DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Öğretirken Öğrenmek / Şener Demir

    Bir çocuğun en büyük şansı iyi bir öğretmene, öğretmenlerin en büyük şansı iyi bir müdüre rastlamak derlerdi. Bu sözü her duyduğumda hep düşünürdüm. Düşünürdüm ve mutlu olurdum çünkü ilkokul yıllarımda varlığıyla, sevgisiyle bizleri mutlu eden çok kıymetli bir öğretmenimiz vardı. Ben de herkes gibi öğretmenimizi çok sever, büyüyünce: ‘‘Ben de Şükrü Öğretmenim gibi olacağım.’’ derdim. Kendimi öğretmeninim yerinde hayal eder ve onun bıraktığı bayrağı nasıl ileriye taşıyabilirim diye düşünürdüm. Tabi ki yıllar çabuk geçti; ilkokul, ortaokul, lise derken üniversiteyi de bitirmiştim. Hayalim ise iyi bir öğretmen olmak ve güzel memleketimde görev yapmaktı. Her yönüyle tanıdığım kendi memleketimin çocuklarına daha faydalı olacağımı düşünerek ve hep memleketimde görev yapmayı hayal ederek üniversiteyi bitirmiştim. Atamam gerçekleşmişti ve memleketten uzak bir memleketteydim.

    Şubat ayının ikinci haftası soğuk bir kış günüydü. Altı saatlik bir yolculuktan sonra otobüs, Kahramanmaraş terminaline giriş yapmıştı. Muavinin Maraş yolcuları için son durak demesiyle, yavaş yavaş hazırlanmış, otobüsten inmiş, şaşkın şaşkın etrafa bakıyordum. İlk dikkatimi çeken ise  “Edeler Diyarına Hoş Geldiniz.” yazısı olmuştu. Merak etmiştim acaba niçin ‘Edeler Diyarı’ denmişti. Tam bu sırada Millî Eğitim Binasını bularak evraklarımı teslim etmem gerektiğini hatırladım. İlk gördüğüm kişiden Milli Eğitim Binasının adresini öğrenmiştim. Hızlı adımlarla binaya ulaşmış, evraklarımı teslim etmiştim. Artık öğretmen olmuştum. Bunca yıllık emeğin karşılığını almanın heyecanıyla Millî Eğitim binasından ayrıldım. Her ne kadar memleketimde görev yapmayı çok istesem de olmamıştı. Olsun nasılsa bir süre sonra memleketime giderim diyerek, nasıl olsa her taraf bizim memleketimiz değil mi diyerek gelmiştim Kahramanmaraş’a. Okulum uzak bir dağ köyündeydi. Heyecanım iyice artmış ve iyice meraklanmıştım. Acaba yeni köyüm nasıldı, okulum nasıldı, kaç öğrencim olacaktı, benden önce giden öğretmen arkadaşlar nasıldı, nerede kalacaktım, öğrencilerim beni bekliyor muydu, öğrencilerimin beklentileri karşılayabilecek miydim, beklenen olmak ve beklentileri karşılayabilmenin mutluluğunu tadabilecek miydim…? Aklımda deli sorular ve içimde değişik bir ruh hali oluşmuştu.

Acele etmeli ve bir an önce görev yerime ulaşmalıydım. Lakin vakit ikindi olmuş ve otobüs köyün yolunu çoktan tutmuştu. O an babamın sözü gelmişti aklıma; ‘‘Oğul bir şeyi ne kadar çok istersen, imtihanın da o kadar da artar demişti.’’ Doğruydu, ilk günden sabırlı olmam gerektiğini anlamıştım. Bir an önce okuluma ve öğrencilerime kavuşmak istesem de bir gün daha beklemeliydim. İyi o zaman, dedim kendimce; ben de bugün gezer, dolaşır, dinlenir yarın dinç ve daha coşkulu bir şekilde giderim, demiştim. Öğretmenevini bulmuş, odamı kiralamış ve eşyalarımı bırakmıştım. Vaktim var nasılsa diyerek Kahramanmaraş merkezi geziye çıkmıştım.Tarihi bir ildi belli, havası soğuk olmasına rağmen insanların sıcaklığı ve samimiyeti her hallerinden dışarıya yansıyordu. Bakırcılar Çarşısı, Kapalı Çarşı, tarihi Maraş Kalesi derken bir hayli gezmiştim. Hele ki dönüşte kale dibinde satılan salepten bir yudum yudumlarken ne de güzel yere tayinim çıkmış meğerse diye neşem iyice yerine gelmişti.  Güler yüzlü Edeler diyarında geze geze öğretmenevine dönüp odama çıkmıştım. Yolun yorgunluğunu, evrakları teslim telaşını, otogara hızlı adımlarla giderek köy otobüsünü arayışımı, sonra da küçük bir gezinti ile geri dönüşümü, nihayetinde iyice yorulduğumu hissetmiştim. Göz kapaklarım kapanmaya, yorgunluğumu iyiden iyiye hissetmeye başlamış, kendimi yatağa atmıştım. Uyumamla uyanmam bir olmuştu ama vakit sabah ezanı vaktiydi. Acaba uyuyakalır da minibüsü kaçırır mıyım korkusuyla o saatten sonra da uyku tutmamıştı. Kahvaltının ardından çıkış yaparak otogarın yolunu tutmuştum. Neyse ki otogara ulaştığımda Küçük Cerit köy minibüsü bekliyordu. Kış şartlarının çetin bir şekilde yaşandığı, yolların sık sık kapalı kaldığı bir dağ köyüydü Küçük Cerit. Birazcık tedirgin olmuştum; acaba demiştim, başka bir yere tayin olmayı mı bekleseydim. Seçimlerimizdi bizi biz yapan yanlışıyla doğrusuyla, artısıyla eksisiyle; bu sebeple yasamalıydım, tecrübe etmeliydim.

 Köy minibüsü iki saatlik yolculuktan sonra köyün girişindeki okula bırakmıştı beni. Evet özlenen, senelerce hayal edilen o an gelmişti. Okuluma, hizmet edeceğim köye ayak basmıştım. Garip bir duyguydu, meslek hayatımın ilk günüydü. Artık öğrenci rolünde değildim, öğreten tarafındaydım. Ama şunu da biliyordum ki herkes bilmediğinin öğrencisi olmalıydı.

  Zil çalmış, öğrenciler teneffüse çıkmıştı. Yüzü kavruk, kısa boylu, güler yüzlü bir öğrenciden okul müdürünün odasını öğrenmiştim. Kapıyı çalarak içeri girmiştim. Karşımda beklentilerimin aksine genç bir okul müdürü vardı. Hoş geldiniz hocam, hayırlı uğurlu olsun diyerek beni karşılamıştı. Küçük bir tanışma faslının ardından başlama evraklarımı teslim alarak: ‘‘Ben gereken işlemleri yaparım.’’ demişti. Sonra da beni öğretmenler odasına götürüp diğer öğretmenlerle tanıştırmıştı. Çoğunluğu genç bir öğretmen grubuydu, iyi dedim kendimce; en azından akranım bolmuş diye sevinmiştim. Zaten okuldaki bekâr erkekler bir evde, bekar bayanlar başka bir evde kalıyormuş ve iki üç tane de evli çift varmış. Sağ olsunlar benim de bekar erkeklerle kalabileceğim söylenince çok mutlu olmuştum. İlk günden kalma sorununu da çözmüş gibiydim. Bu arada zil çalmış herkes derslerine geçmişlerdi. Osman Hoca: ‘‘Hadi hocam yoldan geldin, karnımızı doyuralım sonra okula yine geliriz.’’ Tabi ki ben de söylenenleri yapmakta ve ortamı gözlemekle meşgul oluyordum. İlk izlenimim gayet güzel olmuştu. Okul ortamı çok sıcak gelmişti, öğretmen arkadaşlar ve öğrenciler beni çok mutlu etmişti. Ama gördüğüm kadarıyla köy yaşamı biraz zorlayacak gibiydi. Ne de olsa Mersin’den kalkıp gelmiştim. Bir tarafta sımsıcak Akdeniz sahilleri, diğer tarafta ise karı, kışı ve soğuğuyla Engizek Dağı. Engizek Dağı bu bölgenin en yüksek dağıydı ve oradan esen soğuk rüzgarlar insanın içine işliyordu.

  Yemekten sonra okula geri dönmüştük. Osman Müdür: ‘‘Hocam sen 1. Sınıfları okutur musun?’’ diye sormuştu.  Daha önce duyduğum kadarıyla en zor sınıftı 1. sınıflar. Ama ihtiyaç olmasa sorulmazdı herhalde deyip hiç düşünmeden kabul etmiştim. Sonra da hadi bismillah diyelim hocam, demişti müdür bey. Beni öğrencilerimle tanıştırmış, sınıfı bana teslim etmişti.  Gözleri ışıl ışıl parlayan ve günlerdir öğretmen bekleyen 33 miniğin sorumluluğu artık bendeydi.  Sessizliği bozan ve meslek hayatımın başlangıcını yaptığım ilk cümle çıkmıştı ağzımdan. 

  ‘‘Merhaba çocuklar.’ Ve tabi ki de devamı gelmiş, sınıfıma kendimi tanıtmış, öğrencilerimin de kendilerini tanıtmalarını isteyerek tanışma faslı sonlanmıştı. İki haftadır derslerin boş geçmesiyle eğitim öğretimden uzak kalmışlar ve iyice eğitime susamışlardı. Öğrenme için ne kadar istekli oldukları gözlerinden anlaşılıyordu. İlk dersime bir hikâye anlatarak başlamıştım.

 Sizler denizyıldızını bilir misiniz demiş ve devam etmiştim. Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan bir adama rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş denizyıldızlarını, denize attığını fark eder. “Niçin bu denizyıldızlarını denize atıyorsunuz?” diye sorar. Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi; ‘Yaşamaları için.” yanıtını verir. Adam bu defa “İyi ama burada binlerce denizyıldızı var. Hepsini atmanıza imkân yok. Sizin bunları atmanız neyi değiştirecek ki?” der. Cevap karşısında, adam yere eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alıp denize atar ve der ki: “Bak onun için çok şey değişti.” karşılığını verir. Bizler herkesin hayatını değiştiremeyiz, ama en azından bir kişinin, yalnızca bir kişinin bile biz var olduğumuz için daha iyi halde yaşamasını sağlayabiliriz. Evet ben sizlerin yaşamında yer edinmek, sizlerin gönlüne dokunmak, sizlere kutup yıldızı gibi yol gösterebilmek için buradayım. Bana öğrenmek istediğiniz her şeyi sorabilirsiniz, demiş ve ilk dersime böylece başlamıştım. Nasıl başlarsa öyle gider derlerdi iyi başlamıştım: inşallah da iyi devam edecekti. Ama zilin çalmasıyla da ilk dersim çabuk bitmişti.

   Her gün okula coşkuyla geliyor, mesleğimin verdiği aşkla çalışıyordum. Okuldaki tüm öğrencilerin gönlüne dokunmak için hepsiyle selamlaşıyor ve muhabbet ediyordum. Tebessüm sadakadır, derler ya bende herkese tebessüm ederek kendimce bir iyilik hareketi başlatmıştım. Kelebek etkisi oluşturup tüm öğrencilerimizin birbirleri ile güler yüzlü davranmalarını istiyor ve gülüşlerin bol, kavgaların, tartışmaların olmadığı bir okul hayal ediyordum.

  Günler çabuk geçerken yine havanın çok soğuk olduğu bir gün öğretmenler odasına birkaç öğrenci geldi. Üst sınıftaki öğrenciler birkaç öğrencimi sıkıştırmışlardı. 2. sınıfların hocası da gelmiş ve kendi öğrencileri için; ‘‘Bıktım bunlardan her şeyin altından bu üçü çıkıyor.’’ demişti. Kendi sınıfımın öğrencileri ile tek tek konuşmuştum, üç öğrencim diğer öğrencileri kışkırtmış onlar da benim sınıftaki öğrencilerimi korkutmuş ve biraz da tartaklamışlardı. Belli ki hatalar karşılıklıydı. Ama fiziki şiddet sebebiyle de 2. sınıf öğrencileri daha suçluydular. Ben de yaptıklarının yanlış olduğunu anlatarak arkadaşlarından özür dilemelerini istemiştim. İki tanesi özür dilemiş ve söz vererek bir daha yapmayacaklarını söylemişti. Üçüncü öğrenci sessiz ama dik bir şekilde duruyordu. Adını sorduğumda Vakkas demişti. Haydi Vakkas sen de arkadaşlarından özür dile ve bir daha kavga etmeyeceğin konusunda söz ver dediğimde Vakkas hiç cevap vermiyordu. Tekrar söz ver ve özür dile dediğimde yine sessiz kalıyor ve cevap vermiyordu. Kızarak niye cevap vermiyorsun Vakkas, niye söz vermiyorsun dediğimde bu sefer ağzından şu cümle dökülmüştü. ‘‘Öğretmenim ben tutamayacağım sözü vermem!’’ Hayatım boyunca unutamayacağım bir cevap almıştım. Evet, hatasının farkında olduğu bakışının kaçırmasından belliydi ama biliyordu ki eğer söz verirse tutamayacaktı. Bu sefer de kendinden ödün verecekti. Bu yüzden sessiz kalıyor ve kendisiyle boğuşuyordu, koca yürekli Vakkas. Anne ve babasından öyle görmüştü ve biliyordu ki öyle devam etmeliydi. Bedeli ne olursa olsun razıydı sonuçlarına. Kendi küçüktü ama yüreği o kadar büyüktü ki büyük insanlara ders verecek kadar büyüktü.

   O gün bir daha anlamıştım, öğrencilerimin dertlerini dert edinmeyi ve o gün bir daha anlamıştım onları ne kadar anlarsam o kadar gönüllerine girebileceğimi. O günden sonra hep iletişimde olmaya, her sabah öğrencilerime doya doya sarılmaya, söz verdim gönüllerine dokunarak bir eksikliklerine merhem olmaya. Çünkü söz verdim kendime, gönül bağı kurduğum her şeyden ölene kadar sorumlu olmaya.

Bu yazıyı paylaş:

6 thoughts on “Öğretirken Öğrenmek / Şener Demir

  1. Harika bir yazı olmuş keyifle okuduk emeğinize sağlık sayın hocam 👏🏻👏🏻

  2. Kendini öğrencilerinin yetişmesi yetişmesi için yaşayan koca yürekli öğretmenim sen bir öğrencinin karşısına çıkacak en büyük şanssın.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 1 eseri bulunmaktadır.