DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Eşyanın da Canı Var / Merve Düvenli

Kronikleşmiş bir yara, atma alışkanlığı.

Saat beşe gelmek üzere sevgilime geç kalmamalıyım diye alt geçide atmışım kendimi şehrin trafiğine inat. Her şey dört dörtlük ve hazır. Bi noksanlık  var mı diye muamma yaşarken gözüme bir karartı ilişti. Şarapçılardan biri heralde dedim. Belli ki sızmış diye mırıldandı yaşlı teyzelerden biri. Ankara’nın  meşhurdur yaşlı teyzeleri. Biraz yüz versen akraba çıkarsınız o türden. Tanısam neyse ne. Yoluma devam etmişim, yürüyen merdivenden çıkarken farkına vardım metronun çıkışındaki ayakkabı sandukasının. Çıkan merdivene aldırış etmeden başladım basamakları ikişer üçer inmeye. Günümüzde metropolün göbeğinde soğuktan titreyen bürünecek bir battaniye bile bulamayan çocuklardan birinin herhalde diye geçirdim içimden. Hani köşe başlarında duvara 5 santim kala bitiverir ya onlardan. Kim bilir hangi yavrucağın diye geçirdim sonra da. Ayakkabılarımın boyaya ihtiyacı vardı ama sıkıntı da vardı utanıyordum çocuklardan ve boyacılardan. Sevdiğimin titiz olduğunu bilmesem umurumda olmayacaktı. Lakin takar mı takar diye boyatmaya karar verdim. Buluşmamızda beni dış görünüşümle yargılamayı ne zaman bırakacağını soracaktım çünkü. Parlak ayakkabılarımı masanın altından uzatarak ima edecektim, aslında parlak olan fikirlerimi ve beynimi. Ayaklarımı uzatmayı sevmeyen ben nasıl olacaktı da şu kirli ruganları boyatacaktım. On saniye içinde beynimde fırtınalar kopardıktan sonra sandığa yaklaştım. Kenarına iliştirilmiş bir notla irkildim. Beyaz kağıt üzerine kırmızı kalemle yazılan eğri büğrü bir yazı. Can’a vurgu yapmış bir de. Bastıra bastıra yazılmış ki iyice okunaklı olsun, kimse zarar vermesin, çalmasın diye belki de tek malvarlığı olan sandığına. Eşyanın da canı var. Cin gibi çocuk vesselam dedim kendi kendime. Bir süre bekledim ne gelen var ne giden.

Gelen var, giden var kaf dağlarının ardından, geçen var geçemeyen var engin denizleri, ardında parçasını bırakan var bırakamayan var, bir de üç kuruşluk paçavraları çöpe atan var. Tam o esnada başımda bir ampul yanıyor polis telsizine benzeyen telefonumun ışığından gelen yansıma olduğunu farkedince aklım başıma geliyor.  Sosyal sorumluluk ve dayanışma günleri neden yapılıyor, herkes neden işin sunumuyla ilgileniyor da arka plana el atmıyor. Ağır bir eleştiri yapmış gibi olmayayım ama uzun soluklu eğitim hayatım boyunca karşılaştığım en absurd durumu ele aldım bu yazıda. Gerçekten sorumluluk adına naralar atan, mangalda kül bırakmayan çoğu insanın eşyalarını vermekten ziyade atmayı tercih etmesi sokaktakileri düşününce hiç şık durmuyor. Ayakları yere basmayan kombinlerle inanın Moda kapaklarında yer edinemezsiniz bayanlar ve baylar. Kimsede size bu kirliliğe katkılarınızdan dolayı altın ayı ödülünü vermez. Başkalarına laf yetiştirmekte ve ikoncanlık yapmakta usta olan kişilerin paylaşmada sınıfta kaldığını görmekteyim. Hadi bunu başaramadın bari kendini aş da tutunamayan bir cana yoldaş ol.

İnsanın canının hiçe sayıldığı, ölümlerin köşe kapmaca oynadığı şu günlerde “Eşyanın da canı var!” diye elime megafon alıp bağırmak istiyorum.  Sanki 4. sezonunu çekmeye hazırlandığım dizi setinin  yönetmeni gibi. Gerçekten elindekilerin kıymetini bilmeyen ve kapitalizmin getirdiği tüketici toplum kimliğini üzerinde taşıyan her bireyin çıplak çocukları görüp farketmesi dileğiyle der ben de noktalamak isterdim ama bitmiyor. Afrikalı çıplak çocukların yetiştirdiği kakaodan yiyen biz modern batılı çocukların içi hiç sızlamıyor mu, belki de en çok eşyanın canı yanıyor, ama dili olmadığı için söyleyemiyor. Cesareti olan da ancak yazıyla dile getiriyor.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 4 eseri bulunmaktadır.