“Zaman Ne de Çabuk Geçiyor Mona” / Ergül Altaş
Bugün buradayız. Sağlığımız yerinde, dimdik ayakta, sevenlerimiz ve sevdiklerimizle. Yarın kim bilir nerede? Hastanede, gurbette, çok uzaklarda. Baş ağrısı, diş ağrısı, karın ağrısı bahane olmuş, göçmüşüz. Paylaşamadığımız dünya kalmış geride.
Elimizi ayağımızı bağlayıp yatırmışlar “taht misali musalla taşına.” İmam soruyor: Merhumu nasıl bilirdiniz?
İşte geldik gidiyoruz. “Zaman ne de çabuk geçiyor Mona.”
Daha dün yalınayak, başıkabak, çelik çomak oynuyorduk toz toprak içinde. Bir an önce büyümek arzusuyla nisan yağmurlarında ıslanmak için birbirimizle yarışıyorduk. Bir değil, bin dileğimiz vardı. Altından geçmek için gökkuşağı gözlüyorduk. Gündüzlere sığmıyordu oyunlarımız, geceleri Kafdağı’na çıkıyorduk.
Küslüklerimiz, kırgınlıklarımız üstünde güneş batmazdı. Öğleyin küser, akşam olmadan barışırdık. Bir lokmayla doyardı bir alay çocuk. Kimse kimsenin eline bakmazdı. Kul hakkından sonra göz hakkı gelirdi. Ağaçtan ağaca koşarken, kuş kışkışlarken nasıl geçti anlamadık masal çağı.
Bir baktık, boyumuz birkaç arpa boyu uzamış, delikanlı olmuşuz. Üstümüzde güneş, başımızda kavak yelleri. Aldırmıyorduk dünyanın gözyaşlarına. Nerede akşam orada sabah, akıyordu zaman. Taşı sıksak suyunu çıkarırdık. Kimse bükemezdi bileğimizi. Geceyi gündüze katsak uyku gelmezdi aklımıza. Dersler uzun, teneffüsler kısaydı. Dışarıda göz kırpan albenili hayat. Gönlümüz kuş olmuş. Konacak selvi boylu arar. Derdimizi kime desek? Büyükler bizi anlamaz.
Bir ara gönlümüz aklın dizginlerini eline almış. Unutmuşuz açlığı, susuzluğu. Başımız dönmüş, içimiz bir hoş olmuş. Vurulmuşuz bir gözleri ahuya. Gönlümüz etrafında pervane. Aramıza dağ girse Ferhat olup delecek azmimiz.
İki gönül bir olunca samanlık seyran oluyor. Engel varsa, hayırlı iş hatırına çıkıyor aradan. Annemiz, babamız genceliveriyor birden. Yavrularının mürüvvetini görecekler, gelin kızları olacak, torun sevecekler. Tatlı bir telaş hısım akrabada. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen mutlu mesut günler.
Kaşla göz arası bir yük binmiş omuzlarımıza. Benim diyen yiğit altında iki büklüm. Çocuklar büyüyor, yok dünyada dikili ağacımız. Daha çok iş, daha az eş dost ziyaretleri. Göz göze, diz dize oturup sohbet etme günleri mazi olmuş. Geçti gülüm, cicim ayları. Geldi yetiremedim, bitiremedim dertleri; dört gözle beklenen aybaşları.
Gün tez akşam oldu. Aynaya bakmak gelmiyor içimizden. Yüzümüzde yol yol dünyanın kahrı. Eskisi kadar gülemiyoruz. Havadan nem kapıyoruz. Vara yoğa bağırır, çağırırken buluyoruz kendimizi. Hoşgörümüz sırra kadem basmış. Ahmet ev almış, Mehmet araba. Hani benimki nerede? Kıskançlık, çekememezlik yokluyor kalbimizi.
Uykularımız korkulu rüyalarla bölünür. Ellerimiz nasır bağlar, gönlümüz gam kasavet. Günden güne kaybederiz, en büyük hazineyi bir hiç uğruna. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” İş işten geçince anlarız, kendimizi bir avuç toprak için yorduğumuzu. Hastaneler ikinci adresimiz olur. Kulağımız hep okunan salalarda. “Biz bu elden geder olduk kalanlara selam olsun.”
“Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.” Kardeşçe yaşamak dururken kalp kırmaya, ah almaya, hak yemeye. İki günlük dünya hayatı, sudan sebeplerle kavga edecek, küsecek, birbirimizin mezarını kazacak kadar uzun mu?
Hiçbir şey için geç değildir.
Güneş bugün de doğdu. Gökyüzü yine mavi. Kuşlar cıvıl cıvıl, çiçekler rengârenk. Hayat, türküsünü söylüyor. Umudu büyütüyor çocuklar aydınlık yarınlar için.
Bugün buradayız. Yarın…