduğunu söyleyip, beni oturmaya mecbur ediyordu. Mervertek ağacının alt kısmında büyük bir kovuk vardı. Oraya ufak tefek şeyler koyuyorduk. Bazen yaramazlık yapıp kovuğun içine gizleniyordum. Ninemin her tarafa koşarak beni araması çok hoşuma gidiyordu. O beni hep “Maabbet” diye çağırıyordu. Önce: “Maabet, nerelerdesin ya? – diye yumuşak konuşur, daha sonra bulamayınca “Allah kahretsin” nerelerdesin, hadi çık buraya! – diye kızarak bağırmaya başlıyordu. Böyle bağırdığı zaman da onun bana olan sevgisini hissidiyordum.

Kovuğun içinde uyuyakaldığım da olmuştu bile. Mervertek’in kovuğu bana ninemin söylediği “Yarıltaş” masalını hatırlatıyordu.    

* * *

Tatlı mısırı çok sevdiğim için ninem bizzat Kokan pazarına gidip fazlasıyla getiriyordu. Böyle günlerin birinde çok yediğimden dolayı mideme dokunup hasta olmuştum. O zaman ninem bana kızarak diğer mısırları komşu çocuklarına dağıtmıştı.

“Allah kahretsin çocuğumu hasta yaptı ya”, diye tüm gün üzgün bir halde avlunun o tarafından bu tarafına geçip birşeylerle uğraşırken, iki top örülen uzun saçlarının ucuna süs olarak bağlanmış iki gümüş kuruş bir birine vurularak hoş ses çıkartıyordu. Ben böyle bir sesi çok seviyordum. Bazen saç süsü olan aynı kuruşları avucumda tutuyor ve bir birine vurup şakırdatarak oynuyordum. 

Öğleye doğru biraz iyileşmiştim. Gece olunca ninemle avluya geçip uzun sohbet ettik. Ninem arada bir yavaş şarkı söylüyordu. Onun söylediği şarkı çok dertli ve etkileyiciydi.

– Alnıma bitmiş iki çocuğum da iki yöne uçtu gitti. Dayın askerdeyken birisini bulmuştu. Annen ise ünversitede öğrenciyken babanın ardından gitti. İkisi de “zavallı annem yalnız kalacak” diye hiç düşünmedi. Yazık ömrüme, yazık. Evet, Allah kahretsin böyle bir aşkı. “Şohay”da yiğit dedikleri az mıydı? Saçının tanesi kadar yiğit vardı…  

Ninemin aynı sözlerini hatırlarsam, annemin uzun, simsiyah saçları gözümün önünde canlanırdı. Yüksek sınıfa geçtiğim zaman annem bizim sınıfa fransızca derse giriyordu. Sınıf masasına oturup yazdığı zaman çift örülü üzün saçları yere – tabana değiyordu. Bazen ufak örülü saç örgüsünüsayıyordum. Saç örgüsü yüz yirmi, yüz otuz taneyi buluyordu. Kızlar hevesle annemin peşinden koşuyorlardı. Ben annemi nedense onlardan kıskanıyordum.

Ninem bazen şarkı söylerken ağlıyordu, göz yaşları ırmak gibi yüzündeki uzun buruşukluklarından çenesine doğru akıyordu. 

Fergane’de odun yaksam, Harezm’de tütünü,    

Bu dünyada var mı acaba yürek bağrı bütünü.

Bu dünyada var olsa, yürek bağrı bütünü,

Kağıttan ocak yapayım, gülden yapayım odunu.

           Bu gibi türküler sırayla bir birine ekleniyordu:

Harezm yolun kurusun,

İçmem ya suyun kurusun.

Harezm’e kız veren,

Şu benim acım kurusun.

Harezm, yolun taştır.

Yavrumun bağrı taştır.

Özlesem ne yapayım,

Gözüm dizili – yaşlı.

Ben yavrumu özledim.

Nur gözlümü özledim.

Ben burada odun yaksam…

Ninem ağlarken belli bir zamana kadar zayıf omuzu silkinir, ben de o zaman yavaş gözyaş döküp ona sokuluyordum. Aynı anda ona hiç yardımcı olamadığım için sıkılıyordum. Sıkılmak ne olduğunu işte o zamanlar iyi anlamış olmalıyım.

* * *

Avlumuzun üzerinden uçak geçtiği zaman annemi getirmesini isteyerek, yüksek sesle bağırıp ardından koşuyordum. Bazen sesi duyulunca hemen merdivenden duvara tırmanarak oradan çatıya çıkıyordum. Böyle yaparsam uçak sesimi daha iyi duyar diye düşünüyordum. Ninem hep: “Anneni “demir kanatlı kuş” götürmüştür”, – diyordu. Kendimce ona hitaben şarkı da söylüyordum. Çatımız üzerinden geçen “demir kanatlı kuş”a nekadar rica etsem de annemi bırakıp gitmiyordu…  

Ninemle birlikte satıcılık yapıyorduk. Kışın yazın mahallede dükkan önündeki söğüt ağacı altına masa yerleştirip, üzerine tüm mal varlığımızı koyuyorduk. Mal varlığımız kurtova1, nas, çekirdek, ninemin dediği “rusun sakızı”, tatlı “jiklet” olurdu. Yazın önümüzdeki küçücük ırmaktan fokurdayıp su akıyordu, ufak dükkanın etrafını güzelce temizleyip su serpiyordum. Giden gelen, genç ve yaşlı gölgede oturup dinlenirken, ninemin nasvayı ile çekirdeğini çok övüyorlardı. Onları kendimiz hazırlıyorduk. Büyük kazanda pişirilen çekirdek tüm gün yorganda sarılı dururdu. Ancak “o zaman içi tatlı, kıtırdayan çekirdek olur”, – diyordu ninem. Nas, donmuş süsme çok satılan şeylerdi. Arada bir sigara da getiriyordu ninem. Üzerinde demir kanatlı kuş tasviri yansıtılan bembeyaz hemde kırmızı kağıt kutulu sigaramız olurdu. “Bu köyün zenginleri için” – diye bembeyaz, temiz dondurulmuş süzmeyi ayrı saklıyordu. Nas çok çabuk bittiği zaman alıcılara: “Allah kahretsin, getirdiğim nas bir haftaya da yetmiyor, sizleri diye iki defa Kokanbay’a gitmek zorunda kalıyorum. Parasını ona göre verseydiniz keşke” – diye güceniyordu bazen. 

Ben tüm gün nehir kenarındaki mezar başında çocuklarla koyun besliyordum. Mezarlıkta korkmadan gezdiğimi hatırlarsam, şimdi çok şaşırırım. İlk baharın ilk elçileri orada baş gösteriyorlardı. Küçücük ufak çiçekler top top filizleniyor, onlardan demet hazırlayıp nineme götürüyordum. Ninem onları yüz gözüne sürüp, bir daha koparmamamı söylüyordu. Yaklaşık gece yarısına kadar çalışıyorduk. Yorulup uyuyup kaldığım zaman ninem birisine söyleyip eve götürtüyordu. Her defa birisi omuzunda taşırken, aniden uyandığım zaman da gözümü açmak istemiyordum.

Kış başlamasıyla kendi bağımızda yetişmiş kayısı, ayva, ceviz gibi kuru yemiş dolu bir kutuyu anneme gönderiyorduk. 

O zamanlar böyle şeyler Harezm’de bulunmuyor diye düşünüyordum.

Kış adım atmasıyla pencerenin yanına yakın bir yerde sandal – masa yerleştirilirdi. Sandalın altı kazılmış olup oraya kömür veya odun koru atılırdı.  Çok sıcak olduğundan dolayı canın rahatıydı. Dışarı soğuktan içeri girince sıcaklığı canın rahatı olduğu için hemen sandalın üzerine sarılmış battaniyenin arasına giriverirdim. Akşamları ayağım kora düşmesinden merak edip battaniyeyi sık sık kaldırırken ninem çok kısıyordu. Bazen ninem yorulup uyuyakalınca sandal üzerindeki battaniyenin içine başımı sokup, kıpkırmızı kora bakarak kendimce birşeyleri düşünüyordum.

Ninem hekimlik de yapıyordu. Çoğu zaman dağa çıkıp çeşitli otlar toplar gelirdik. Onları hastalığın türüne göre tek tek ayırt ediyordu. Yeşil otları çatıya serip kuruttuktan sonra, küçücük bakır havanda dövüp, ayrı ayrı sarıp saklıyorduk.

Ninem kışın aynı bakır havanda bize pirinç dövüp veriyordu. Havanda dövülen pirinç tozunu çok beğeniyordum. Pirincin tozu kor gibi sıcak kazanda pişirlirken kırmızı renk alıp hoş koku çıkartıyordu. Daha sonra  kurutulmuş ekmek parçaları ve cevizi havana atıp un olana kadar dövüyorduk. Hazır olduktan sonra biraz şeker katıp çaya atıyorduk. Sıcak çaya atılan tozun kokusu tüm odaya dağılıp, iştahımızı kabartıyordu. Çok doyumlu ve lezzetliydi nineciğimin böyle dövülmüş pirinç tozları…

* * *

Bizim eve hasta çocukları da getiriyorlardı. Nitekim bayanlar nazar değmemesi için nineme âyin yaptırıyorlardı. Ben nineme taklit ederek oyuncaklarıma hemde hep ceviz ağacının altında yatan uzun kulaklı “Elavay” köpeğimize fırından bardağa kül doldurup âyin yapıyordum. Şimdi aynı âyini yaparken söylenenlerin ancak bazılarını hatırlıyorum:

…Çık, betbaht, çık,

Ta çıkmazken bırakmam,

İnsafı yok dellallara git,

Kan yalamış kasaplara git,

Hakı yiyen kezzaplara git.

Benim yavrumda ne yaparsın?!

Çık, betbaht, çık…

Gözlerini kapatarak uzak dua eden nineciğim, o zaman sanki masallardaki yaşlı büyücü kadınlara benziyordu.

* * *

Bir ara her zamanki gibi üzüm ağacı altına post döşeyip, çay içerken, ninem nedense üzgün bir halde elindeki piyaleyi yavaş çevirerek uzak düşünceye dalmıştı.    

– Yavrum, sen büyüdün artık. O tarafta annen yalnız, işe gittiği zaman kardeşine bakacak kimse yok. Sen okula başlayacaksın şimdi. Aslında benden dolayı bir sene geç okula başlıyorsun.

Onun sözünü hemen kesip:

– Ben mahalledeki okula gideceğim. Diğer okula gitmeyeceğim, – dedim.

– Annen öğretmen, seni kendisi çalıştığı okula götürecek.

– Annemin okuluna gitmeyeceğim.

Sanki ninem beni diğerlerine verecek gibi korkuyordum.  

– Şimdi aynı kapıdan baban içeri girse memnun olur muydun?

Ninemin dediği gibi babamın aniden eve gelmesi benim için sevinecek olay sayılmazdı aslında. Onu arada sırada gördüğüm için okadar özlemiyordum bile.  

– Niçin gelecek babam?

– Seni götürmeye. Sen akıllı kızsın ya, o tarafta annene lazımsın.

– Ya sana, sana lazım değil miyim? Hani anne baban seni bana tümüyle vermişlerdi demiştin. 

– Evet öyle demiştim, ama sen onların çocuğusun, istedikleri zaman götürebilirler. Aslında öte yandan senin için iyi olacaktır. Orada deden, ninen de var.

– Benim senden başka ninem yok. 

Tam o sırada açık kapıdan babamın gölgesi göründü. Elinde büyük bir valiz vardı. Okadar hatırlamıyorsam da ninemin dediğine göre babama bakarak:

– Bana sen de lazım değilsin, annem de lazım değil, ben ninemle kalacağım, – diye görüşmeden kaçmış gitmişim. Bizi bulamasınlar diye “Apak dedem – dayımınkızı rahmetli Hüsnücihan ablamla birlikte tutzara doğru koşup büyük beton borunun içine gizlendiklerimizi iyi hatırlıyorum şimdi. Hüsnü ablam da benden ayrılmak istemediği için benimle birlikteydi.  

Ninem, babam, ben – üçümüz şehire geldik. Babam beni kucağına almıştı. Etrafı simsiyah demir kolluklarla çevrili bir yerde, ben daha önce  kaç defa çatıya çıkıp annemi getirmesini söylediğim “Demir kanatlı kuş” duruyordu. Ona bakarak çok meraklanmış olmalıyım babam:

– Uçağın içine bakmak ister misin? Hadi gel göstereceğim – diye beni oraya götürmüştü.

Babamın söylediklerine inanmıyorsam da “Demir kanatlı kuş”un içine bakmak isterdim tabî. Basamaklardan yukarıya çıkarken, aniden kolluklar yanındaki duvar ardında ninemin ağlayıp durduğunu gördüm. Onun duruşu  hâla da gözümün önündedir. Hemen kendimi geriye attım. Ama dedem ellerimden sert tutmuştu. “Demir kuş”un içine girdikten sonra çok geçmeden demir kapıları da kapatmışlardı. Ayağımı yere vurup, imdat diye bağırarak kapıyı açmalarını, beni bırakmasını söyleyip ellerimden sert tutan babamın rast geldiği yerine yumruk atmaya başlamıştım…

Annemi götüren “Demir kanatlı kuş” artık beni de dünyadaki tek sevimli insanımdan ayırmaktaydı. İşte o günden sonra uçağı hiç sevmez olmuştum.

* * *

Nihayet Harezm’de yeni hayat başlamıştı. Burada kimse çok sevdiğim ninemin yerine geçemezdi. Okullar açılınca annemin okuluna derslere başladım. Ama kışın, yazın tatillerde söz verdikleri gibi beni ninemin yanına gönderiyorlardı.

Kokan’daki üç odalı alçak ev Harezm’deki yüksek hemde içinde benim için harika sayılan herşey hatta televizyonu var olan evden başkacaydı, yanı ninemin evi yüreğime daha yakın, daha sıcaktı. Bazen ninemi özleyip gece yarıları uyanıp ağlıyordum. Böyle zamanlarda erkek ve kız kardeşlerime kızıyordum. Onlar benden çok korktuklarını hala da söylüyorlar. Hiç kimseyle iyi ilişki kuramıyordum, kaba, çekingendim. Bu adetim uzun zamana kadar devam etmişti. Eve gelen konuklar beni “abilbuz” diye söylüyorlardı. Hep yalnız kalmak istiyordum. Hepimize ayrı ayrı yatak varsa da kardeşlerimle aynı oda da yatmayı, yanımda birisi nefes almasını beğenmiyordum. “Tek kendim yatacağım”, – diye sürekli kavga yaptığımdan dolayı annem beni “içe kapanık”, – diye kardeşlerimi ayrı odaya taşıtmıştı. Ben nineciğimin çok söylediği, özlem, beklemek denen derdin istiraplarını artık kendi ufacık kalbimde yaşamaya başlamıştım. O sıralar çok ağlıyordum. Ağladığımı kimse görmesini hiç istemiyordum, görmüyordu bile.

* * *

Ninem nedense ikimiz oturduğumuz evi tamir yaptırmıyordu. Babam her defa: “Şimdi evi tamir yapacağım”, – dese de razı olmuyordu. Daha sonra ablamın söylediğine göre, ben bebekken pencerenin yanında oturup, rafın kenarındaki kesekleri çıkartıp yiyormuşum. Parmaklarımla kazdığım yerleri korumak için nineciğim evi tamir yaptırmıyormuş. Hâla da pencere rafı altında dişlerimin izini okşayıp uzak oturduklarını hatırlarsam gözlerime yaş koyulmaya başlar. 

* * *

Çocukluğumda oynadığım oyuncaklar ufak, kırmızı bavulda bulunuyordu. Ninem basit tahtadan yapılmış oyuncaklar ve çamurdan yapılmış ekmeklerime kadar hepsini saklıyordu. Her defa yazın nineme gittiğimde artık onları bırakmak gerektiğini söylüyordum. Ninem buna razı olmuyordu.

– Sen yarın gideceksin, bunlar senden bana hatıra. Bunlarla oyalanarak sen Maabbetim’le konuşmuş gibi olurum, – diyordu.

Ninem çok iyi dikiciydi. Özellikle yorgan dikmekte ona eşit kimse yoktu köyde.  

–İğnenin gözünü bulamayan kör gibi yarın yırtığını da dikemeden, komşuya koşan kadın olma sakın, – diye küçücük el dikiş makinesine oturtup bana dikiş işleri öğretiyordu. 

Onun zorlamasıyla kısa zamanda dikiş işini iyice başarmaya başlamıştım. İlk defa komşumuz Kumru halanın torununa siyah ipek kumaştan gömlek diktim. Sevindiğimden dolayı gömlekceğizi havada tutup avluda fır dönüyordum. Ninemle Kumru hala bana bakarak gülüyorlardı. Kumru halam güldüğü zaman omuzu silkelenerek, altın yapılı dişleri parıldıyordu, o çok hoş suratlı bir bayandı.  

* * *

Bazen yemekten sonra bulaşıkları yıkamaya tembellik yaparsam, ninem:

– Kazan, tabak gece haca gidip, rızık getirir, yıkanmayan bulaşıklar ise gidemeden sahibini “İlla da yüzün beninkinden de better olsun!” diye beddua eder, – diyordu.

Her gece uyumadan önce fatiha okuyup, sonra iki tarafa bakıp, omuzumuz üzere “süf süf” diyorduk.

– İşte şimdi rahat uyuyabiliriz, şeytan, cinler yanımızdan gitti, – diyordu neşeyle yastığa baş koyarken. Ben cinleri ninem anlattığı gibi tasavvur ediyordum.

– Hiçbir zaman giyimsiz uyumayacaksın, çıplak omuza şeytan binecek, yemeği ayağa kalkıp yiyeceksin, ekmeğin yanında uzanıp yatmayacaksın yoksa ekmeğe karşı saygısızlık olur. Ayrıca bereket  kaçar, – diyordu. 

Aradan onca zaman geçmişse de şimdi evde çocuklarım yemek yedikten sonra sofranın üzerini açık bırakıyorlarsa, “Üzeri açık kalan ekmek baka baka mahcup olur, ekmeği baka kaldırmak günah”, – dedikleri kulağıma vurulur. “Süpürgeyi hiç bir yere dikey koyma, eve külfet getirir, köşeye çöp toplama, bereket gider, makasın ağzını açık bırakma, kavgaya neden olur, elinin hamur kalıntısıyla yedi adımdan fazla geçme, ömrün kısa olur, çamaşır yıkayıp kirli suyunu ayak altına dökme, basan adamın ayağı sürekli ağrımaya başlar”, – dediği öğütler bana ondan kalan büyük hazinedir. 

“Kovadaki su üzerini açık bırakma, kırlangıç oturursa, adamı cüzam yapar. Kuru çay, tüz üzerini hep kapat, kertenkele siyerse cüzam olursun”, – dediklerini şimdi hatırlarsam titremeye başlarım. 

Köydeki Adine kız arkadaşımın ninesi cüsam hastalığına yakalanmıştı. Arkadaşımı nekadar sevsem de, ninem onlara gitmeme hiç izin vermiyordu. Adine’nin ninesini gerçi bir defa görmüş olsan da, aynı hastalığa yakalanmaktan çok korkuyordum.

Yolda giderken, karşılaştıklarımız kimseler nereye gitmekte olduğumuzu sorarsa ninemin çok ağırına gidiyordu. “Hiç bir zaman yoldaki adama “nereye böyle” – diye sorma, mahcup edersin. Yerine: “Yolunuz açık olsun demelisin”, – diyordu hep.

Ninem Harezm’e geldiği zaman bizim sofra sermeden yemek yediğimize de çok kızıyordu.

– Masa üzerine rusun muşambasını serip kolay yolunu bulmuşsunuz. Sofrayı yıkamaya tembellik ediyorsunuz da ondan… Sofranın hikmeti çok, her akşam öteki dünyaya göç edenler  “Yakınlarım bugün bana ne bağışlar acaba?” – diye bekler durur. Sofrayı bir köşeye götürüp: “Sevabını göç edenlere bağışladım”,– diye temiz yere silkelemek lazım. Şimdi ben ölürsem sizler beni aç bırakacaksınız galiba, – diye çok üzülüyordu.

* * *

Sekizinci sınıfı bitirmek üzereyken ninem aniden hastalandı. Beni yine ona gönderdiler. Sınavlara da orada girdim. Oradaki sınıf arkadaşlarım bir başkaydı. Kızlar saçlarını incecik örerek, başlarına zar çizgili örtü atıyorlardı. Ben de onlara katılıp, baş örtüsü giydim, güzelce yakışıyordu. Erkek çocukların birinde bisiklet vardı. Sırayla bisikletin arkasına binip, okul bahçesini geziyorduk. Daha doğrusu, “Şöhay” köyünden ayrılınca çok değişmiştim. Hep Allah’ın varlığını hatırlatarak yaşayan ninemin hareketleri şimdi bana biraz tuhaf geliyordu, o yüzden onun söylediğine göre annemin yanından bir başka, yani onun hoşuna gitmeyen özellikleri de benimsemişim.

Bir gün aceleyle giyimlerimi avludaki masa üzerine bırakıp dışarıya çıkmıştım. Belli bir zaman sonra sokaktan içeriye girdiğim zaman ninemin moralı çok bozuk olduğuna rastladım. Anlaşılan benim hareketlerimden  hoşlanmamıştı: “Bu yaptıkların hiç iyi değil, eve her çeşit insan gelir, Recep’in torunu anlayışsızmış, derler senin böyle yaptıklarını görünce. Ayrıca belaget yaşına ulaştın, büyüdün artık”, – demişti.

O gün bilmem neyle ilgili yarın kurbanlık yapmak gerektiğini, hazırlık yapmamız gerektiğini söyledi. Harezm’deki öğretmenimizin dersin birinde “Allah yok”, dediği çok etkilemişti beni.

– Sen hep Allah var, ondan korkmak lazım, diyorsun. Hayır, Allah yokmuş, bulunmamış hatta. Hep beni aldatmışsın.

– Kes sesini, bu nasıl utanmaz kız, Allah duymaktadır.

– Sana Allah yok dedim, herhangi bir kurbanlık yapmayacaksın artık. Koyunlarıma da dokunmayacaksın, – dedim. Öyle çok sert konuştumki… O zaman ninem ve öğretmenimin sözleri arasında arasatta kalmış olduğumu şimdi net hatırlıyorum. Renkleri ağarmış ninem benim daha önce hiç görmediğim bir şekilde yüzüme bakarak dona kalmıştı, dudakları dir dir titriyordu. Ninem o zaman ilk defa yüzüme sert yumruk atmıştı.

* * *

Üç dört tarla ötede “Baybota” köyü bulunuyordu, zamanla insanlar orasını “Boyta” demeye başlamışlar. Orada beş nefer çocuğuyla Dursunay halam yaşıyordu. Polat dayım araba kazasında vefat etmişti. Arada bir ninemle “Boyta”ya gidiyorduk. Ninem büyük sepete ekmek, tatlı koyup, başının üzerine yerleştiriyor ve endamını dik tutup geriye bakmadan ağaçlar düz sıralanmış yol kenarından yürüyordu. Ben ise kah ninemden daha ilerliyor, kah geride birşeylerle oyalanıyordum, sonra ona yetişmek için saçlarımı silkeleyen rüzgarla oynayıp koştuklarımı hâla da hatırlıyorum.

Ninem iyileştikten sonra Dursunay halamı görmeye gittik. Mahalleye yakın geldiğimizde dönüşteki gök kapıdan çıkan kadın bize rastlayıp şöyle dedi:

– Evet, Recep nine, nereye böyle harezmliyle birlikte. Şu büyüyen kız bizim Maabbet mi acaba?

– Evet – der ninem hoşlanmadan. Onun niçin hoşlanmadığını biliyordum. Sonra yolunda devam ederken: “Gözüne kurşun, süf ya, süf nazarı delik deşik yapayım der çocuğumu. Keşke nazarı engelleyebilen Hoca bulunsa buralarda”, – der. Sanki kadının bakmasıyla bana nazar değmiş gibi sıkılmıştı.

Çocukluğumda çok ateşim çıkıyordu. Ninem büyük yol başındaki evde  tek kendisi yaşayan Nişan Hocaya okutup geliyordu. Kimse o adamın ismini söylemiyor, herkes “Hoca” diyordu. Gerçekten de “Hoca” okuduktan sonra iyileşiyordum. Onun gözlük altından bakmalarından ta hücresinde kitap okumalarına kadar her şeyde büyü var gibiydi. Hücre kapısını açıp odaya girdiğimde Hoca başını kaldırıp şöyle bir bakıyordu ve elindeki tesbihi çevirirken dudakları fısıldayıp, yine işine devam ediyordu. Raftaki sayfaları sararmış büyük kitaplara tek tek göz atıp uzun zaman yanında kalıyordum. Söylediklerine göre köyde ancak çocuklar değil, hatta büyükler de onun yanına girmeye cüret edemiyor, girenler de nefes çıkartmadan işi bitene kadar bir köşede sessizce oturuyorlarmış. Hocanın üç oğlu ve hanımı beklenmedik bir felaket dolaysıyla vefat ettiği, ondan sonra evinden hiç dışarı çıkmadan inzivaya çekildiği hakkındaki söylentiler bana sanki büyüleyici, çekici rivayetler gibi geliyordu. Hocaya çok acıdığım için kalbimde ona karşı derin bir kaygı duyuyordum. 

 “Boyta”ya “Delisay” köprüsünden geçip, uzun bir yaylaya çıkılıyordu. Altından akan su köprüyü bozacak gibi haykırıyordu, ama biz çocuklar buna önem vermeden suya giriyorduk. Bazen “Delisay”a katılarak uzaklara kadar yüzüyorduk. Köprüden geçerken yaz günlerinin birinde büyük siyah koçu keserek yaptıkları saç örgüsü düğünüm şimdi hatırıma geldi. Irmak kenarına serilen sofra etrafında dedeler ve orta yaşlı erkekler bağnaz kurup oturuyorlardı. Onların arasında Hoca Kuran tilavetediyordu. Belli bir zaman sonra beni çağırıp Hocanın yanına oturtmuşlardı. Fatiha okunup dua edildikten sonra bembeyaz sarıklı baş örtüsünün içinde bulunan makası çıkartan Hoca başımın tam ortasında diğerlerinden farklı uzun örüp pilik1 takılan saç örgümü kesip sardı. 

Yola devam ederken çok eski olaylar gözümün önünde tek tek canlanıyordu. Dursunay halam bizi görünce çok sevindi ve aynı anda gözlerine yaş geldi. Beni uzun zaman bağrına bastı durdu. Halamın  avlusu bizimkine göre daha büyüktü, üzüm ağaçları da bizimkinden yüksekti. Üzüm ağaçlarının altına sanki bizimki gibi bazilikalar ekilmiş, biraz önce su serpilmiş bazilikalar yan etrafa hoş koku dağıtıyordu. Halamın bağında kiras, badem ağaçları çoktu. Ben düz bağa geçiyordum. Badem filizlediği zaman burasın manzarası daha güzel oluyordu.  Bağı seyredip kapı önüne geldiğimde ninemle halamın kendi aralarında gizli konuştukları beni olduğum yerde durdurdu. Dursunay halam:

– Maabet çok güzel kız olmuş, – derken, ninem:

– Onu Harezm’e göndermek istemiyorum. Yalnızlık nasılsa beni yiyip bitirecek. Tüm varlığım aynı çocuk. Artık hiç vermek istemiyorum. Nur’un başını dolandırıp Enver’e nikah yapalım mı acaba?

– İyi olur ama o buna razı olur mu acaba? Damadınız ne der?

– Önce bunların ikisini buluşturalım da, sonra anne babasını birşey yaparız. Bir birine aşık olursa kimse birşey diyemez. Ben ahiretimi de düşünüyorum. Ölürsem beni hatırlayacak kimse bulunmasını isterim. Harezm’den ayda, yılda bir gelene kadar mezarımı ot basar. Maabetim şurada olursa, Enver kendimin, rahat rahat ayak uzatırım.

–Nefesinizi sıcak tutun ya, hâla uzak yaşayacaksınız. Siz de bırakıp gidecekseniz sonra kime dayanacağım?!

Ninemin sessizce “hüngür hüngür” ağladığını duydum.

Ayak ucunda yürüyüp geri döndüğümde, Enver’in kapı üzerindeki üst kattan sazın sesi geliyordu. Daha önceleri böyle zamanlada koşarak odasına çıkıp yanına çökeleyen ben – şimdi yerimde dona kalmıştım.

Enver daha önceleri aynı hücresinde adamların getirdiği eski radyo, televizyon gibi ufak tefek şeyleri onarıyordu. Basamaklardan yavaş yukarıya doğru çıkmaya başladım, ama yarısına çıktıktan sonra hemen aşağıya indim. Avlu ortasında ne yapacağımı bilmeden, şaşkın şaşkın kah oraya, kah buraya bakınıp duruyordum.

* * *

Yeni yılı bizimle birlikte kutlamak hemde aynı anda beni götürmek için annem geldi. Hava soğuk, kar yağıyordu. Aniden dış kapı çaldı. Koşarak çıktım. Kapı halkasını indirip, biraz açarken, Enver bisiklette soğuktan kızarmış elinde küçük bir kutu tutuyordu. Kutudaki pasta olduğunu anladım. Selam vermiş olmalıyım aleyküm selam dedi. Elindeki pastayı alıp geri döndüm. Odaya girdiğim zaman ninem hemen:

– Kimmiş o? – dedi.

– Enver, – dedim.

– Niçin içeri girmedi?       

– Bilmiyorum…

Ninem durumdan birşeyleri anlamış gibi gülümseyerek gizli bakıyordu. O zaman ilk defa yüreğimin dük dük çarptığını hissetmiştim.

* * *

Ninem hep bir bahaneyle kurbanlık yapıyordu. Ölüp dirilip beslediğim koyunlarımı hep kurbanlığa kestirdiğinden dolayı çok üzülüyordum. “Artık bir daha koyun beslemeyeceğim. Hepsini kesip bitiriyorsun”, – diye kızmıştım. Kurbanlık dolaysıyla pişirilen yemekleri yemiyordum bile. Koyun etinden pişirilen yemekleri sevmememin nedeni işte ondan. Ama kurbanlığı dağa çıkıp yaptığımız çok hoşuma gidiyordu. Böyle günleri sabah erkenden komşu, akrabalar dayımın oğlu Rahmankul abimin ardı kapalı, tuğlaya benzer arabasına eşyaları artıp, Şahimerdan dağına çıkıyorduk. Biz çocuklar için o gün gerçekten bayram olurdu.

  Zirvede bulunan kara ulaşmak için çok uğraşmıştım. Ama gittikçe cüretim azalmış, gücüm bitmiş, nekadar yürüsem de inat etmiş gibi kar da benden uzaklaşıyordu. Çok yorulunca çökkeleyip oturur dinlenmiştim. Sonra aşağıya doğru koşmuştum. Acil aşağıya inerken ayaklarım yere değmiyor, sanki ardımdan birisi sert itmiş gibi duramıyordum. Çok tırmanarak çıktığım yerimden bir anda dağ eteğine inmiştim. Ayaklarım sıyrılmış hatta kanamıştı. Zirveye ulaşamadığım çok ağırıma gitmişti. Kızgın bir halde Aksay’ın fokurdayıp aktığı yerden büyük bir taşı seçip, üzerine çıkıyor, hemde kızgınlığımı yatıştırmak için kitap okumaya tutunuyordum. Sahilin suyu okadar berrak ve öyle hızlı akıyorduki sanki benim aynı andaki durumuma benziyordu.

Ninem her defa dağ yan bağırlarında ısırgan otundan dikkatlı olmamı, ayak ellerime değmemesi gerektiğini öneriyordu. Isırgan otuncanı var gibi geliyordu bana.

* * *

Her gün büyük cadde üzerindeki kasaptan inadına bir yemeğe yetecek dana eti getiriyordu. Evde bazen iki kazan kaynıyordu. Ninemin kazanı babamın getirdiği bembeyaz gaz ocağı üzerinde, benimki petrol yağlı ocağında. Yemeğim petrol yağlı ocakta pişmesini kendim istiyordum. Tüm yaz ham eti güneşte kavuruyorduk. Önce eti ince kesip, kutudaki tuza atıyor, bir kaç gün sonra alıp ipe geçiriyorduk ve üzerini bezle kapatıp güneşli yere asıyorduk. Böyle eti kışın yemeğe katıyorduk, Ninem bazen yağa atıp kavurup bize veriyordu. Böyle lezzetli eti başka bir yerde hiç yememişimdir. 

Avlu köşesindeki küçük oda mutfağımızdı. Mutfaktaki eşyalar hep düzenli duruyordu. Tabanda sırayla ipe çekilmiş ayva, üzüm asılı duruyordu, içeri girildiği zaman hemen hoş koku vuruyordu buruna. Yiyecekler yerde durmuyor, tabandan uzun teller indirilmiş olup, su dolu kova, ekmek koyulmuş sepet, pirinç, ufak tefek herşey sanki aynı sıraya çekilmiş gibi asılı duruyordu.

Öğleye kadar tarlada koyun besledim. Karnım çok acıktığı için petrol yağlı ocaktafokurdayan yemeğin kokusu iştahımı daha kurcalamıştı.  Koyunları ağula kapatıp, acil elimi, yüzümü yıkayıp, sofra başına geldiğimde tabakta duran simit gibi bembeyaz şey dikkatımı çekti. 

– Nineciğim, bu nasıl yemek? – dedim, şaşırarak.

– Yılan çorbası. Ninemin rahat bir şekilde verdiği cevaptan az kalsın bayılacaktım.

Nineciğim bana hatta kurbağa yedirmişse de şaşırmam. Üzüm ağacı aralarında ayağından asılmış kurbağalar tüm yaz tahta gibi donmuş duruyordu.

* * *

Kaderin yazgısından çekinip yirmi sene çocukluğum geçen köye gidemedim. Aynı günü yirmi sene bekledim. Yıllarca ağlayarak, avunarak teselli arayarak bekledim.

Değerli anne köyüme araba rüzgar gibi uçup girerken, göz yaşım sağanak gibi yüzümü yıkıyordu. Yol kenarındaki ırmağa yaklaştığımızda sürücüye arabayı durdurmasını istedim. Eşyalarımı ablamın evine bırakmasını söyleyip kendim  arabadan indim. Aynı anda her karışı değerli olan anne toprağımı tekerlekler altında basıp geçmeye cesaret edemiyordum. Gerçi yirmi yıldan beri burada beni tanıyan her hangi birinin bulunup bulunmadığını bilmiyorsam da yolumda uğrayan her canlı ve cansız varlık bana değerli geliyor, yüreğim taşıp, canım sanki damağıma tıkanıyor, gözlerim dört yana bakıp imreniyordu.

İşte evimizin önündeki büyük ırmak. “Gece olunca ırmağa yaklaşma, su perilerinin seyrini bozacaksın, onlar tüm gün uyuyup, gece eğlenmeye çıkıyorlar, yolunda karşılaştığı kimseyi suya çekerler”, – diyordu nineciğim köyde birisinin gece yarılarına kadar gezdiği için su perileri götürdüğünü söyleyip. Karanlık indikten sonra imkan varsa köprü altından da geçmemeyi öneriyordu.

Sahile vurularak fokurdayıp akmakta olan ırmak gündüz günleri benim hayal süren sevimli yerimdi. Kenarında oturup ninemin söylediği uzun, sarı saçlı su perileri hakkında düşünürdüm hep. Yazın hâla pişmemiş olsa da eteğime ceviz doldurup, ırmak kenarındaki taşa ovalayıp kabuğundan ayırtıyordum. Nedense biz çocuklar pişmemiş cevizleri çok seviyorduk. Özellikle ellerimiz kina koymuş gibi kızarmasına çok düşkündük.

İşte aynı köşedeki ev benim çocukluğum geçen evdi. Ortada ahşap kapısı bulunan yüksek duvarın üzerinden şöyle boynunu çözüp bakarsan avlunun içindekileri net görürsün.

Kapıyı ne zaman, nasıl çaldığımı bilmiyorum, çok geçmeden başında beyaz pembe çiçek deseni bulunan baş örtülü bayan açıp şaşkın şaşkın bakıyordu.

– Ben Recep ninenin torunuyum. Eve girebilir miyim? – dedim zor bir şekilde hıkırdayıp. 

Bayanın yüzünde aniden hoş bir gülümseme oluştu. İçeri buyur edip önde yürürken durmadan konuşuyor, izin istememin hiç lüzümü olmadığını, bu ev benim de evim olduğunu söylüyordu.

– Hey çocuklar, babanıza söyleyin Harezm’den misafir geldi! Teyzemin kızı geldi!

Bayanın sesi kulağıma zor giriyordu, geniş avlu içinden bana aziz olan insanları arıyordum. Daha önce Mervertek bulunan – şimdi dümdüz toprağa dönüşen yerde dururken gözlerime yaş gelmişti. Ellerim sanki onun kocaman gövdesini okşamış gibi havada döndü. Dallar arasından tepeye tırmanırken hep gömleklerimi yırtan gövdesi dikenli kayısının hazin bakışlarını görmüş gibi oldum. Gözlerim bağ içinden “Ceviz Dede”yi arıyordu. Ardımda güneşi engelleyip duran binaya bakmaya cüret edemedim. Siyah beyaza çekmiş göz yaşlarımın arasından ev sahiplerinin tek tek çıkıp bana baka kaldıkları görünüyor, gerçi dudakları kıpırdıyorsa da, sesleri kulaklarıma gelmiyordu. Aynı lahzelerde evimizi satan anneciğimi nasıl affetmeyi bilmiyordum. Biraz sonra elime birşey tuttular. Işte bu nineciğimin benim eşyalarımı sakladığı küçük bir kırmızı bavuldu. İçindeki oyuncaklarım arasından çocukluğumda giydiğim bembeyaz çiçek desenli dopu1 hemde ona eklenmiş yeleğimi aldım. Onlar hâla da yeni yıkanıp, ütülenmiş gibi duruyordu.

“Evimiz”in yeni sahipleri nekadar içeriye davet etseler de artık burada kalamazdım.

Avludan çıktığımda Hüsnücihan ablamın uzaktan bana doğru gelmekte olduğunu gördüm. Yaklaşınca kucağına atılıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Gözümün yaşı bitmek bilmiyordu. Mezara kadar ablam omuzumdan tutup götürdü. Çocukluğumda koyunların ardından koşarken, bir gün işte aynı toprak altında sevgili nineciğimin yatacağını hiç düşünmemiştim bile. Ninem hiç ölmeyecek gibi geliyordu o zamanlar bana.

– Bir gün ben de öleceğim yavrum. Allah’ımın cemalına ermek nasip etsin! Kolayca emanetini alsın! Yalnızlığımı belli etmesin, kapıya baka kaldırmasın! Öldüğüm zaman sen mutlaka gel! Adamlar tabutumu kaldırıp mezara gittiklerinde ardımdan söyleye söyleye ağlayıp dur. Sesini ta mezara kadar duyayım!

O ben ağlarken ne diye söylemem gerektiğini de belli etmişti. Ezberlemem için tekrar tekrar söylüyordu. “Adamlar ardından tek bir ağlayıcısı bulunmadı demesinler” – diyordu acıyarak.

Ninemin vasiyetlerini ne annem, ne ben yerine getirdim.

Başımı kaldırıp ablama baktım. Onun gözlerinde nineciğimin bakışlarını görmüş gibi oldum. Onun bakışında “söyle”, denen mana vardı.

Önce yavaş, sonra tüm varlığı unutup yüksek sesle ninemin bana öğretmiş olduğu o sözleri söylemeye başladım…

Bana kanat-kuş olan,

Gördükleri düş olan,

Allah’a bir iş olan,

Nineciğimden ayrıldım.

Ziyaretine pek gelmediğim,

Didarıma çok doymadığım,

Çocukların hep özlediğim,

Nineciğimden ayrıldım.

Altın kasede aş veren,

Kendi göz yaşını yiyen,

Ölene kadar çocuğum diyen,

Nineciğimden ayrıldım.

Yürekte армоним – ninem,

En iyi destanım – ninem.

Beni şair yapan şairim,

Nineciğimden ayrıldım.

Aylardadır şimdi yeriniz,

Çiçeklere dolmuş diziniz.

Cennetlerde olsun yeriniz,

Evine hoş gelmişsin,

Evine hoş gelmişsin…

Tüm mezarlık üzerinde başını eğen otlar beni tanımıştı o zaman, söğüte konan ağaçkakan gagasını takırdatmadan suskun bir halde “şarkı”mı dinliyordu. Toprakta  hızlı koşan karınca sürüsü de aynı sesi duyarak kesilmişti. Sanki tüm varlık sesimin nineciğimin kulaklarına ulaşmasını istemiş gibi biraz duraklamıştı…

Tercüman: Şirmurad SUBHAN


1 kurtova – ufak ufak dondurulmuş süzme taneleri

1 pilik – saç süsü

1 dopu – kadın şapkası

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 1 eseri bulunmaktadır.