Kayıp Duaların Sitemi / Havva Nur Akıncı

Öyle bir an geldi ki, kalbim göğüs kafesimden fırlayacak sandım; her atışta, sanki içimde fırtınalar kopuyordu. Yankılanan çığlıklarım uçsuz bucaksız bir karanlığın içine gömüldü. Sesim, Babil’in efsunlu bahçelerinde yankılanmayan bir fısıltı gibiydi; beni duyan, bana yanıt veren yoktu. Ne Yunus’un balığın karnındaki huzuru vardı içimde, ne de Nuh’un tufandan kaçışındaki o ilahi güven. Yunus gibi denizlerin bağrında kaybolamadım, Nuh gibi dalgalarla savaşacak bir gemim de yoktu. Kalbim, tam anlamıyla Kerbela’nın susuz çöllerinde kalmış bir Hüseyin’in yüreği gibi yanıyor, ruhum susuzluğun ortasında yitip gidiyordu. Dudaklarımda yankılanan her bir çığlık, Züleyha’nın Yusuf’a olan aşkından daha tutkuluydu ama bir o kadar da karşılıksızdı. Bir yandan Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye bölen asasını diledim, bir yandan da İbrahim gibi ateşe atıldığımda, o ateşin bana serinlik vermesini; fakat sular, Firavun’un ordusunu boğan dalgalar gibi üzerime kapandı. Nemrut’un öfkesiyle harlanmış ateş ise ruhumu kavurdu. Bir türlü kutsal olandan medet umamıyordum. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali çırpınıyordum ama adımlarım yetersiz, niyetim çaresizdi. Sodom ve Gomore’nin çöküşünde tuzdan bir heykel gibi kalakaldım, taşlaştı yüreğim; her şey içimde dondu. Her anımda, Hacer’in çölde su aradığı çaresizlik gibi bir umutla doluydum, fakat hiçbir Zemzem kaynağı benim için akmıyordu. Sanki her adımda, Eyyub’un sabrı gibi sınanıyor, her acıda biraz daha derine iniyordum. Gel gör ki, benim acılarımın sonunda gelen bir mucize de yoktu; sadece daha büyük bir boşluk, daha derin bir karanlık. Davut’un dev Golyat’a karşı duyduğu korkuyu hissettim ama elimde bir sapan ve taş bile yoktu. İçimde yankılanan sadece o tarifsiz boşluktu; ne bir kurtuluş umudu vardı önümde, ne de bir Musa elini uzatıyordu karanlık sularıma. Zaman, Yusuf’u zindandan kurtaran rüya misali geçip gidiyordu ama benim zindanımın kapıları aralanmıyordu. Her geçen gün, içimdeki fırtına biraz daha büyüyor, ışıklar birer birer sönüyordu. İshak’ın boğazına dayanan bıçak gibi, her an keskin bir gerçekle yüzleşiyor, kurban edilen umudun çığlığını duyuyordum. Yine de bu sonsuz karanlığın içinde, belki bir Yakub misali, evladımın gömleğinden bir umut bulurum diye bekliyordum. Her sabah, karanlığın biraz daha derinleştiğini, çölün biraz daha kuruduğunu hissetsem bile. Ve ben, içimdeki bu sonsuz çığlıkla, yalnızca gökyüzüne bakıp ilahi bir elin bana dokunmasını umut ediyordum. Fakat umutlarım da gün geçtikçe gölgeler gibi soluyor, adım ise yeryüzünden siliniyor. |