DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Sabırtaşı / Nilgün Bircan

“Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Yemyeşil bir köyde çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kız, bir evin bir kızıymış. Çok iyi huylu ve sakin olan bu kız, herkes tarafından çok sevilirmiş. Kızın günleri evde annesine yardım ederek, bahçeyle ilgilenerek geçermiş. Her gün evin güzel bahçesine iner, çiçekleri koklar, sebzeleri çapalar, sularmış.

Bir sabah güzel kız sebze toplamak için yine bahçeye inmiş, o sırada bir serçe yaklaşmış ve güzel kıza :

  • Kırk gün bir ölünün başında bekleyeceksin, deyip uçmuş.

Kız çok şaşırmış, sebzeleri çabucak toplayıp eve dönmüş. Ertesi gün, kız yine bahçeye çıkmış ve yine serçe gelmiş aynı şeyleri söylemiş. Bir sonraki gün yine aynı şeyler olmuş. Kız artık çok merak ediyormuş, bu neyin nesidir diye düşünmüş durmuş. Kız, dayanamamış ve serçenin söyledikleri anne babasına anlatmış. Onlar da çok meraklanmışlar, babası;

  • Kızım, bu bir yazgıya benzer. Gel, biz bu serçeyi takip edelim, bakalım kader bizi nereye sürükleyecek, demiş.

Ertesi sabah bahçeye üçü birlikte inmiş ve çok geçmeden küçük serçe ardıç ağacının alt dallarından birine konup yine aynı cümleyi söylemiş. Serçe havalanınca, güzel kızla anne ve babası da onu takibe koyulmuşlar. Serçe uçmuş, bizimkiler peşinden gitmiş. Sonunda serçe, ihtişamlı bir sarayın bahçesindeki bir çam ağacın dalına konmuş.

Güzel kız, anne ve babasıyla birlikte sarayın kapısına gelmiş. Önce baba sarayın altın tokmaklı kapısını açmaya çalışmış ama becerememiş, anne kapıyı açmaya çalışmış o da becerememiş.  Sonra babası güzel kıza dönüp:

  • Yavrum, bu senin kaderin olsa gerek gel bir de sen dene, demiş.

Güzel kız, kapının altın tokmağını tutar tutmaz kapı açılıvermiş. Güzel kız, açılan kapıdan içeri girmiş ve henüz anne -babası içeri girmeden kapı kapanıvermiş. Kapının iki tarafından uğraşsalar da kapı bir türlü açılmamış. Sonunda babası bunun kızının kaderi olduğunu söylemiş ve kızlarını kaderiyle başbaşa bırakıp saraydan ayrılmışlar.

Güzel kız, saraydaki odaları gezmeye başlamış. Bir odanın önüne gelmiş, kapısını açtığında odanın ortasında yere boylu boyunca uzanmış yatan bir delikanlı görmüş. Yanına varmış, delikanlı ölü desen ölü değil diri desen diri değil. Bu delikanlı aslında o sarayın sultanıymış.Kız, oturmuş bu delikanlının başına başlamış dua etmeye. Günlerce delikanlının başını beklemiş, bıkmamış usanmamış aradan tam otuz dokuz gün geçmiş. Kırkıncı günün sabahında sarayın önünde bir kervan belirmiş. O sırada odanın camından bakan güzel kız, kervancıya seslenmiş:

  • Kervancı, kervancı! Şu halayık kızı bana verirsen sana bir kese altın veririm, demiş.

Kervancı, bu teklifi kabul etmiş. Güzel kız, sarayın camından sarkıttığı çarşaflarla halayığı yukarı çekmiş. Halayığa delikanlının başında biraz oturmasını kendisinin sarayda dolaşacağını ve biraz değişikliğe ihtiyacı olduğunu söylemiş. Güzel kız, odadan çıkar çıkmaz delikanlı gözlerini açıp başucunda halayığı görmüş. Kırk gün boyunca kendisine baktığını sandığı halayığa oracıkta evlenme teklif etmiş. Halayık ve sultan kırk gün kırk gece düğün yapıp evlenmişler. Güzel kız ise üzüntüden mum gibi erimeye başlamış. Halayık, güzel kızı kendi hizmetçisi olarak tanıtmış ve sabırlı güzel kız, sarayda hizmetkâr olmuş.

Bir gün, sultan sefere çıkarken herkese ne istediğini sormuş. Herkes altın, inci isterken; güzel kız, bir sabır taşı ve kara saplı bir bıçak istemiş. Sultan bu dileğe çok şaşırmış fakat sesini çıkarmamış.

Aradan uzun bir zaman geçmiş, sultan seferden dönerken bir gemiye binmiş fakat gemi karaya oturmuş. Kaptan, yolculardan birinin verdiği bir sözü yerine getirmediğini, bu yüzden de geminin karaya oturduğunu söylemiş. O sırada sultanın aklına unuttuğu sabır taşı ve kara saplı bıçak gelmiş. Sultan, hemen adamlarından sabır taşı ve kara saplı bir bıçak getirmelerini emretmiş. Bunlar da gelince, gemi yol almış.

Sultan, saraya dönünce herkese istedikleri hediyeleri dağıtmış. Güzel kız hediyesini alıp odalardan birine girmiş, sultan merakla kızı takip edip kapıyı dinlemeye başlamış. Güzel kız, olup biteni sabır taşına bir bir anlatmış. ‘’ Sen bile dayanamıyorsan bu anlattıklarıma sabır taşı ben ne yapayım, bu kara saplı bıçağı göğsüme saplayayım’’ demiş. O sırada sultan içeri girmiş ve güzel kızın bıçağı göğsüne saplamasına engel olmuş. Sultan , eşi olan halayığı yanına çağırtıp ‘’ Kırk katır mı kırk satır mı istersin?’’ diye sormuş. Halayık:

– Kırk satırı ne yapayım kırk katır verin de memleketime döneyim, demiş. Sultan, halayığı kırk katırın kuyruğuna bağlatmış, halayık kırk katırın peşinden sürüklenerek cezasını bulmuş.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.”

Sanki ninesi gelip başucuna oturmuş da ona bu masalı anlatmıştı. Masalın ardından yumuşak fakat eskimiş olduğunu hissettiği bir el saçlarını okşadı, okşadı ve hâkim olmakta zorlandığı göz kapakları açılıp kapandı ve kendini uykunun boşluğuna salan zihin başka alemlere daldı…

Bilmediği diyarlarda, kendini ait hissetmediği bir dünyada tam yedi yıldır yaşıyordu Ferzan. Buralara kadar gelmesini bir mucize olarak görse de bu kadar uzak bir ülkede yaşamayı sevmiyordu. Tiber Nehri’nin üzerindeki köprüden kim bilir kaç kere geçmişti, devasa parklardaki ağaçlarında altında kitap okumuş, Trevi Çeşmesi’nde defalarca fotoğraf çektirmişti. Arkasından taa buralara kadar gelen nişanlısı Ali’yi de bu ülkede bir trafik kazasında kaybetmişti üç yıl önce.

Ali’yle liseden sınıf arkadaşıydılar. Üniversitede Ali mimarlık, Ferzan ise Felsefe okumuştu. Okul bitince Ferzan, Roma’ya yüksek lisans için gelmişti. Tatilde Türkiye’ye dönen Ferzan ve Ali ani bir kararla nişanlanmışlar ve Roma’da yaşama kararı almışlardı. Roma’ya geldikten iki ay sonra da Ali bir trafik kazasında vefat etmişti ve Ferzan o günden beri kendini bir boşlukta hissederek yaşamıştı.

Her gün işe git, öğle arası ve hafta sonları birkaç arkadaşla dışarı çık, Pazar sabahları eve yakın büyük bir parkta yürüyüş yap… Ferzan’ın hayatı bundan ibaretti sanki son üç yıldır.

Ninesinin anlattığı ‘’Sabır Taşı’’ masalı bu aralar sıkça aklına geliyordu, özellikle de başını yastığa koyduğunda. Masalı ninesinin sesinden yeniden dinleyen Ferzan’ın göz kapakları ağırlaşıyor ve uykuya daha rahat dalıyordu sanki. Ne güzeldi çocukluk günleri, sıcak ve şefkatli yuvası, kendisini yürekten seven anne ve babası, babasının annesi olan masalcı ninesi ve ‘’Kiraz’’ adındaki tekir kedi… Evin bahçesindeki; urganların ağaca asılmasıyla kurulmuş minderden oturağı olan salıncak, akşam üzeri mor mor açan akşam sefaları, Ferzan’ın yaz boyu neredeyse üzerinden inmediği dut ağacı…Tıpkı bir çocuk masalındaki resimler gibiydiler.

Bahar geldi mi kuş seslerini duyarak uyanmak, bahçenin dört köşesinde açan envâi çiçeklerin kokusu… Yaz geldi mi bahçedeki çeşit çeşit meyveleri dalından koparmak, tazecik biberler, domatesler… Güzün tatlı esen serin rüzgar, bahçeye dökülen sarı yapraklar ve tam tabloluk bir görüntü, kış geldi mi kardan adam yapmak, sobanın çıtırtısı, sobanın üzerine konan portakal kabuklarının kokusu ve sobadaki sımsıcak çay… Annesinin yumuşacık öpüğücü, babasının sıkı sıkı sarılması ve tatlı dilli ninesinin masalları… Ferzan bu güzellikleri nasıl unutabilirdi…

Güneşli bir Pazartesi sabahı, çok iyi bir uyku uyuduğunu düşünerek yataktan kalkan Ferzan, anlamsız bir mutluluk içindeydi. Güzel bir kahvaltı yapmaya niyetlendi, “Bakalım dolapta neler varmış?” diyerek dolabı açtı. Kahvaltıda en sevdiği kahvaltılığı hazırlayacaktı; halka halka doğranmış domateslerin üzerine dilimlenmiş kaşar peynirini tereyağında pişirdi, yanında da çay tabii.. Çaydan vazgeçememişti bir türlü. Türkiye’ye gittikçe paket paket çay getiriyordu yanında. Ağır ağır kahvaltısını ederken, sabah haberlerini de izlemeyi ihmal etmedi ve herkes gibi “Ne olacak bu dünyanın hali?” dedi kendi kendine. Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi bu ülkede de yabancılara karşı düşmanlık vardı. Ferzan ve  onun gibi Avrupa’ya okumaya gelen arkadaşları ve ülkenin can damarı sayılan fabrikalarında ve inşaatlarında çalışan işçileri de bunu hissediyorlardı, zaman zaman ırkçı grupların sözlü tacizlerine uğruyorlar ve canları sıkılıyordu. Hatta bazı Nazi kalıntıları özellikle Almanya’da olduğu gibi evleri kundaklıyorlar, içerdeki insanları da diri diri yakıyorlardı. Böylesi tipler çok az olmasına rağmen mide bulandırdıkları gibi gün gittikçe de artan bir taraftar buluyorlardı.

Çok güzel giyinmek istedi o gün sanki bilinmedik önemli bir işi vardı. Sonra kendi kendine “Kızım altı üstü okula gidiyorsun, öğrenci gibi giyin..” diyerek kendine telkinde bulunduğu halde yine de çok şık olmuştu Ferzan.

Okula gelmek için kenarları pavillon ağaçları ile dolu, uzun bir caddeden yürüdü, caddenin sonundaki pasajdan insanın ruhuna işleyerek sanki semaya yükselen bir ney sesi geliyordu. Sanki bu ses Ferzan’ı  “Gel, gel!” diye kendine çağırıyordu. Yönünü pasaja çeviren Ferzan, merdivenleri çıkarken gözleri sürmeli, uzun boylu bir delikanlıyla çarpışmak üzereyken durdu, birbirlerinden özür dileyerek biri yukarı çıktı, diğeri aşağı indi. Pasajın üst katında ney sesinin geldiği dükkan, bir sahaftı ve Ferzan bu sahafın adını duymuştu fakat hiç gelmemişti buraya. İtalyanca selam vererek sahaf dükkanına giren Ferzan’ın gözleri ney sesinin nereden geldiğini araştırırken tam karşısında oturmuş, bir müzisyen grup gördü. Gençler, Türk’tü Ferzan gibi. Selam vererek yanlarına gitti oldukça sıcak karşıladılar Onu. Tanıştılar, sohbet koyulaştı, çaylar içildi hatta sahafın sahibi Hasan Bey, bakır cezvede pişirdiği, nefis kokulu, okkalı Türk kahvesinden ikram etti gençlere. Bu gençler de Ferzan gibi öğrenciydiler ve her biri farklı bölümlerde okuyordu.

Günler geçtikçe Ferzan ve gençler samimiyeti ilerlettiler, hemen her gün sıkça bir araya geliyorlardı. Ferzan, grubun müzik danışmanı olmuştu adeta. Grubun solisti tıp fakültesinde okuyan Gülçin’di, bakır kızılı dalgalı saçları, minyon tipiyle güzel sesli Gülçin. Ney üfleyen gencin adı, Mustafa’ydı. Mustafa, işletme fakültesinde okuyordu. Orta boylu, hafif tombul bir gençti. Def  çalan  Yahya ise hukuk fakültesinde idi ve uzun boylu, ince yapılıydı. Kanun çalan ise Ayşe idi ve renkli, çiçek desenli şallar takıyordu başına. Bu grubun beşinci üyesi de Ferzan olmuştu ve grubun parçalarını seçiyor, zaman zaman da söz yazdığı parçalar Gülçin tarafından besteleniyordu.

Ferzan, hayatındaki bütün boşlukları unutmuş adeta yeni bir hayata başlamıştı. Sanki derslerindeki başarısı daha da artmıştı çünkü gruptaki arkadaşları da başarılı gençlerdi.

Bir gün grupla buluşmak için pasajdaki sahafa gitti Ferzan ama dükkan kapalıydı ve dükkanın kapısında da yazılı bir not yoktu. Ferzan çok şaşırdı, yandaki dükkânlara sordu ama kimse bir şey bilmiyordu. Çapraz askılı çantasında cep telefonunu aradı bir süre, bu kocaman çantalarda da bir şey bulmak meseleydi. Telefonunu eline aldığında tanımadığı bir numaradan gelen mesajı gördü ve mesajda internet haberlerine bakması gerektiği söyleniyordu. Hızlıca arama motorundan haberleri açtı, Trump ile ilgili bir haber, Sarkozy’nin Almanya gezisi, ırkçı cinayet…

“Dün gece saat 02.00 sıralarında ırkçı bir grup saldırgan, evlerine dönmek üzere yolda yürüyen üniversiteli dört Türk gence saldırdı. Gençlerden üçü olay yerinde, ağır yaralanan bir genç ise kaldırıldığı hastanede vefat etti. Gençlerin isimleri şöyle: Gülçin Ş., Mustafa B., Ayşe Y., Yahya S.”

Ferzan, okuduklarına inanamadı, şaka mıydı bunlar? Mesajı kim yollamıştı?…

Dün gece, Ferzan gençlerden saat 23.30 gibi ayrılmıştı çünkü teslim etmesi gereken bir ödevi vardı. Onlar da biraz daha çalışıp evlerine döneceklerini söylemişlerdi. İlk anın şokuyla donup kalan Ferzan’ı bir ağlama tuttu, gözlerinden yaşlar sicim gibi boşalmaya başladı, hıçkıra hıçkıra dakikalarca dükkanın kapısının önünde dizlerinin üzerine çökmüş bir halde ağladı. Tam hayatını düzene sokmak üzereyken bu acı da nereden çıkmıştı. Evinin yolu üzerinde bulunan polis karakoluna uğradı, öldürülen gençlerin arkadaşları olduğunu söyledi ve katillerin bir an önce bulunmasını istedi.

Bu cinayetin ardından Ferzan haftalarca acı çekti, bir yandan da okula gitmesi gerekiyordu. Anne ve babasının onu okutmak için yaptıkları fedakarlığı karşılıksız bırakamazdı. Ferzan’ın önünde son bir sınav kalmıştı, bu sınavı da geçerse ailesinin yanına vatanına dönecek ve orada faydalı olacaktı. Ferzan, bu zor sınavına gece gündüz çalıştı…   Bazen kütüphanede sabahladı, yemek yemeyi bile unuttuğu oldu ama gerçekleştirmesi gereken bir hayali vardı…

Ferzan, nihayet sınavında başarılı oldu ve diploma almaya hak kazandı. Ferzan’ın Avrupa hayali, yaşadıklarından sonra onda bir hayal kırıklığı oldu. “Herkesin kendi vatanı, vatanımızdan başka gidecek yerimiz yok.” diye düşünmeye başladı. Ferzan için İtalya’ya veda etme zamanı gelmişti, kısa fakat güzel bir törenle diplomasını aldı, arkadaşlarıyla vedalaştı. Sahaf Hasan Bey’e uğradı, sohbet ettiler, ağlaştılar ve iyi dileklerle ayrıldılar.

Ferzan, akşamdan kapının yanına bıraktığı bavulunu aldı, ev sahibine anahtarları teslim etti ve hava alanına gitmek için çağırdığı taksiye yerleşti. İtalya’dan ayrılırken buradaki güzel anılarını düşündü bir yandan da ailesine ve vatanına kavuşacağı için sevindi. Karışık duygular içinde iken Ferzan’ın gözünden yalnızca bir damla yaş süzüldü. Sabır Taşı masalındaki güzel kız gibi sabrının sonunun selamet olacağını biliyordu.

 

 

 

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 1 eseri bulunmaktadır.