DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Savrulan Söğüt Yaprakları  / Mustafa Alagöz

Duvarda, farklı zamanlarda yapılmış badana izleri duruyordu. Değişik renklerden kalıntılar vardı. Defalarca üst üste boyanmış olduğu besbelli. Duvarın bazı yerlerinde, burada yaşayan ailenin varlıklı bir dönemine işaret eden yağlı boya izlerine de rastlamak mümkündü. Duvarda beyaz, sarı, kırmızı, lila, koyu sarı, yeşil ve yeşilin tonları gibi değişik renkler vardı. Bu evde çok uzun yıllar yaşam sürmüş olmalı. Bu renkler o evde yaşayan insanların o zamanki ruh hallerini, maddi imkânlarını, korku, sevinç ve karamsarlıklarını ele vermekteydi. Mevsime göre de belli ki bu renklerin tonlarında farklar olmuştu. İlkbaharda yapılan boya belki daha da iç acıcıydı. Açık sarı ya da bezelye yeşili, ilkbaharda yapılmış boyadan kalma olabilir. Kahverengi bir renk izine rastladım ki düşman başına bir renkti. Acaba o renk neden seçilmişti. Karamsar, ceberut kâbus, heyula… Acaba bu renk, evin oyuklarında yaşayan insanların karamsar oldukları bir döneme mi denk geliyor. O zaman aralığında evin bir ferdine bir şey mi olmuştu. Evin büyük kızı o zaman mı kocaya kaçmıştı acaba?

Zaman içinde kasaba büyüdü, peşinden il oldu. Müteahhitler o gün bir araya toplanıp sözleştiler, sanki şehirde son kayısı ağacı da kalana dek bağ bahçeleri betonarme binalara dönüştürmeye yemin ettiler… Taş duvarlı çırçır fabrikaları birer birer söküldü. Yeşil bahçeler yok oldu. Toprak sokaklar asfaltla kaplandı, kaldırımlara parke taşı döşendi. Toprak yolların iki yakasından ilerleyen kerpiç duvarlar, sağlı sollu onlara eşlik eden su arkları yok oldu.

Çırçır fabrikası sahibi Ali Rıza Bey, son İstanbul gidişinde şeker komasına girdi ve Cerrahpaşa Hastanesinde son nefesini verdi.  Küçük oğlu Asker, uğursuz diye tabir ettiği ve bu konuda asla konuşmak istemediği bir günde elini fabrikanın çarklarına kaptırmıştı. Muharrem Bey fabrikayı iyi bir ederle müteahhide kat karşılığı verdi. İş merkezleri ve siteler yapılacaktı.

Mahalle imara çoktan açılmıştı. Fabrika, ovada artık pamuk yetiştirilemediğinden uzun yıllardır atıl durumdaydı. Nahçıvanlı göçmen işçiler, fabrikanın ambarlarında cüzi bir paraya karşılık barınıyorlardı.  Belediye, yeni cadde ve sokaklar hizmete açmıştı. Bünyemin Usta’nın eskiden oturduğu evin hepsi yola gitmiş, sadece yola bakan bir duvarı kalmıştı. Muharrem Bey, yetkililere rica etmiş, fabrikanın avlusuna serseriler dadanmasın diye bu duvar, site inşaatının başladığı güne kadar yıkılmamıştı.

Bu yeni sokaktan her geçişimde “dikkat namahrem vardır” der gibi duran, yıkılan evin tüm mahremiyeti ile çırılçıplak duran, savunmasız duvarını görür ve hüzünlenirim.  İstilaya maruz kalmış, ele geçirilmiş bir kalenin sadık muhafızı gibi kuytuda olan biteni kederli gözlerle izler gibi olay mahallinden ayrılmayı kendine yediremeyen bu duvarın haline üzülmemek elde değildi, eğilip, kulağımı dayadım, onu dinledim…

Bu rengârenk boya badananın olduğu, askı, çivi izleri olan duvarda neredeyse Bünyamin Usta’nın tozlu kasketini çivide asılı bulacak gibi oluyorum. Bu kutu gibi evin mahrem odalarından bir tanesinin duvarının duldası yani mahrem yanı, yani Hülya’yı gizleyen yanı, belki Hülya’nın kaldığı odanın sadece bir duvarının yanı başında duruyorum. Bu duvar bir zamanlar bir gizemi barındırırken şimdi ters düz olmuş. Yanından gelen geçenin, hikâyesini bilmeden geçtiği bir hisar parçası oluvermişti. Beş on katlı binaların arasında sıkışıp kalmış bu duvar kimin umurunda ki. Ancak şehrin eski haline yetişen birkaç ihtiyar duvarın sesini duyabilir.

Duvarın kovuklarında çocukların doğumunu, büyümesini, ağlamalarını, babalarının o fakir o düşünceli suskunluğunu, analarının bıkmış ve didinen hatta yorgun babayı örseleyen konuşmasını duyar gibi oluyorum. Hülya’nın annesine başkaldırışını, annesinin gizili gizli iç çekmesini, babalarının uyuyan çocuklarının geceleri üstlerini örttüğünü görür gibi oluyorum. Niyazi’nin ancak dışarıdan baktığı, içine asla giremediği evi bu duvar artık koruyamıyor. Zalim duvar, zalim çivi izleri, zalim kirli beyaz badana, zalim boya kalıntıları…

Keşke belediye yetkilileri, Muharrem Beyi dinlemeseydi. Bu son duvarı da yok etseydi, ne olacaktı ki. Peki, o zaman Çömlekçiler Sokağı’nın adı değişmeyecek miydi? Hülya’nın hikâyesi ne olacaktı. Şimdi lise son sınıfta okuyan esmer zayıf kız çocuğu Hülya’nın kızı olmayacak mıydı? Niyazi, kırlaşmış bıyıklarını saklamak için artık boyamayacak mıydı? Asker, Muharrem Bey’den daha küçük olmasına rağmen çoktandır ölmüş olamayacak mıydı?

Yanakları, rengini kayısının sarısından alan Hülya havalı hoppa bir kızdı. Başı fırtınalı, Güngörmez Yaylası kadar dumanlıydı. Fakat sevdiği kişi nasıl bir adamdı? Hülya’nın zaten bir karış havada olan aklını çelen adam evliydi, üstelik bir çocuğu da vardı. Hülya, sonradan arkadaşları bunu sorduklarında ağlayarak “Niyazi’nin evli olduğunu anlayamadım” diyecekti. Ama ben de annesi gibi düşünüyorum. Hülya’nın, annesinin de deyimi ile yani o deli kızın ilkin bir şey bilmediğini, o itin ne baldırı çıplak olduğunu anlamadığını ama sonradan öğrendiğinde ise işin işten geçmiş olduğunu ve dönülemeyen bir yola girilmiş olduğunu düşünüyorum.

Hülya’nın babası evlerinin olduğu kayısı bahçesinde Ali Rıza Bey’in pamuk fabrikada makinist olarak çalışıyordu. Pamuğun çekirdeği ayrılır, işlenir, ambalajlanır, yurtdışına satılırdı. Yazın ilk günlerinde işler biraz duruluyordu. Sonbahar oldu mu, ovanın bereketli toprağından elde edilen pamuk sayesinde kışa kadar işleri yoğun oluyordu.

İşler azalınca Ali Rıza Bey, işi oğlu Muzaffer Beye ve çok güvendiği ustası,  yani Hülya’nın babasına bırakır, dinlenmeye çekilirdi. Büyük oranda da İstanbul’a, oraya yerleşmiş olan makine mühendisi olan oğlu Lütfi Beyin yanına, ikinci eşini de alır giderdi. Lütfi Beyin annesi olan ilk eşi, uzun yıllar önce, bahçede besledikleri azgın bir manda tarafından çiğnenerek ölmüştü. Lütfi ve ondan küçük iki kız kardeşini, Ali Rıza Beyin sonradan evlendiği eşi büyütmüştü. İkinci eşinin de iki evladı olmuştu. Biri Muharrem diğeri ise doğuştan zihinsel engelli olan Asker idi.

Asker, yaz kış demeden pamuk tarlarında, ağabeyinin satın aldığı pamukları ırgatlarla beraber römorklarla taşırdı. Asker, eve uğramaz, sıcak yaz gecelerinde pamuk balyalarının arasında uyurdu. Tek eğlencesi, babasının kızmasına rağmen fabrikanın yüksek tavanında, çam krişlerin arasında kümeslerini yaptığı güvercinleri ile oynamaktı. Güvercinlerle konuşur, dertleşir, yavrularını kedilerden korurdu. Ömrünü böyle tüketirdi. Fabrikada tozların içinde sürekli çalıştığından zamanla astım hastası olmuştu. Evlendirmemişlerdi, çünkü ailesi tarafından aile kuracak kabiliyetinin olmadığına inanılırdı. O da itiraz eder, evlenmek istediğini annesine söylerdi. Annesi ondan yanaydı. Fakat Ali Rıza Bey bunu uygun görmüyordu. Oysa talih Muharrem için çok ama çok cömert davranacaktı.

Asker, küçüklüğünü bildiği, ara sıra güvercinlerle oynamak için kendisine yakınlaştığı, evlerinde büyüyen o hoppa kızı uzaktan uzağa göz ucuyla süzerdi. Hülya’nın büyüyüp serpilmesine en çok o şahitlik ederdi. Belki bu mahallede Hülya’nın bu kadar güzel olacağını ondan daha iyi anlayan yoktu. Herkes, sıcak yaz günlerinde terliklerini şıpırdatarak ortalıkta saçlarını dalgalandırarak dolaşan Hülya’nın büyüdüğünü fark edememişti. Herkes, “Hülya, koş buz getir, Hülya, koş su getir, Hülya, koş yemek hazır mı bir bak bakayım”  diye sesleniyordu.

Hülya sıcak yaz günlerini soğuk kış günlerine eklemiş ve Aras Nehri’nin kenarında kamış misali boy atmıştı. Büyüklerimiz kız çocuğu için boşuna mı? “kızlar kamış gibidir, hemen boy atar.” demişler. Hülya, Aras Nehri’nin kenarında kamış tanesi, sesinde kaval inceliği, Hülya, eteklerinde serçe besleyen kız. Hülya gel git zaman ele avuca sığmaz oldu. Fabrikanın avlusunun kerpiç duvarlarından taştı.

Hülya okula giderken kapının dışında onu bekleyen arkadaşları arasında artık yakışıklı oğlanlar da belirmeye başladı. Asker, Hülya’nın en alımlı zamanlarına ulaştı. Asker’in içine kurt düştü. Olanları Hülya’nın annesi dışında bir tek o anlıyordu.

Hülya’nın annesi zengin bir aile kızı iken yakışıklı uzun boylu olan Bünyamin’e tutulmuş peşinden kaçmıştı. Güngörmez Yaylası’nın serin havasından Iğdır Ovası’nın sıcağına, tuzlu suyuna, sivrisineğine inmişti. Oysa onun babası koskoca aşiret reisi, her yıl sürülerle koç ve koyun besleyen, besili sürülerini Gaziantep’e mezbaahanelere yollayan, yayla sahibi, Kara Yusuf lakabıyla bilinen bir ağaydı. Ali Rıza Bey ile kirveydiler. Lütfi sünnet olurken onun kucağına konulmuştu. Bazen şehre aile fertleri ile gelirken Ali Rıza Beylerin evine şeref verir ve hediyelerle konak olurdu. Sonbahar mevsiminde fabrikaya gelir, koyunları için romark romark pamuk çiğidi satın alırdı. Her sonbaharda gelirken de bol bol tulum peyniri, lor, kuzu kavurması ve özellikle eşi tarafında özenle seçilmiş beyaz koç yünlerinden beş on tane getirirdi. Diğer taraf da hiç geri kalmaz, naylon bidonlarla reçel, turşu bir o kadar kuru kayısı vs. gibi yiyeceklerden hususi paylarını yollardı. Bir aile olmuşlardı. Hatta yazın sıcağında sıtma hastalığı riskine karşı Ali Rıza Bey, çocuklarını yaz ayları boyunca onlarla yaylaya gönderirdi. Kara Yusuf Ağanın bu geliş gidişlerinde o zamanlar yağız bir delikanlı olan Bünyamin epey yakınlık gösterirdi. Bünyamin, ağanın kızını görmüş sevmişti. Bünyamin; esmer, kaslı omuzları ve yanık tenli, terli geniş göğsüyle kızın aklını çelmişti.

Kara Yusuf Ağa, kızı yani Hülya’nın annesi kaçtı kaçalı cırcır fabrikasına uğramadığı gibi onu evlatlıktan atmıştı. Sadece annesi her sonbaharda, yayla dönüşlerinde babasından habersiz torunlarının çuvallarla erzaklarını gönderirdi o kadar. Bazen de doktora falan geldiğinde gizlice torunlarına uğrardı. O da kış mevsiminde olurdu. Çünkü yazın yaylalarda çobanların, sürülerin derdi ile uğraşması gerekirdi.

Hülya’nın annesi, Hülya’nın tıpkı kendisi gibi kadersiz olmasını istemezdi. Çünkü Bünyamin, ömrünün sonuna kadar fabrikada ustabaşı olmaktan başka ne olabilirdi ki. Bir evleri bile yoktu. Ali Rıza Bey’in bahçesinin kenarına yaptırdığı iki göz evi olmasa ortada üryan kalacaklardı. Hülya’nın boyasında ağa mayası vardı. Ama fukaralık ağalığı mı dinlerdi. Bir havalı bir endamlı, kimseleri beğenmezdi.

Hülya, kardeşlerini okula bırakır, boş zamanlarında onları şehrin toprak sokaklarında gezdirirdi. Asker bu işten huylanıyordu. Her dönüşlerinde hemen kapanın dışına çıkıp bakardı ve sırtı dönük uzaklaşan sırma saçlı dar paçalı uzun boylu kısacası onda olmayan her şeyi olan o genci görüyordu. Hülya’nın annesi de bir şeyler seziyordu. Kızının bir hata yapmasından korktuğu için Bünyamin ustaya; “bu kızı liseye vererek iyi etmedik” dedi. Yüzü gözü yağ içinde olan Bünyamin usta; “ben okumadım, kızım okusun,” dedi. Ali Rıza Bey’in okumuş, hemşire olmuş, iki kızını düşünerek “bırak o okusun kendini kurtarsın” dedi. Zaten Ali Rıza Bey’in büyük kızını çok takdir ettiği için onun adını Hülya’ya koymuştu. Okuyacak ve medarı iftiharları olacaktı. Hülya’nın annesi evde çocuklar, fabrikada onca kişinin yemeği ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi Ali Rıza Bey’in ailesinin de birçok ev işine koçardı. Kısacası kızının kaprislerine yetişmeye vakti yoktu.

Hülya, lise son sınıfa kadar beklemedi, ayaklarının altından bir deli rüzgâr esti, bir sonbahardı, aklı şaştı. O yaz evlenmiş olan arkadaşı Leyla’yı sokakta eşi ile el ele mutluluk içinde yürürken gördü. Ayakları yerden kesildi. Geceleri gizli gizli ağlamaya başladı. Niyazi ile ciddi ciddi konuşmaya karar verdi. Niyazi, bir yıldır ona görünüyordu. Gizli gizli, köşe bucakta ellerini elinin içine alıyor, onu çok sevdiğini, onunla evleneceğini söylüyordu. Ama bir yıl olmasına rağmen halen gelip ailesinden istetmemişti.

Hülya, ailesinin durumundan utanıyordu. Kardeşleri ile aynı odayı hatta kız kardeşi ile aynı yatağı paylaşmaktan bıkmıştı. Kalabalık ailede o uçsuz bucaksız kayısı bahçesinde o bir hiç gibi küçücüktü. Ona kimse değerli olduğunu hatırlatmamıştı. O hep “çok güzelsin denmesini beklemişti.

Şimdi öyle mi, onun kumral saçlarının ne kadar güzel koktuğunu, gözlerinin rengini kulağına sürekli üfleyen, hatırlatan biri vardı. Niyazi, onun gözünde İsfahan’da şahtı, gönlündeki tahta çoktan kurulmuştu, onu süslü laflarla oyalıyor, aklını başından alıyordu.

Hülya, bir eylül günü, akşamüstü Çömlekçiler Sokağı’nın başında elinde kırmızı bir gülle onu bekleyen Niyazi’yi görünce etekleri zil çaldı, vurdu oynadı, aklı gene başından gitti. Gene o rüzgâr ayaklarının dibinden esti, etrafına bir avuç söğüt yaprağı serpildi. İki âşık, kayısı bahçelerinin arasında uzayıp giden toprak yoldan şehrin dışına doğru yürümeye başladılar. Hülya o anda bütün cesaretini toplayarak “artık ailen beni istesin” dedi ve diretti… Peşinden “annem benim okula devam etmemi istemiyor, senden haberleri var” dedi.

Suskun kalan Niyazi epey sonra, “yarın sabah okulun başlama saatinde burada beni bekle, sana önemli bir haberle geleceğim.” dedi. Fakat kafası karışmış olarak oradan ayrıldı.

Hülya, içinde deli bir kuş çırpınırken sadece peşinden baktı. Hülya’nın gecesine siyah bir kedi kaçtı, gece boyunca kafasının içinde hayalinin çeperlerini tırmaladı durdu. Hülya ertesi sabahı zor etti, acaba sevgilisi ona ne diyecekti.

Sabah Ağrı Dağı’nın İran’a bakan yamaçlarına güneşin ilk ışıkları vurmaya başlayınca, Hülya okula gidecek gibi hazırlanıp fabrikanın önünden son defa geçerek geniş avludan çıktı. Yürüyüşü bir garipti. Bunu sezinleyen sadece Asker oldu.

Asker; saçları dökülmüş, avurtları çökmüş, bu gün biraz daha kambur olup küçülmüştü… Asker, fabrikanın tozu dumanı içinden uzaktan çok ama çok uzaktan Hülya’nın güzel saçlarını son bir kez daha iç çekerek izledi. Ama kimsecikler duymadı. Duyamazdı ve duymamalıydı da…

Hülya, asri hamamın yanından geçen sokağa saptı. Oysa okul Çömlekçiler Sokağı güzergâhındaydı. Kimse Hülya’nın okula değil de Niyazi’ye, kaderine, ağlama seslerine yöneldiğini anlamadı. Hülya’nın kaçtığını sadece Asker anladı. Kaç gündür olup bitenden bir o haberdardı. Ama ses edecek mecali yoktu. Asker ömründe ilk defa belki ağlayacaktı. Hülya’nın lise üniforması giyinmiş, saçlarını iki örük halinde bağlamış giderken ki halini belki de hiç unutmayacaktı. Asker, Hülya’ya hep arkasından gizlice bakardı. Son bakışı da öyle oldu. Yürüyen bir Hülya, kederine giden bir Hülya, omuzlarından yarı beline kadar inen iki örük saçı ile uzaklaşan bir Hülya… Hülya toprak yolda yürüdü gitti…

Hülya’nın iki eli Niyazi’nin büyük ellerinde birer serçe gibi çırpındı durdu. Niyazi, gözü karaydı. “Seni senden istiyorum” dedi. Hülya’nın ayaklarının altında, dökülmüş söğüt yaprakları savruldu durdu. Hülya birkaç dakikalık süreyi bir yıl gibi uzun saydı, saydı da ne oldu. Niyazi’nin evlilik teklifini oracıkta kabul etti. Kerpiç duvarlardan aşan kayısı ağaçlarının yaprakları üzerinden yürüdüler. Hülya suya giden bir ceylan gibi ürkek ürkek kaderinin peşi sıra yürüdü. Bir elinde sevgilisinin eli diğerinde sevgilisinin gelirken, kerpiç duvarların üzerinden sarkmış sonbahar güllerinden kopardığı o davetkâr gül vardı. Onları toprak yolun bitiminde bekleyen faytona atlayıp Niyazi’nin şehrin çıkışındaki evine gideceklerdi.

Çömlekçiler sokak
Iğdır
19 Aralık 2015    

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 16 eseri bulunmaktadır.