Kaşmir Palto / Gülçin Yağmur Akbulut
Sırtımdaki kaşmir paltoyu yitirdiğimde henüz on dokuz yaşındaydım. Kontrollü davranışlar sergilemediğimi, gözlerimden yuvarlanan inci taneleriyle kapıya doğru koşmaya başladığımı, hatırlıyorum çalışıyordum. Kayıp bir şehrin caddelerinde, köpek seslerinin doldurduğu ıssız sokaklarda nereye gittiğimi bilmeden ulu orta dönüyor, amaçsız bir şekilde tüm şehri baştanbaşa arşınlıyordum.
Nefeslenmek için durduğumda siyah trenlerin bas bas bağırdığı istasyona geldiğimi fark ettim. Kafamın içindeki uğultuyla bölük pörçük düşünebiliyordum. Sonra gitmem gerektiğine karar verdim. Büyük bir telaşla ceplerimi yokladım. Sağ cebimde iki, sol cebimde beş lira vardı. Bir yerlerde birkaç kuruş daha olmalıydı. Zihnim karıncalandı, kanım damarlarımdan çekildi, olduğum yere yığıldım. Sanki dizlerimin bağı çözülmüştü. İstasyonun tenha bir noktasında ne kadar öylece bilmiyorum.
Kendime geldiğimde titremelerim iyice artmıştı. Tepeden tırnağa vücudumu ıslatan yağmur içimin koridorların da geziniyor tüm bedenimi titretiyor, keskin bir bıçak ise pelteleşmiş yüreğimi binlerce dilime ayırıyordu. Çaresizdim, savunmasızdım, üşüyordum. Yitik bir masal kokusu vardı havada Vücudumu saran heybetli paltoyu bulamıyordum. Paltoyu sırtıma alsam da onun varlığının sıcaklığı bana fazlasıyla yetiyordu. Birden yarınki onkoloji sınavını hatırladım ama bu benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Kaktüs tarlasındaki gülü aramayacaktım artık.
Pansiyona döndüğümde masanın üstünde duran bütün kitapları yakacak, okulun kampüsüne bir daha yaklaşmayacaktım. Kendi yarama merhem olamadıktan sonra bütün bunların hiçbir anlamı yoktu.
Nice sonra, oturduğum yerin soğukluğu kemiklerime işleyince kalkıp pervasızca yürümeye başladım. Karanlık dehlizlerde kaç saat savrulduğumu hatırlamıyorum. Dizlerimde takat kalmamıştı ki ambulans sesiyle irkildim. Bir çocuğun eprimiş çığlığını duyar duymaz hastanenin önünde olduğumu anladım. Ambulanstan sedyeye aldıkları, kırk yaşlarında ve kan revan içinde bitap düşmüş adamın artık hiçbir zaman konuşamayacağını, nefes alamayacağını, yorulamayacağını, gülemeyeceğini, yaşama dair hiçbir plan kuramayacağını anlayabiliyordum. Dinlenecekti. Sonsuza kadar dinlenecekti çünkü.
Hastane duvarının dibinde her şeyin farkında olan birkaç kişi ağlıyordu ama bir çocuk vardı ki içli hıçkırıkları başkaydı, bambaşkaydı. Usulca yanına yaklaştım. Sevecen tavırlarla neden ağladığını sorabilirdim, sormadım. On bir on iki yaşlarında, sarı bukleli, soluk benizli bir kız çocuğuydu. Yaralı bir serçe gibi ürkek ve hüzünlüydü. Belli ki o çocuk da tıpkı benim gibi paltosunu kaybetmişti. Bütün kâinatı kucaklar gibi sarıldım küçük bedenine. Alevli bir sahradan buz tutmuş nehirlere akıyordum.
Neden sonra otuz yaşlarında bir kadın telaşla yaklaştı bize ve çocuğun elinden sıkıca tutup onunla birlikte, sedyeyi taşıyan hastane personeline yetiştiler; bir süre sonra da gözlerden kayboldular. Annesi miydi, teyzesi miydi, tahmin edemedim. Sanki bütün gökyüzü yalnızlığın ayazını üflüyor ve fısıltılarla geceyi karanlığa sürüklüyordu.
Kızıl gece, zifiri karanlığı koynunda devşirirken kül rengi bulutlar ansızın dağıldı. Cebimde sakladığım babamın kemik saplı, eski çakısına dokundum. İçimin gökyüzünde yeni doğmuş bir ay gülümsedi. Babamın şehla gözleri geçti gözlerimden. Artık üşümüyordum. Bir ferahlık, aydınlık, serinlik, sıcaklık cenderesine girmiştim sanki.
Olduğum yerde doğruldum. Kaybedecek tek bir saniyem bile yoktu. Odama dönüp onkoloji sınavına çalışmalıydım. Üşüyordum ama benim gibi üşüyenlerin üşümesine engel olabilirdim.
Babamlı ve annemli evin bahçesinde anılarla dolu bir çınar ağacı yükseldi. Annemin pencere pervazlarına bıraktığı birkaç buğday tanesine doğru uçuştu kuşlar. Söz verdim kendime ve sarı bukleli çocuğa, doktor olmalıydım.
Bir çocuğun daha paltosunu kaybetmesine tahammülüm yoktu.