Şair-i Maderzâd / İbrahim Eryiğit
Yeti: 1. İnsanda bulunan, bir şeyi yapabilme gücü, meleke. 2. Bellek, usa vurma, algılama veya imgeleme gibi insanın doğuştan gelen zihin güçlerinden herhangi biri.
Yetenek: 1. Bir kimsenin bir şeyi anlama veya yapabilme niteli-ği, kabiliyet. 2. Bir duruma uyma konusunda organizmada bulunan ve doğuştan gelen güç, kapasite. 3. Kişinin kalıtıma dayalı ve öğrenmesini çerçeveleyen sınır. 4. Dışarıdan gelen etkiyi alabilme gücü.
Yetinin yetenek olabilmesi, bir bakıma deneyimlerle alakalı ola-bilir. Örneğin, bir serçe uçma yetisine sahiptir ancak yine de annesi-nin ona belli egzersizler yaptırması sonucunda uçabilir. Yani, yetileri, deneyimler etkiler ama belirlemez. Burada, etkileme ve belirleme arasında ince nüansa dikkat çekmek istiyorum. Örneğin, Kant, “bilgilerimiz deneyle başlar ama deneyden doğmaz” der. Buna karşılık, John Locke ise “doğuştan hiçbir bilgimiz yoktur” diyor, ancak ona, “peki bir bebek annesinden süt emmeyi nerden öğreniyor?” diye soruyorlar; o da, ”o bilgi değildir, yetidir” diyor ve “yetiler, Tanrı vergisidir” diye de ekliyor. Aslında, Kant’la aynı şeyi söylüyorlar. Ancak, Kant için deneyci ve akılcı, Locke için ise sadece deneyci sıfatlandırmasını kullanır çoğu felsefeci.
Cahit Zarifoğlu için kullanılan bir tabir var: Şâir-i Mâderzâd = Anadan Doğma Şair. Geçmişte bu lakap, Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’ya, Muallim Naci tarafından takılmıştır. Bu lakap, bir bakıma kolayca şiir yazıverme anlamını barındırmakla birlikte, esas itibarıyla şair olarak doğmaya vurgu yapmaktadır. Kuşkusuz, her insan, insani bütün yeteneklerle donatılmış olarak dünyaya gelir. Doğuşta her insanda tüm yetenekler mevcuttur. Bu durumun aksi düşünülemez. Yani, yaratıcının bazı insanlara çeşitli yetenekler verip diğerlerine vermemesi şeklindeki bir düşünce, onun adil olma sıfatına ters düşecektir. Bu durumda, herhangi bir yetenekle donatılmadan dünyaya gelen birinin daha baştan hayata yenilmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla böyle birinin herhangi bir şeyden sorumlu tutulmaması söz konusu olacaktır. Bu da yeryüzünde boş yere hacim kaplayan yaratıklar olgusunu beraberinde getirecektir.
Bir insanın, anne-babasını, ırkını, vs… seçmesinin kendi elinde olmadığını biliyoruz. Hangi yeteneklerle donatılıp donatılmadığını bil-miyoruz. İnsan doğduğu çevrenin kültürüne, diline, dinine, vs… göre şekillenir. O yüzden kendisinin seçim yapma yetkisinin olmadığı şey-lerle övünmesi veya onları inkâr etmesi ne derece yanlışsa, aynı şekil-de, birtakım yeteneklerle donatılmış bir insanla hiçbir yeteneği olma-yan bir insanın aynı sınavlara tâbi tutuluyor olmaları da o derece yanlış olacaktır. Oysa insanın doğuşunda bütün yeteneklerle donatıldığından hareket edersek, insanın doğduğu çevrenin imkânlarına göre şekillenen yeteneğinden söz etme hakkımız olur. Örneğin, müzikle ilgilenen bir çevreye doğan çocuk, ister istemez müziğin ucundan bucağından bir şekilde müziğe bulaşmadan edemeyecektir. Bu demek değildir ki müzikle ilgili bir çevrede doğan her çocuk, mutlak surette müzisyen olacaktır. Çevre, çocuğa sadece imkân sunar, o imkânı ne şekilde kullanıp kullanamayacağı çocuğun seçimine bağlıdır. Ama özellikle ünlü müzisyenlerin hayatları incelendiğinde, mutlaka doğdukları ve yaşadıkları çevrede müzikle ilgili ortamın varlığı görülecektir. Herhangi bir imkânın varlığı, daha doğrusu insanın önündeki seçenekler o insanın kaderidir. İnsan kendisine sunulan seçenekler arasından tercih yapmakla o kaderin gerçekleşmesini sağlamaktadır. Hepimiz yaptığımız tercihlerin birer ürünüyüz bu anlamda.
Yeryüzüne doğan bütün insanlar aynı akla, zekâya ve her türlü dona-nıma sahiptir. Böyle olmasaydı, yazımın başında da belirttiğim üzere, yaratıcının kulları arasında daha baştan ayrımcılık yapması gibi bir olumsuzluk söz konusu olurdu. Her insan aklını, zekâsını ve yeteneğini kullanma oranında değişiklik arz ettiği için, sonradan insanlar arası fark kaçınılmaz olacaktır ki bu da son derece doğal bir hâldir. Doğuştan özürlü olmadığı sürece, yaratıcı her insanı aynı ölçülerde akıl ve yetenekle donatmıştır. İnsan sahip olduğu çevrenin imkânlarını kullanma konusunda sonradan farklılıklar arz edebilir. Aynı ailede do-ğan ve aynı imkânlardan yararlanan kardeşlerin bile her anlamda çok farklı oldukları bilinen bir gerçektir. Kişi, yeteneklerini ve aklını kul-lanmanın doğal bir sonucu olarak herhangi bir alanda başarılı eserler ortaya koyabilir. Bu durum onun doğuştan sahip olduğu yeteneklerinin arasından yaptığı seçim sonrasında üzerine yoğunlaşacağı alanı belirlemesinden kaynaklanmaktadır; yoksa bu, sadece ona verilmiş tek ve biricik yetenek değildir.
Bir işi çok kolaymış ve basitmiş gibi yapan insanlara dikkat edin, onlar o noktaya gelinceye kadar o iş hakkında enikonu çok çalış-mış kimselerdir. Önemli olan, insanın içindeki gücün harekete geçiril-me evresinde ortaya koyduğu çalışmanın şekillendirdiği, bir anlamda forma soktuğu yeteneğin seçiminin son derece sağlıklı yapılmasıdır bence. Gerisi kişisel çaba, özveri ve sabra kalmaktadır. Aciz kimse, kişisel başarısızlığını ailesine, koşullarına ve kaderine yükleme kolaycılığına kaçan kişidir. İsmail Safa olsun, Cahit Zarifoğlu olsun başarılı ürünler ortaya koyan önemli şairlerdir ama bence anadan doğma şair değillerdir. Doğumlarıyla birlikte sahip oldukları tüm yetenekler arasından şairliği seçerek, daha doğrusu şiire yoğunlaşarak o alanda gönüllerini ve beyinlerini ortaya koyan çok önemli şahsiyetlerdir.
Sonuç olarak sonradan olma şairlerin şiirleriyle, anadan doğma şairlerin şiirleri arasında belirgin bir farklılık olmadığından hareketle, kişinin belirlediği bir alanda yoğunlaşmasının, o alanda çaba sarf et-mesinin önemlilik arz etmekte olduğu söylenebilir. Her insan severek, -hatta sevmeden de- hedeflediği bir alanda, üstün bir çabayla çalış-ma sergilediği takdirde hangi iş olursa olsun rahatlıkla üstesinden gelecek bir yapıyla donatılmıştır yaratıcı tarafından. Burada önemli olan, kişinin kendini tanıyıp herhangi bir alanda, gücünü ve gönlünü tam anlamıyla ortaya koyması ve uğraşı alanıyla bütünleşebilmesidir.