DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Başka Çeşme / Mehmet Nuri Bingöl

-1-

     Kalbimizi bir sarmaşık misali saran hislerin önce coşkun, sonra taşkın aktığını duyunca “çeşme” başına koşardık ha bire.

    Ne ellerimizi, ne ayaklarımızı yıkar, ne de yüzlerimize su serper; boğaz ve boyunlarımızı ıslatmaz, sadece seyrederdik.

    Mermer yalağının yanı acı yeşilden ta filiziye varan renklerle, yosun renk türleriyle kaplı;     bütün mevsimlerin yeşil çamından birkaç dal, onlarla el tutuşmaya nasıl da iştahlı. Dökülen üç beş altın yaprağın  çeşme ve yalak üzerine inişleri… Ve kenarda baharın yeşil, güzün kahverengi ve sarı gülüşleri. Bütün bunlarda,  anlayacağınıza eminim, bir yığın şey görürdük.

     Suların yalaktan köpürerek taşıp beyaz baloncuklar açması; suların güneş altındayken yakamozlana oynaya, ufak bir eser veya şelale göstermek arzusuyla koşturmaları oraya kadar gitmeye çok zaman değerdi.

     Baharları şahin dalışları, güzleri karga haykırışları ne kapılar aralardı bizlere? Cevabı bilenlere meçhul değildir

     elbet.

     Hele o ses? Sonbahar akşamlarında, yaz gecelerinde, sabahın köründe kimi kış vakitlerinde, bazen de baharın göbeğindeki herhangi bir saatte o şırıl şırıl yahut gümbür gümbür ses bizi nerelere çeker götürürdü.

     Oraya gidenlerimiz hâla var; vefasızlık herkesin kârı mıdır?

     Yıllar mermer yalağı oyuk oyuk etmiştir ama varlığını hâla korumaktadır. Yan tarafı yeşil, sarı ve kahverenginin türleri ile sarmaş dolaştır. Sanki oluktan gelen ses biraz zayıflamışa, su da azalmışa benziyor.

     “İçimizi dalgalı buldukça başına koşardık yalağında beyaz baloncuklar açan çeşmenin.” Aklınıza takıldığı belli. “

     Koşardım.” değil de neden “Koşardık?.”

     Haklısınız, “çeşme”ye yalnız vardıklarım da olmuştur. O yalnız ziyaretlerim bile bir müşterek duyuşun eseriydi.

    Cümleten gittiğimiz günler daha fazlaydı ama. Geçenlerde yine havasını teneffüs etmeye gitmiştim çeşmenin.

    Yalnızdım. “Ekip”ten kimse yoktu yanımda. Simasında sırıtkan bir gülüşü vardı, elleri devamlı oğuşmaktaydı.

    Öndeki altın dişler nasıl da parıldıyordu. Siması tam dolgun, göbeği koskocaman…

     Yine de selam verdim. “Nasılsın Halim?” dedim, “Sen de vefalı olanlardansın demek.”

     “Öyle…” diye cevapladı beni “dimdirek.” İnsan göstermelik de olsa bir “estağfurullah” der bari…

     Ellerin oğuşması kesilmişti. Konuşmasını sürdürdü. “Düşündüm de… Suyun tadı çok güzel öncelerdeki gibi.

     Buraya kondurulacak bir dolum tesisiyle iyi getirisi olur.”

     Bilmem, sözün gerisini siz nasıl karşılardınız? Ne diyordum? “Vefasızlık herkesin kârı mıdır?”

     Geçenlerde telefon çaldı, baktım o. Sesi önce sıkıntılıydı.

     “Çeşme başına koşturmalarımız neydi öyle azizim? Amma safmışız.” Şaşırmıştım, sormadan yapamadım.

     “Bu kanaata nasıl vardın mirim?”

    “Nasıl mı?” Sualim garibine gitmişti galiba, cevabını tam bir emniyetle yapıştırdı.

     “Yaşamak için dostum, yaşamak için…”

      Ne kadar hâkim olmak istediysem de yüksek perdeden,

     “Böyle yaşamanın…” deyiverdim. Cümlenin gerisini söylememek için kendimi nasıl zorladığımı iyi hatırlarım.

     Bu tedailere rağmen yine de “Vefasızlık herkesin kârı değil…” diyorum.

      Demek ki suların yalaktan taşarak köpürüşü, ardından güneş altında yakamozlanıp oynayışının okşadığı gözler, daha sonra başka ufuklardan nem kapabiliyormuş. Acaba diyorum, bu tabii midir?

-2-

     Göz bebekleri masmavi; su rengi veya ışık aldatmacası. O gün evdeydim, çünkü hafta sonuydu. Habersizce çıkıp geldi. Hoş beşten sonra söz dolanıp eskilere vardı.

     “O külüstür çeşme hâla duruyor mu yerinde?”

      Başımı izzetle dikmişim. “Eskisinden de perk basıyor ayaklarını…” deyiverdim sertçe. Sesi garipleşti, mızmızlaştı gibi…

     “O gün Halim bahsetti de… Suyu çekilmiş mi, ne?”

     Meseleyi anlar gibi olmuştum. Onu gönderen Halim’di. Bıyık altından gülümsedim ve anında cevabı yapıştırdım.

     “Öyle zannetmiş, erken mi bunuyor ne?”

    “Ya sesinin cılızlaşması?”

    Ani bir idrâkla karşılığı buluyorum.

   “Kesafet ve mâna kazanmasına alamet…”

    O da benim gibi gülüyor ve kararlılığımı “inat” diye açıklıyordu. Sonunda, “Ne adamsın!” diyerek çekip gitti.

    Ardından düşünceye daldım. Ferdi olarak zihnimizi, sosyal yapı olarak da neslimizi kör bir kuyu çıkrığına bağlamışlar. İn çık, sonra in, yine çık… Kabahatin zihin ve dilimizi bağlayanlarda olduğunu demek kolay; daha beriye gelmeli. Onların zokasını yutan kim? Elbette biz, “akıbeti düşünmeyen nefsimiz!”

     Her köklü olan çürümeye mi mahkûm? Her yeni güzel midir daima? Bunu kabul, her şeyin yıkılmasına göz yumma gibi bir kıymet bilmezliği doğurur. Tahrip sırasının bir gün de sana geleceğini hesaba katmadan…

     Eski günlerdi belki, ama güzel ve köklü idiler. Yürek ve bileğimizi dalgalanır buldukça yalağına koşardık çeşmenin, huzurla dolardık. Sadece sesini dinlemek bile içimizdeki bulutları hallaç pamuğu gibi atar, Çam Dalları’nın nağmeleri kalbimizi yumuşacık ederdi.

     Oraya giderken içim tam mânasıyla dolu doluydu bu sefer. Sebebi “bir başka” vefasızlığın sahne almasıydı.

     Gözlerimi kısarak baktım; miyoptum çünkü ve gözlüğümü almayı unutmuştum. Yine de yanlış görmüyordum, biri vardı orada…

     Kollarını sıvamış, abdest alıyordu. Açık kahverengi cübbesi beyaza banmış sarığı bir fıstık çamı dalında asılıydı. Öylece kalakalmış, abdestini tamamlamasını beklemiştim.

     “Oraya ilk gidişimde de böyle bir çeşme karşılamıştı beni. Burada da…”

     Gözlerimi açıp kapadım. Artık gördüğüm sadece çeşme idi ve onda -artık- daha kesif sahneler buluyordum.

     Eskiden böyle miydi hâlbuki? Baharları kartal, atmaca, şahin dalışları; güzleri karga haykırışları bize ne kapılar aralardı. Gelin de “açılanları” asıl şimdi görün bir!

     “Çeşme”yi bir başka görmeye başlamakla ben de mi vefasızlık yapıyordum? Sonra düşündüm ki vefalı olmak her insanın hakkıdır ama kime ve neye vefa? Doğruya, tam tekmile, haklıya; güzel, ince ve müstakime… Eğri, eksik-gedik, çirkinlik, kibir ve dönekliğe değil…

     “Eğer mazide hissettiklerimiz eksik idiyse, bugünkü gelişmeye, ‘atılıma’ neden vefasızlık diyelim…”

     Omzumda bir el hissedince ürperdim. Başımı çevirdim. Halim’di bu… Ciddi bakıyordu ve elleri oğuşmuyordu artık. Gözleri arı ve duruydu. Ona neler demek isterdim, ama genzime bir çınar oturmuştu. Çeşmeye döndü gözlerim.

     Mermer yalağın yan tarafı acı yeşilden filiziye, oradan da zeytuniye varan yosunla -hâla- kaplıdır. Mevsimlerin çam yeşilinden iki dal onlara ulaşmak için nasıl da iştahlıdır. Dökülen üç beş yaprağın bin bir naz ile üstümüze inişleri ve kenarda bahar vakti yeşil, güzleri sarı ve kahverengi gülüşleri…

     Halim’e döndüm. Tombul yüzüne gömülü gözleri bu sefer zemindeydi. Söylenir gibi,

     “Vefasızlık benim bile karım değilmiş be kardeş.” deyiverdi.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 9 eseri bulunmaktadır.