DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Babanın Son Bakışı / Muhittin Ece

Tarih 23 Ekim 2011… Üniversite okuduğum için ailemden ve memleketimden uzaklardayım… Kayseri’deyim. Bir pazar günü… O kara habere bankalar caddesinde yakalandım… Saat 13:45 telefonum çaldı… Birkaç gün önce tartıştığım bir memleketlim arıyordu beni… Onun adını görünce hem sevindim hem de istem dışı bir kibir kapladı benliğimi… Telefon çaldıkça kibrim tavan yapıyordu..Adeta zafer kazanmış bir komutan edasıyla savaş alanını gezerken esir düşen düşman askerine bakar gibi bakıyordum telefona…”Demek ki sonunda hatanı anladın haa! Aslında sana cevap vermemem gerekir ama neyse insanlık bende kalsın..!”  Nihayet cevap verdim… Karşı taraf son derece çaresiz ve ağlamaklı bir ses tonuyla: “Van’da deprem olmuş! Yerle bir olmuş! Hiç kimseye ulaşamıyorum! Çok korkuyorum! Sizinkileri aradın mı?” dedi.  “Dur bakalım panik yapma! Ben ulaşır sana haber veririm” dedim ve bir hışımla telefonu kapattım.

İlk olarak babamı aradım ulaşamadım… Daha sonra ailenin tüm fertlerini aradım hiçbirine ulaşamadım… Derken bir pastırmacının kapısında doluşmuş insanları fark ettim… Tüm gözler, dudaklardan çıkan aynı cümle eşliğinde aynı yere (Duvardaki TV’ye) odaklanmıştı “Yazık, yazıık! Vah vaah!”  Gayri ihtiyari bir şekilde aynı yere baktım. Van depremi ekrandaydı ve ortalık mahşer alanıydı… Kaçan kaçana… Kimisi kaçarken bayılıyordu… Kimisi de gördüğü dehşetten olduğu yere yığılıveriyordu. Hepsinin gözlerinde korku vardı ve titrek sesleriyle yeri göğü inletiyorlardı sanki… Bu arada hala hiç kimseye ulaşamamıştım… Ümitsizliğim, korkularım büyüdükçe ben küçülüyordum… Yarım saat içinde herkesi bir bir kaybetmiştim… Babam çarşıda ara sokaklarda arkadaşlarıyla konuşurken enkazın altında kalmıştı… Annem dayımlarda pazarın vazgeçilmez, sıcak, kalabalık bir o kadar da samimi ortamında berrak görüntüsüyle insanı cezbeden kaçak çayını yudumlarken yakalanmıştı ve herkes ne yapacağını bilmez halde koşuştururken beş katlı bina olduğu yerde üstlerine çöküvermişti… Kız kardeşlerim o küçücük ve dokunsan ağlayacakmış gibi duran tek katlı toprak evimizde yakalanmıştı ve evin üstüne, hemen yanı başındaki amcamın iki katlı betonarme evi tüm çekilmez yorgunluğuyla yığılıvermişti…

Az önceki ihtişamlı komutan gitmiş; yerine çaresiz, ürkek bakışlı, titrek yürekli ve dizlerinde derman kalmamış yaşlı bunağın teki gelmişti… Artık hiç kimsesi yoktu… Yapayalnızdı…  Birden telefonum çaldı, arayan babamdı… Gözlerime inanamamıştım… Bir çocuğun en saf haliyle hemen cevap verdim. İlk defa babamla konuştuğuma bu kadar şükretmiş ve  heyecan yapmıştım… İlk defa babamın bir “alo” demesinin bile ne denli haz verici bir şey olduğunu Christopher Columbus (Kristof Kolomb) iç güdüsüyle keşfetmiştim… Babam iyiydi ve diğer aile fertlerinin de iyi olduğunu söylüyordu ama hala depremin şokundaydı… Arkadaşlarımdan aldığım habere göre onların da aileleri iyiydi…

Doğruca kaldığım yurdun yolunu tuttum… Otobüste herkes aynı konuyu konuşuyordu adeta… Çoğunun gözlerinde hüzün ve dudaklarında dualar vardı göğe yükselen… Yanımdaki bir kaç kişi Vanlı olduğumu anlayınca hemen bana odaklandılar: “Ailen nasıl? Haber alabildin mi? Çok hasar var mı? Yapabileceğimiz bir şey var mı?” gibi cümleler içerde o cam senin bu cam benim çarpıp geri konuyordu üzerime… Kendime gelmeye başladım. Acının Türk’ü Kürt’ü yoktu. Biz bir aileydik. Siyasetin ırkçılığı, milliyetçiliği, iş güzarlığından eser yoktu bu otobüste.

Ailemin iyi olduğuna sevinmiştim ama buruk bir sevinç… Çünkü televizyonlarda yüzlerce ölü sayısından bahsediliyordu. Annesinin, babasının, kardeşlerinin ve(ya) çocuklarının sesini artık duyamayacak olan yüzlerce insan vardı. Allah’ım ne acı verici bir ıstıraptı bu! Ama bundan daha vahim bir acıyla daha karşılaşacaktım o günler…

Van’da artçılar olmaya devam ederken başka yerlerde de enaniyet üst mertebeye çıkıveriyordu bazı kesimlerde… Duygular, fikirler, beyinler adım adım zehirleniyordu çevrede… İnsanlık belli ırkçı zihinler tarafından kestirme yollardan tacize uğruyordu… İnsanlığın can çekişleri  yurtta, otobüste, alışverişte, misafirlikte kol geziyordu… Ulusal kanallarda bile küçük beyinlerin perde arkasındaki faşizm dayanamayıp kendini ortalığa saçıveriyordu. Tüm insanlığı zehirliyordu.

-Siz bu kadar askerin ölümüne sebep oldunuz, alın size cevap!

-Son dönemlerde Kürtler İslam’a hizmet etmiş “yüce” Türk milletine çektirdiklerinin Allah hesabını sordu!

-Haddinizi bileceksiniz!

-Doğu çok bozulmuş, ahlaksızlık diz boyu Allah sonunda cezalarını verdi!

-Kürtlerin bu demokrasi, özgürlük gibi savsatalara olan meyline en büyük cevap! cümleleri birbiriyle yarışıyordu…

Reyhanlı olayındaki gibi insanlık ruhu bir iki oy uğruna leş kargaları gibi enkaza üşüşmüş siyasi zihniyetin odağındaydı. Bir kaç ay geçmişti felaketin üzerinden. Babam bizimkileri o zorlu şartlarda bekletmenin anlamsız olduğunu savunuyor ve Adana’ya akrabaların yanına göndermek istiyordu. “Ben buradaki işleri hallederim!” diyordu.

Her zaman olduğu gibi fedakarlıkta sınır tanımıyordu…Ama annem hem onu bir başına bırakmak istemiyordu hem de oturamadığı evinden ayrılmak istemiyordu.. Sonunda annem çetin kış şartlarına ve babamın ısrarlarına dayanamayıp kabul etti. Adana’ya geçtiler.

Babamla ilişkim çok farklıydı. Yeri gelince bir baba, yeri gelince arkadaş, dost olabiliyordu. En yakın dostlarımdan biriydi. Bir keresinde telefon görüşmesinde depremde babasını kaybeden birinden konuşuyorduk. Devamında şöyle diyordu: “Babasız kalmak çok zor bir durum evlat için. Tabi ki çocuklar en çok anneye bağlı olur genelde ama babanın yeri de bir başkadır. Bu arada bir tercih hakkım olsa ben çocuklarımdan sonra ölmek isterim. Çünkü size o acıyı tattırmak istemem. Meşhur bir söz vardır: Bir evlat kaç yaşında olursa olsun babasını kaybettikten sonra büyümeye başlar. Öncesinde bir ülkeyi de yönetse hala bir çocuktur” demişti. O gün bu cümleyi pek önemsememiştim…

Babam Van’da annemler de Adana’daydı. Ben Kayseri’deydim fakat bir yanım Van’da diğer yanım Adana’daydı. Babam da Adana’ya gitmeye karar verince ben de oraya gittim. Uzun bir aradan sonra tüm aile bir aradaydık. Babamla Adana’da çok güzel vakit geçirdim… İki hafta boyunca ailemin yanında kaldım. Fakat her başlangıcın bir sonu vardı. Artık Kayseri’ye dönmem gerekiyordu. Babam beni uğurluyordu. Babam duygusal bir insandı fakat asla bunu çaktırmazdı. Onunla  vedalaştıktan sonra arabadan dışarı baktığımda bambaşka biri vardı beni izleyen… Gözleri dolmuştu. Ve çok duygusal bir ruh hali vardı üzerinde… O an, anlık bir güdüyle içimden gülmüştüm onun haline… “Çok fazla abarttı. Sulu gözlülük yapıyor diye annemin gelmesine izin vermedim, maşaellah baba aratmıyor onu…” diyordum içimden. Ama yol aldıkça babamın o ilk farklı bakışları beni hüzünlendiriyordu… Belki de o bakışlar her zaman üzerimdeydi, ben ilk defa fark etmiştim. Ben de duygusala bağlamıştım galiba…

Onlar  da çok geçmeden Van’a dönmüşlerdi. Aradan birkaç ay daha geçti… Ben final sınavları arefesindeyim. Tarih 17 Mayıs 2012 bir akşam üzeri… Telefonum çaldı arayan dayımdı… Babamın biraz rahatsız olduğunu, bundan dolayı hastaneye kaldırıldığını ve ufak bir ameliyat geçireceğini fakat babamın abarttığını ve sürekli adımı sayıkladığını söyledi…”Baban abartıyor ama sen yine de en erken gelmeye çalış! Moral olsun ona…” dedi. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm… Hiçbir sağlık sorunu yoktu… Apar topar yola koyuldum o gece… 14 saat sürecekti yolculuk… Yol boyunca senaryolar dizisi ömrümden ömür aldı… Allah’a hiç bu kadar yalvarmamıştım… Aklımdan geçenler olmasın diye…

Herkesi bir bir arayıp çapraz sorguya çekiyordum… Ama ya çok organize bir ekiple karşı karşıyaydım ya da gerçekten babam iyiydi fakat hastanede olduğu için telefona izin yoktu… Onlara inanmaya başlamıştım.

Kapıya ulaştığımda bir anda mahşeri bir kalabalık etrafımı sardı… Bana sarılanlar… Ağlayanlar… Bayılanlar.

Taziye çadırı kurulmuştu bile… Dün beni aradıklarında meğer toprağa vermişlerdi bile…

“Hayıııır! Bunu bana yapmış olamazdı. Nasıl habersiz çeker giderdi? Bu vefasızlık değil miydi? Yılların dostluğuna, emeğine yakışıyor muydu? Bu, sevgiliye indirilen en büyük darbe değil miydi? İnsan bir veda cümlesi kurmaz mıydı? Bu ihanet değil de neydi?” Kendimi kaybetmiştim… Hiçbir depremin hiçbir şiddeti bu kadar sarsamazdı… Duygularımın her biri, mantığım yerle bir olmuştu…

Bu yazıyı yazmadan yaklaşık bir saat önce… 03:15… Büyük bir irkilmeyle uyandım… Kan-ter içinde kalmıştım… Yine babamı rüyamda görmüştüm…

Bir anda bencilliğim tavan yaptı… Çocuk gibi söylenmeye başlamıştım: “Neden bazı arkadaşlarım gibi daha kundaktayken babamı kaybetmemiştim… Hiç hatırlamayacaktım… Hiç özlemeycektim…Nedeeeen!!”

Kısa bir süre sonra onunla yaşadığım güzel günlerin, hatıraların şefkat tokadını kulaklarımı çınlatırcasına yemiştim…

Ve kendime gelmiştim…

Tarih 17 Mayıs 2013…

Bugün bir (1) yaşındayım… En vicdansızından…

En vefasızından… En yaşlısından…

 

17.05.2013

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 4 eseri bulunmaktadır.