Varlığın Yokluğunda Kendini Bulmak / Muhittin Ece
Acziyet ne bitmez tükenmez bir nimet(!)… Ruhumuz adeta aciziyetten müebbet yemiş… Ama kimi duygularımız yürürken; gariban, mazlum yüreklerde ayak sesleri, yeri göğü inletircesine nefesleri keser… Sanırsınız ki Asr-ı Saadet’ten Hamzalar, Ömerler geliyor… Tâ ki bir kuytu köşede gecenin; sessizliğe yüz tutmuş bir karanlıkta kendisiyle baş başa kalmaya heves ettiği anda seninle göz göze gelmeye görsün… İşte o an iplerin koptuğu andır…
İşte o an yüzleşmeye, konuşmaya, dinlemeye hatta varlığını bile hatırlamaya tenezzül etmediğin SEN, acımasız geceyle omuz omuza vermiş ve bir cellat misali üstüne yürür… Kaçarsın ama kurtulamayacağını bile bile… Tıpkı rüyada kabus görürcesine sen var gücünle kaçarsın ama bir de bakarsın ki yerinden bir santim bile ilerlemiş değilsin ve sendeki senin -celladın(!)- nefesini ensende hissedersin… Korku, ümit ve çığlığın tam ortasında bulursun kendini… Hiç bu kadar çaresiz olmamıştın… O AN’ın; çocukluğunda bir daha asla görmek istemediğin ve her gördüğünde kendini annenin şefkat dolu kucağında bulduğun kabus dolu rüyalar olmasına en gönülden ümitlenirsin… Ama yanılırsın… O an annenin bile senin için yapabileceği bir şey kalmamıştır… Bu, sana kıyamet sahnesini aratırcasına acımasızdır… Bu SENİN KIYAMETİN’dir…
Varlık, kıyametini yaşamaktır… Varlık ölmektir… Var olmak için ölmek gerekir… Ölmeyi bilmek gerekir… İnsan; varlığın ve yokluğun, varlığını ve(ya) yokluğunu hissedebilen ve buna anlam verebilen üstün bir yaratılış örneğidir… İnsan için varlık anlamlandırabildiği algılardır… Anlamlandırılabilinen algılar vardır sadece… İşte insanın en büyük acizliklerinden biri de Tanrı’ya da bu algısal platformda yer arayışıdır…
Algının gerçekliği küçük ve(ya) büyük olasılıkların hasret dolu yolculuklarından başka bir şey değil… Hayat; duygu, düşünce ve fiziksel algıların yakın veya uzak ihtimallerinin gerçeğinden kopan bir yolculuk serüvenidir… Gerçeğin ihtimalleri ve ihtimallerin gerçeği… Ve bu iki sentezden doğan, gerçeklikle hayatı var eden anılar ve yolculuklar… Yolculuk; geçmişin gerçeğinde yatan vefalı dokunuşları, sitemli bakışları, hakikatin fısıltısını veya AŞKIN TADI’nı şimdiye bir haykırıştır…
Aynadaki nefes nefese kalmış, uzak veya yakın bir yolculuk geçirmiş iki çift göz misali… Aşk; aşık ile maşukun varlıkla yokluğunun, birbirine en uzak yakınlığının en yakın uzaklığına mesafesidir… Aşkın rıhtımında bir çift ruh yoktur her zaman… Çoğu kez bir çiftin olasılık beşiğinde sallanan ACİZ BİR ÇİFT GÖZ vardır sadece… O gözler yaratıcının bahşettiği en masumane duyguları, çırpınışları, haykırışları fısıldar… En büyük sitemleri, en ACİZ titreyişleri, en ulaşılmaz ve en anlaşılmaz dokunuşların fısıltısını haykırır…
Dostlar sözüm size değil… Sözüm ONA ki; Varlığın en ihtişamında yokluğunu bulamayana… Yokluğun en dibinde var olamayana… Ölü-Gezer adımlara… En masumane dokunuşları, ürkek bakışları, utangaç acizlikleri ve yaşlı müjgânları anlamayana… Görmeyene… Duymayana… Anlayıp da anlamayana…
Velhasılıkelam EN ACİZİNE… KENDİME…