DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Hocalı / Səbahəddin Çingizoğlu

“Yine eski hamam, eski tas… Ben diyorum ki, gitmeliydik azizim Gülya.”

O, hayat arkadaşına hep böyle söylerdi:

-Biliyor musun Gülya, bu sana belki de garip, belki de sığ düşünceli insanın tahayyülünün mahsulü ya da, belki de zordan daha zor görünür. Amma bilmelisin ki, her bir zorluk başlayana kadardır ve en büyük zorluklar gözümüzde büyüttüğümüz zorluklardır. Hatırlar mısın birlikte, “Axundov”da oturup okuduğumuz o kitabı… Evet, hatırladım diyorsun. Rövşən Abdullaoğlu’nun “Zor da olsa, hayat devam ediyor” romanı. Az önce söylediğim iki cümle oradan hatırama geldi. Neyse biz gitmeliydik. Hem de hepimiz. Çocuklar da. Her gece, Hocalıdaki dostum vardı Alihaydar diye, o her gece rüyama girip bana diyordu ki:

-Kardeş, bu yetersiz ve çiğnenmiş vatan gayretinin cevabı ne vakit sonuç alacak? Bak diyordun dostuz. Bak benim bacım gözümün önünde olmazın işkencesi ile zulüm yapılarak öldürüldü sonuçta… Öz bacın olsaydı dayanırdın! Bilirim, vicdanın dile gelip “yok” demeye bırakmıyor seni, amma yüreğinden dedin. Ha, bak ben de tahammül edemedim. O zaman Hocalıda hemen hemen hergün yapılan işkence sinirlerimi ve sonuçta patlamaya kadar gelen kan damar sistemimi iflas ettirdi. Ben hayatla vedalaştım. Kardeşim, anam ve babam ise öyle evimize felaket düştüğünde ölmüştüler. Herkes kaçtı, onlar evden eline geçeni götürüp geri dönmek istediklerinde yorgun düştüler. Biz o anda Yaşar dayıların çitinin yanında bekliyorduk onları… Biz çocuktuk, evdekilere taşıma konusunda yardım edemediğimizden yolda durup beklemiştik… Öldüğüm günden itibaren ruhum Hocalı sakinlerinin başında duruyordu. Bir bilsen onlara ne zulümler yaptılar. Dürme gibi bir yere üstü üstüne yığmıştılar onları. Her gün yarım el kadar ekmek veriyordular, bir de su. Hele bunlar manevi işkencenin karşısında hiç bir şey değildi. Komşumuz Ağa Kerimi hatırlıyor musun? Onu ağaca bağlamışlardı. Nişanlısı Firuzeye gözünün önünde tecavüz ettiler. Zavallı Ağa Kerim kalp krizi geçirip oracıkta öldü. Sınıf arkadaşımız Nailin atasına Kalaşnikov verdiler, makineli tüfeğin namlusunu Hocalı halkının üzerine doğrulttular. Şöyle dediler:

-Vur! O ateş edemedi, kimseyi vurmadı. Ona tekrar seslendiler:

-Yani, bunların canı senin canından kıymetlidir. Bu ne harekettir genç adam? Azerbaycan Türkçesini çok iyi konuşuyorlardı. Karabağ Ermenilerindendiler. O konuşan oğlanın yanında silahdaşı Vardan bağırdı:

-Öldürün şu Türkleri!.. Hepsi çöp yığınıdır!.. O an Aşot’un makineli tüfeğinin namlusunun ucu alev kusmaya başladı. Mermi yağıyordu. Ve bir ses geliyordu: “PART, PART…” Sonra her şey sessizleşti. Kızlar gelinler duvara sıkıştılar. Erkekler ise kızların ve kadınların önüne set çekiyorlardı. Aşot sakin bir sesle Andranik’e seslendi:

-Komutan bize “Bunlar kimdir, kim vurdu bunları?” derse başımıza bela açılır. O zaman diyoruz ki: kamptan kaçmak istediler vurduk.

-Vallah-billah gerisini İsa bilir. Omuzlarının ve dudaklarının hareketi ile meydana gelen kombinasyonla ifade etti, yani bilmiyorum.

Bunun gibi çok şeyler oldu. Bir de anayım, söyleyeyim ki biz dost idik.

Gülya, ben vicdanım karşısında ne cevap verebileceğimi bilmiyorum, amma en azından inkar etmediğimi, daha doğrusu inkar etmeyeceğimi itiraf ediyorum. Buna da şükür. Bunu başaramayanlar var. Biliyor musun, bizim hafızamızda bu hikâye her yıl Şubat ayının yirmi altısında düşüyor. Başka düşünemiyorum, anlamıyorum. Bu kimi insanın evlilik yıldönümüdür? Sonuçta bu gün, bir gün anılmakla olmamalı. Bu alnımıza vurulmuş bir mühürdür. Biz her gün bu olayları anlatmalıyız. Ağlayarak hiç bir şey yoluna koyulamayacak. Mübariz olmak lazımdır. Gözü yaşlı insandan hiç bir düşman korkmaz. Ne diyorlar: “Kur`an okumakla donuz darı tarlasından çıkmaz. Sopanı götürüp vurmak lazımdır.” Geçen hafta da Nihat uykumda rüyama konuk gelmişti. Bir hayli sohbet etti. Ben ne kadar ağzımı açıp birşeyler söylemek istesem de söyleyemedim. Sanki dilim tutuluyordu. Onun dudaklarının arasında süzülüp çıkan her bir kelime büyük bir mantıklı sözü yansıtıyordu. O, çocuk vaktinde de böyleydi. Daima sanatsal Edebiyat okuyordu. Ona göre de görme açısının derecesi büyük idi.

Acılı, yankılı, titrek bir sesle şöyle diyordu:

-Hani Şahları, hani bu halkın önderleri? Yiğitleri, kahramanları, Allah verdileri? Aliyar’ı, Fred Asif’i, Ülfet Kerimov’u, Kazak Alik, Mehman Alekberov’u? Biz Mübariz gömüyoruz daha. Herşeyden önce erkeklerden yiğitlerin çok olmasını istiyordu ve az çok bunu başarırdı. Şimdi başka bir topluluk var. O dehşetli olaydan sonra pis kadınların adından oyun oynuyorlar. Bugün Azerbaycanlı kişiler bu şerefsizliği Azerbaycanlı kadına yapıyorlar. Yoksa Ermenileşiyor mu bu halk?

Siz kimsiniz sahi? Yoksa bu kadar enerjiyi bu iğrenç emele teşvik edenler mi var. Yoksa bu pis işler arzu edilmez, artık formatlanmış düşünceni Avrupa ülkeleri robotlaşmış beynimize toplu bilgi ile mi yönlendiriyor? Belki bu ülkemizi zayıflatmak, dahili çatışma yaratmak için önceden düşünülmüş bir siyasi oyun mudur? Stop! Stop! Stop!

Niye hep sorunları başkalarının boynuna yıkmayı adet edindik? Senden başlayalım dostum. Bu halkın refahı üçün ne yaptın? Halk olmasa bile, alnımıza vurulan damga hakkında ne kadar düşünmektesin? Ne vakit bu rezaletten kurtulacağını düşünmüyor musun? Yok! Yetişkinlerimizi anlıyorum “Arkalı köpek kurt basar’ demişler. Amma başka bir deyim de var ki; “Moskova bir günde kurulmadı ki…” Zafer hedefe doğru atılan adımların neticelerinin neticesidir. Bunu hiçbir zaman unutma!.. Sadece düşünce tarzımızı değiştirmiyoruz. Ona göre de kendi lokal sistemimizi yırtıp kenara atamıyoruz. Bunun da belli sebepleri var elbet. Hatırana gelir, çocuk. Bir masal kitabım vardı, sonra sen de alıp okumuşdun. Orda “Filin masalı” muhtemelen aklına gelir.

Birgün bir derviş yola gidiyordu. O, yolun kenarında bir kişini kendine ait evcilleştirilmiş filini, fil için hiç de münasip olmayan, dar gövdeli, ince, zayıf bir ağaca bağladığını görüp şaşırdı. Yemek yemekte olan fil sahibinin yanına geldi ve merakla sordu. Beyefendi, siz hiç mi düşünmez misiniz? Bu fil ki bu ağacı, hem de 10 böyle ağacı bir hamlede kütüğünden çıkarır. Bunu duyan fil sahibi gülmeye başladı. Bu gülüşlerin ardından ağzından şu cümleler döküldü:

-Kardeş, bu fil küçükken ben onu bacağından ve boynundan ağaca bağlıyordum. O ise o zaman çok zayıftı. Boynuna bağlanmış ipten asılıyordu ama hiç bir zaman da o ipi kıramıyordu. Bu ağacı da koparamıyordu. Bir süre bu şekilde devam etti. Bir kaç ay sonra artık bu ipten kendi gücü ile kurtulamayacağını kabul etti. O günden mücadele etmiyor. Sonuç olarak artık kabullendi ki, ondan dolayı nereye bağlasam fark etmiyor. İnsanların bazıları da böyledir. Bir müddet herhangi bir istekleri dikkatte alınmayınca başaramayacaklarını kabul ederler ve boyun eğerler. Haaa.. filin masalı sohbettir. Herkes Karabağ’sız kalacağını kabullendi. Hiç kimse mücadele etmek istemiyor anlamına geliyor bu. Demek ki hiç kimse… Ama bir şey var. İçimizdeki Ermenileri temizlersek, galiba bizim olur mu, aksini düşünemiyorum. Yeğen “Koca Meşe ” adlı hikayeyi biliyorsun her halde?

Bir gün ağaçlar ormanda şöyle seslenir:

-Üstümüze al boyunda demir parçası geliyor, hepimizi kırıp, çatacak. Koca meşe başını kaldırıyor ve diyor ki:

-Sakin olun, el kadar demir parçası nedir ki? Bizlerin kimisi yüz yıllık, kimisi bin yıllık, o demir parçası bizi nasıl yok edebilsin? Ona başına sallayan diğer meşeler diyor ki:

– Sapı bizdendir, ağaçtan. Koca Meşe bu fikri benimser ve şöyle der:

– Haa.. Eğer sapı bizdense, kırar, hepimizi kırar, yok eder.

Şimdi düşün dostum, bir düşün. Bu içimizdeki Ermeniler de inanın sizi mahvedecek. Ona göre diyorum ki:

-Gülya, biz gitmeliyiz, burada rahatlığı bulamasak da, gidip ata baba yurdumuzda Hocalıda ölelim. Hiç olmazsa ölsek de vicdanımız karşısında başımız eğik olmayacak.

Saatin ayarlanmış olan “zır zırrrrr…” sesi onu oynattı. Her gün işe bu saatte gidiyordu. Saati de akşamdan kurmuştu kalkmak için. Saati kurmak şart değildi, çünkü alıştığı için bu bir refleks halini almıştı. Mesela, o gün işe gitmeyecek olsa bile aynı saatte uyanır, saat çalmışsa onu kapatırdı. Önceden yapılmış tüm görüşmelerin uykusunda olduğunu düşündü. Hanımı Gülya’nın başını hafif hafif okşayarak ona sessizce şöyle dedi:

-Sen ey beni yaşamaya sevk eden varlık, sen ey esrarengiz tablo, beni bağışla. Bir gün gitmeliydim, biliyordum. Bu gün olduğunu bilmiyordum. Bunun için de sana dememiştim. Bak böylece sessiz gidiyorum. Sonra yan odaya geçip, kızıını kucakladı. Yanağından öptü. Babasının göz bebeği sağ ol, selametle kal. Sonra bir mektup yazıp kızının yatağının üstüne koydu ve gitti. O mektupta şöyle yazıyordu:

“Benim sizden başka değer verdiğim ve akrabam yoktur sevgili kızım ve sevgili karım Gülya. Fakat bugün vatan beni çağırıyor. Ben de gidip şehit olmalıyım. Üzülmeyin, siz başınızı dik tutun. Çünkü bu şehitlik zirvesi herkese nasip olmuyor. Vatanı sevmek imandandır(Hz.Ali). Hürmet ve saygı ile sizi canından daha çok seven, Şahlar.”

Uyan! Uyan, Gülya, uyan! Bu gün hangi gün, bu nasıl bir gündür? UYAN!!!

-Huh!..

-Al su iç. Korkunç bir rüya görmüş olmalısın…

Bunlar hiç de öyle sanıldığı gibi değildi. Dün Şahlar işteyken az önce rüyasında gördüklerini onun notlarını yazdığı defterinden okumuştu. Rüyasında ise karekterlerini yeniden ortaya koyarak canlandırmıştı…

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 2 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları