Çalışmayan Bilgisayar / Mustafa Alagöz

İlk göreve vilayet merkezinde depo tayini dedikleri bir okulda beş yüz kadar stajyer öğretmenle beraber başladık. Günde bir defa okula uğrayıp imza atardık. Depo tayinimizin olduğu Fatih ilköğretim okulunda memurun uzattığı deftere imza atıp çıkınca bir avuç içi kadar olan çarşıda yürürdük. Bir ay boyunca Güneydoğu Toroslarının kuzey eteklerinde geniş bir ovada yer alan bu küçük vilayetin tek caddesi olan İstasyon caddesini bir yukarı bir aşağı dolaşırdık. Öğretmenevi mevcut bir kaç otel yetmedi öğrenci pansiyonlarında tıkış tıkış bir ay geçirdik. Depo tayini süresi doldu. Nihayet dört yıllık süreyle çalışacağımız okullara gitmek üzere kura çekildi, kimi öğretmen adayları ucra dağ köylerine atanıyor kimi il merkezine düşüyor. Milli eğitim müdürlüğünün önünde anne babaları ile aday öğretmenler büyük bir kalabalık halinde kulak kabartıp duruyor. Güleni ağlayanı bir gürültüdür sürüp gidiyordu.
Ben en uzak ilçenin bir köyüne düştüm. Hınıs Malazgirt ve Patnos üçgeninde bir köy. Görev yerime gitmek üzere yola çıktığımda yolun beni nereye götüreceğini bilmiyordum. Kurada bana çıkan köyün iyi mi kötü mü olduğunu, ne kadar ötede olduğunu ilkin pek anlayamadım. Bu köy ile ilgili aklımda herhangi bir görüntü yoktu. Köye beni ilk defa götürmekte olan minibüsün camına düşünceli kafamı dayamış yüreğim ağzımda küt küt atarken köyümün nasıl bir köy olduğunu merak ediyordum. Yol boyunca gördüğüm köylere benzeyip benzemediğini düşünüyordum. Yol boyunca beğenmeyerek izlediğim bunca köy de geride kaldılça umutlarım daha da azaldı bari şu ilerdeki köy olsaydı demeye başamıştım içimden, yol uzadıkça bari şu karlı tepeleri aşmasaydık diye içimdem söyleniyor, her köyü geride bıraktığıma hayıflanıyordum. Gittikçe hedeflerimi küçültmüş askari koşullar üzerinden kendimi ikna etmeye çalışıyordum.
O akşam yolda kendi kendimle köy pazarlığı yaparken köpek havlamaları eşliğinde minibüsün beni yetiştirdiği silik ışıklar kümesi içinde beni karşılayan köyüm işte burasıdır. Dört yıl boyunca çalışacağım köy, üniversite okuduğum büyük şehirle durmadan kıyaslayacağım köy burasıdır. Karlı dumanlı yüksek dağlar içinde bir köy. Köyün içinden yol geçiyor. Köy hafif eğimli bir yamaca kurulmuştur. Aşağı dağru bakıldığından Murat ırmağının geniş kavisli kıvrımları görülüyor. Irmağın koyaklarında sonbaharda köyün başıboş atları otlanıyor. Nehrin salındığı düzlükte geniş şeker pancarı tarlaları vardır. Köylüler, kış bastırmadan pancarı sökme telşındadır. Köyün içinden geçen yol daha da uzak olan köylere gidiyor. İlçeden gelen minübüsler bizim köyden geçiyor. Uzak köylerin öğretmenleri geçerken lojmanıma gıpta ile bakıyor. Yol boyunca sağlı sollu evler sıralanıyor. Evlerin bir kısmı çatılıdır. Ahır ve diğer yapılar taştan yapılmış olup sıvasız ve toprak damlıdır. Bu tür damların hemen hepsi de balık sırtı yapılmış ve üzerlerinde otlar bitmiştir. Okul yolun altındadır. Birbirinden ayrı zamanlarda yapılmış olduğu her halinden belli olan iki ayrı lojman vardır. Okul da ayrı zamanlarda yapılmış birbirinden bağımsız iki ayrı yapıdan oluşmaktadır. Bu yapılar geniş bir düzlüğe rastgele serpilmiş durumdadır. Bütün yapılar tek katlı ve çatılıdır. Binalar genelde bir derslik ve devamında ufak bir odadan oluşur. Müdüriyet niyetiyle herhalde düşünülmüş olan oda şimdi eski öteberinin konulduğu depo niyetine kullanılmaktadır. Bina girişi dışarıya açılan ufacık bir holden oluşuyor. Bu hol o kadar ufaktırki derslik kapısı ile dış kapı aynı anda açılırsa öğrenciler arada sıkışır kalır. Bu binaların bazısı boştur. Eski zamanlarda nüfus fazlayken kullanılmıştır. Köy büyük şehirlere göç vermektedir. Boş birimler genelde kömürlük ve ardiye niyetiyle kullanılmaktadır.
Erken başlayan bir akşam üzeridir. Günler kısalmış bir soluk olmuştur. Köyün minibüsü dönüş yolundadır. İlçe bizi bırakıyor geri çekilip küçülüyor. Murat’ın salına salına sıcak iklimlere doğru akan suyu, demir kanatlı köprüsü ve köprü üzerinde eve dönen nahır, ırmağın kenarında renkleri kararan yaşlanmış birer anne gibi sefkatli devasa söğüt ağaçlarında insanı imrendiren sıcak yuvalarına konmuş uğuldayan karga sürüleri hepsi geride kalıyor.
İşte köyüm orada duruyor diyorum. Uzaklarda bozkırın orasına burasına serpilmiş durmuş, akşamın yaklaşmasından olacak evlerin birbirine olabildiğine sokulduğu köyler var. Köpek sesleri ile beraber bazısı hızla yanımızdan geçip gidiyor, hemen geride uzaklaşıyor. Geride kalan köylerin lojmanına gıpta ile bakıyorum. Gördüğüm her köye işte benim köyüm diyorum. Ufacık zaman aralığında o köye hemen bağlanıyorum. Lojmana yerleşip sobamı bile yakıyorum. Sobada çay fokurdamaya başlar başlamaz, köy, içinde okulu, lojmanı, lojmanın sobası ve çatıdaki dumanı ile vedalaşıp gidiyor.
Bakışlarım camın dışında uzaklara dalıyor. Minibüsten daha hızlı davranıp gece bastırmadan atandığım köyü arayıp bulmaya, yolun yakınına getirmeye, lojmanı temizleyip yerleşmeye sonra sobamı yakmaya çalışıyorum. Uzaklarda derin bir vadi uzanıyor. Vadinin uzandığı buharlı ufukta koyu bulutlar içinde Kösedağ dikilip duruyor. Dağın doruklarını yılın ilk karı ağartıyor. Uzak sırtlarda günün son güneşleri de üşümüş, toplanmış gitmeye hazırlanıyor. İçime tarifi olmayan apayrı bir yalnızlık gelip çöküyor. Bu yalnızlık hiç diğerlerine benzemiyor, bütün şartlara razı olduğum halde müzakere edilmiyor. Geniş vadinin yamaçlarında bir bozkır durmadan sararıyor. İki yamacın üstünde testere ile kesilmiş gibi kayalıklar dizilmiştir. Kaya diplerinde karanlık mağara ağızları görülüyor. Belli ki kaya oyuklarında serçeler ötüyor. Vadi içinde nehir salınarak beyaz bir yol oluyor, beyaz yol bir bu yana bir karşı yana yaslanıyor, sonra benim geldiğim sıcak diyarlara doğru gidiyor. Ağaçsınız köyler karşılıklı yamaçlara yaslamış, isimlerini sonraki uzun zamanda diliminde, dört yıllık hayatımın bu kesitinde ezberleyeceğim Nurettinli, Hancağız, Dügnüg, Hasanpaşa, Bahçe, Aktuzla ve diğerleri peş peşe sıralanıyor, gökyüzünde az önce yükselmiş soba dumanları şimdi genişleyip dağılıyor. Nehir bu aylarda durgundur. İçinde balıklar akıntıya karşı yüzüyordur. Suyun kenarında yabani söğüt ağaçları yapraklarını döküyordur. Söğüt dallarında yüzlerce sıcak karga yuvası vardır. Çoktandır otları biçilip taşınmış, çayırlarda otlanan inekler evlere dönüyordur. Köstebek tümsekleri çevresinde serçe sürüleri çimleniyordur. Köylüler gün boyunca tarlalarda pancar söküyor olmalı ki şimdi yorgun evlerinde soba başında oturuyordur. Nehrin üstünde paslanmış demir köprü vardır. O köprüde çocukların yazın suya atlayışları asılı duruyordur. Neşeli sesleri uzak kayalıkta yankılanıyordur. Oralarda bir yerde çocukların gülme sesleri halen duruyordur. Murat suyu çakıl taşları üzerinden yüzyıllardır böyle telaşsız böyle durgun akıyor. Bulutlar yağış getirmeye başka bir mevsime, yine Kösedağ’ına gitmiştir. Sonbaharda nehrin suyu azalmış çakıl taşlarının sırtı açıkta kurumuş iyice ağarmıştır.
Yol virajlıdır. Hafif engebelidir. Yer yer sürülmüş kahverengi arazi yol boyunca bizimle ilerliyor. Tellere konmuş sığırcık rafları ve elektrik direkleri hızla gelip geçiyor. Başım dönüyor. Köpek sesleri ile bize yaklaşan ufak tefek köyler hemen geride kalıyor. Koyun sürüleri yoldan karşıya hızla akıyor sonra toz bulutu içinde kayboluyor. Minibüsün içi egzoz kokulu sıcak nefesle buğulanıyor. Cızırtılı teypte dengbejler sonu gelmez ağıtları birbirlerine devrediyor. Bilmem aklım nerelerde geziniyor. Camın hemen dışı içimi buz gibi üşütüyor. Birer birer köyler geride kaldıkça her köyde ayrı ayrı aklım kalıyor ve yalnızlığım giderek büyüyordu. Minibüste kadını erkeği hepsi dikkatle yola bakıyor. Konuşmalar uzayıp kulağımda uğultu oluyor. Minibüs öteberi ile tıklım tıklım doludur, yol uzadıkça yanlarım adeta kuruyor. Eteklerine günün son kızıllığı gömülen dağların zirvesi de kararıyor ağır yüklü siyah bulutlar içinde kayboluyor. Yolun telaşı yok, karanlığın içine doğru köpek havlamaları gelen cılız pencere ışıklarına doğru sarsıla sarsıla ilerliyor.
İl merkezinde kura ile yerlerimiz belli olduğunda Sercan adında bir öğretmenin daha benimle aynı köye atandığını duydum, ama bir türlü görüşemedik. Okula vardığımda Kasım ayı ortalarıydı yerde bir karış kar vardı. Köyün eski öğretmeni asker öğretmen olduğundan çoktandır tezkeresi dolmuş gitmiş dediler. Mühür ve anahtarı tutanakla muhtardan aldım.
Sercan öğretmen beni vilayet merkezinde arayıp soruyor bulamayınca benden önce köye gidiyor. İlçede bizim köyün minibüsünü sorup buluyor. Minibüsçü aynı zamanda köyün muhtarıdır. Sercan’ı geceye kalan uzun ve dolambaçlı bir yolculuktan sonra köye ulaştırıyor. O gece evinde misafir ediyor. Onu annesine teslim edip köy içine gidiyor. Muhtar, dönüşte Sercan ile annesinin dizdize vermiş ağladıklarını görünce annesine kızıyor, ‘neden bu çocuğu ağlatıyorsun’ diyor. Annesi de ‘ne bileyim fakir, evin tek çocuğu imiş o ağladı, ben de ağladım’ diyor. Gözleri şişmiş Sercan öğretmeni zor teselli ederler. Sabah köyün tek minibüsü olan muhtarın minibüsü ilçeye hareket edince Sercan peşinden valizi ile koşup yetişir.
Boş okul yaz boyunca beni beklemişti. İki derslik, ortada müdür odası ve küçük bir koridoru olan tek katlı bir binadan ibaret olan okulun yakınında uzun zamandan beri kullanılmamış, kapı penceresi kırık iki lojman, billur gibi berrak akan bir çesme ötede çatısı yarı uçmuş, kapısı olmayan iki gözlü tuvalet kulübesi var.
Sınıfa girdim, yerde bir karış toprak vardı. Çift camlı pencerelerin kırık yerlerinden giren kargalar yuva yapmış, etraf sarı buğday samanı ile doluydu. Duvarlarda sıraların kenarı koca oyuklar açmıştı. Değişik zamanlarda oyuklar acemice alçı ve çimento ile sıvanmıştı, ama yine de sıra darbeleri ile oyuklar büyümeye devam etmişti.
Öğretmen sandalyesine oturdum. Öğrenciler ayağa kalktı, sonra oturup oturmadıkarını hatırlamıyorum. Üst sınıftan bir öğrenci elinde değnekle sıralara vura vura sınıfı susturmaya çalışıyor. Kara tahta yıllara göğüs germiş, üst üste vurulan boyaları çatlamış, üzerindeki yazılar okunmuyor. Aşağıda bir avuç tebeşir kırığı birikmiş duruyor. Bir tahta parçasına çivilenen keçeden silgi icadedilmiş. Teneke sobanın yanları delinmiş, yanmış tezek külleri ortaya dökülmüş.
Okulun öğretmeni, hademesi ve aynı zamanda müdürüyüm. Birleştirilmiş sınıf yaptığım otuz kırk kadar değişik yaşlarda öğrencim vardı. İstanbul’da geçen üniversite yıllarından sonra vilayet merkezine yüz elli kilometre, en yakın ilçeye de kırk elli kilometre uzakta sisli dağlar arasındaki köyümde tutunmaya çalışıyordum.
Yakınlardaki yatılı bölge okulunun deposunda bulduğum eski bir bilgisayarı okuluma götürdüm, temizleyip masama koydum. Okulda elektirik bağlantısı yoktu. Zaten bilgisayar da çalışmıyordu. Masamda bir bilgisayarın olması bana iyi geliyordu. Kendimi medeniyete daha yakın hissediyordum. Uzun zaman boyunca bu çalışmayan bilgisayarla motive oldum. Her sabah tozunu sildiğim bilgisayar yaz kış ortada duran tezek sobasına ve kolçakları bit yeniği ile delik deşik tekerlekleri kırık koltuğa inat odamı süslemeye devam ediyordu.
Bahar gelince kar eridi yollar açıldı. Etraf kır çiçekleri ile donandı. Derken okula müfettiş geldi. Okulun etrafını dolaştık yıl boyunca yaptıklarımı büyük bir heyecanla anlatıyorum. Müfettiş gayet memnun ve ciddi bir eda ile teftişe devam ediyordu. İşler bittikten sonra odamda oturduk çay sohbet derken bilgisayara gözü takıldı. Çalışıp çalışmadığını sordu. Bozuk olduğunu duyduğunda beni kırmamaya dikkat ederek ‘hocam çalışmıyorsa kaldır at’ dedi. O ana kadar ağzımı kulaklarıma vardıran yüksek motivasyonum aniden yerlere düştü. Yüzümün iki yanında sanki tezek sobası yanıyordu. Okula ilk geldiğim günkü ruh halime geri döndüm müfettiş giderken okulun merdivenine oturdum karşı yamaçtan gözden kayboluncaya kadar siyah plakalı kırmızı stejın kartal arabanın peşinden bakım.
süpersin hocam.
Teşekkür ederim Cihangir hocam. Sizin de yazılarınız güzel. Öğretmen olarak hepimiz bu yolculuğu yaşamışız. Teşekkür ederim hocam.