DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

“En Kara”dan Turkuaza / M. Nuri Bingöl



Bütün yolcular gibi o da hedefine varmak üzeredir; devamlı değişen, bir panorama keyfiyeti gösteren kompartman pencerelerindeki tablo, bunu daha iyi anlatıyor.
  1. İlkbahar

     Buralarda hava neden böyledir? Neden böyle sarımsı, mor ve gri bulutlar yere neden böyle yakındır? Yerçekimi mi daha kuvvetli; is, pas ve buhar daha mı ağırdır? İnsan anlayamaz ki sebebini. Sadece şaşakalır. Yoksa…Yoksa…

        … Ve dalar uzaklara, hayal ötesi gibi gelen hâtıralara. O efsunlu, garip, acı ve sırıtkan günlere; zaman hattındaki siyah kara noktalara takılır kalır.

        Acaba “O”  buradan mı girmiştir şehre? Belki onun da yolculuğu trenle olmuştur. Uzun “çufçuflar” şimdi olduğu gibi, o an da tıkanmıştır belki, şimdiki gibi düdük öttürmüştür kesik kesik. Hayatı tam burada bir “şimendifer” yolculuğuna, dünyanın geçip gittikten sonra “binler elem” bırakan zevklerini ele batıp kanatan dikenlerine benzetmiştir belki de.

      Sakarya’ya giden, Dumlupınar’a yetişen ordulara buradan mı erzak yollanmış; buradan mı takviye gitmiştir? Bir ihtimal böyledir ama bu mekânın orası olduğuna inanamaz ki insan!

        Kaç gelişinde de böyle bilmiş bunu, böyle görüp, böyle olduğunu – tekrar tekrar – idrâk etmiştir. Belki, belki ama inanamaz insan, inanmak da istemez.

         “Zorla mı?”

         Seni kurarken övünüyorlardı değil mi?

         “Mâbedsiz şehir…” çığırtkanlığı, toprağının kalbinde yatan er oğlu erleri kim bilir nasıl da rahatsız etmişti. Ve çiçeklerin, dikenlerin; ağaçların, kavakların; kurt, kuş böceklerin; kelebek, arı ve çimenlerin, kim bilir nasıl da feryat figan serpmişlerdir etrafa?

         Belki de beddua etmişlerdir. Acaba onun için mi, onun için mi böylesin; kısık nefesli, kesik görüşlü insanlar ülkesisin?  “En kara” ruh hâllerine atan, melankoliler kuran kimliğin, kişilerin yüreğine inip duran paslı göklerin, acaba onların mı eseri? Kim bilir, kimler bilir…

         Kompartman penceresine dayanmış dışarıyı seyrederken asırlar ötesinden geliveren  esintilerle ürperiyor gibidir. Az ötede birkaç kavağın nazlı dikliği, daha berideki at arabası, sağda saman yığını…

        …Sonra gecekondular, kulübeler.  Nasıl da tezatlar içindesin!

         Birbirine karışmış demiryolu rayları; kenarda üç beş fabrika, üç beş atölye… Yavaştan yavaştan apartman siluetleri; boğuk ve soğuk medeniyet döküntüleri.

         Yüreğinde şevkle bitişik  eziklikle, itilmişlik hissini havanın pelte gibi ağır, baygın ve mayhoş hâlinden kaptı belki de. Yoksa şehrin o bilinen karadelikler gibi hamiyetleri, ümitleri, türlü tezahürleri emen geçmişinden emanet mi aldı? Ayırt edilmesi müşkül vaziyet.

        Bütün yolcular gibi o da hedefine varmak üzeredir; devamlı değişen, bir panorama keyfiyeti gösteren kompartman pencerelerindeki tablo, bunu daha iyi anlatıyor.

       Ayağa kalktı, eşyalarını, zihnindeki ağırlığın aksi tavırlarla indirdi, yolculuk bitimine hazırladı onları. Pencere dışarısına daldı yine; kulağında dokunanlar, bu sefer, birtakım sesler; aksiseda gibi vurucu hem de.

     -Niye böyle karamsarsın?

    – Sana ne?

       – Şu güzelliklere baksana bir.

       – Senden sorulmaz…

       – Bak, gün başlıyor, güneş doğuyor. Gümüş renkli gökyüzü pembeye kayıyor. Sonra da pırıl pırıl maviye…

      -Şiir gibi konuşuyorsun ama…

      – Yahu, hüsnüzan…

      – Suizan eden kim?

       – Gerçek filan diyorsun da.

      – Gerçekse gerçek, değilse değil.

      – Ya şu diriliş ve doğuşlar?..

      – Kabuuul…

      – Neden öyleyse?

      – Neden mi?

       Sesler gitgide boğuldu, ardından siliniverdi. Yolcu kısa, bir anlık uykusundan silkinip derin derin nefeslendi. Düdük kısa aralıklarla, kimine müjdeli, kimine hüzünlü hislerle seslenmeye durdu. Bir serçe etrafa serpilen kargaşa arasında onlarla yarışa kalktı ama kaybetti. Koşuşan, çevreyi telaşa veren insanlar, hareketli bir araç seli… Ve varış! Yeniden başlayış gibi bir sarsıntı; yere mıhlanan zemin değil, kendileri.

             “Şûra Ayeti” altındaki o insanlar da  böyle doğuş müjdeleri duya duya mı varmışlardı buraya? O mânânın gücüyle, koca bir milletin ikbal kilidine anahtar olmayı mı kurmuşlardı veya bu yolda şehadete mi sevdalanmışladı? Çöllerde sürünmeyi;  kumda oynamayı mı, oradan oraya sürülmeyi mi, ömürleri boyunca “Kadifekale”ye hasret dokumayı  mı?

         Eşyalarını alıp iniyor Nureddin. Mahmur insanlar, dalgın gözler, uyuşuk zihinler. Gülüşler bile zoraki, nezaketler dahi sahte,  yahut ona öyle gelmekte. Ayakları direnmeye kalkıyor birden; uykusuzluk, ya da yol yorgunluğu? 

        “Hayır, hiç birinden değil, gidip gitmeme tereddüdünden.” diyor içi.

       Havanın is ve pasına belenmiş hislerle benliği çevrelenmeye başlanmış gibidir. Yola çıkarken, içi bir bahar sabahının ışıltılarıyla doluydu oysa; kucak kucak ümit, sepet sepet iştiyak her tarafını kuşatmıştı. Öyleyse nedendi bu bezginlik?

        Tedirginliği yenilinceye kadar taksi çağıramadı; ondan sonra, ancak… Şoföre gideceği semti söyledikten sonra, kendini düşünceye kaptırdı. Kırılmışmış, darılmışmış. “Tavşan dağa küsmüş, dağın umuru…” der çıkardı işin içinden; eğer başka biri olsaydı böyle yapardı. Aradaki mesafe bunun binde biri kadar sayılsaydı eğer, endişelerinin hedefinde bir başkası bulunsaydı, ne ürperir, ne de hüzün duyardı.

       “Zarara kendi rızasıyla girene…” der, neye lâyıksa, öyle davranır, buraya kadar hiç yorulmazdı.

      “Korkuyorum, senin için endişelenmedeyim.” sözünden kırılan kimse için bunun değip değmeyeceğini pek düşünürdü oysa, hem de ciddi ciddi. Eğer pörsütmekten korkmadığı değerli bir yürek olarak görmeseydi onu, bir de o garip istiğnalarından birine çatsaydı, es geçer giderdi yine, kafayı takmazdı bile. Çok zaman olduğu gibi, kendi boyunu aşıp da taşan bir iş diye  bakardı yalnız, biraz da ibretle.

      Ama olmuyor işte; yapamıyorsun bu sefer. Çiğniyorsun kendini, izzet mizzet düşünmeden düşüyorsun yollara. Tek o bozulmasın, tek o kopmasın diye. Hele o azarlamasının ardından, hiç yapılacak şey miydi bu!

       “Gidecek, gidecek” diye fırtınalar kopuyor yüreğinde; “Nasıl olur da gider?”

        Çevrelemişler onu, ruhunu avuçlamışlar. Güya hayran olmuşmuş, yorum üstüne yorumla da hâlini izah ediyormuş. Hayatı sönecek halbuki, ruhu pörsüyecek, silinecek de haberi yok.

        Söylemişti bunları hep; iki ay ya da daha az  zaman önce. Kendine acı, kardeşine acı; geleceğinize, geleceğimize acı diye…

       “Tatbikatın şâşâsı  nazariyatın yanlışlığını örtmez birader.” diye.

       “Ya doğru düşünce, değersiz ellerde, değersizce tatbik ediliyorsa…” şeklinde dudak bükmüştü kendisine.

        Öyle veya böyle, çâre kopmak da değil, kalp yıkmak da. Karanlığın yüzüne şarkı bağırmaksa, hiç değil. Bir mum yakabiliyor musun ıssız karanlığın ortasına, koskoca çöl içinde ipince de olsa, avuç ayası kadar yer de kapsa, nemli bir muhit bulabiliyor musun,? Maharet o işte….

        Şoförün sesi sinirli ve gergin:

        “Adres neresi beyim, daha demediniz.”

        Tarif ettikten sonra, altlarından gittikçe  kayıveren asfalta dikti gözlerini. Tıpkı iç dünyaları dökülmüş yerlere. Sanki ilerledikleri, ezip geçtikleri asfaltın zifti değil de zihinlerinden geçenler…

       “Başlarına örülsün kendi çorapları…” gibi bir mısra hatırladı tahsilinin ilk yılında yazdığı.

“ Hatırlama zamanı değil,” diye düşünerek, yine asfalta daldı. İçki masalarında, çenebazlık gösterilerinde kurulmaya çalışılan insanımız gibiydi caddenin zemini.

       Onların hiçbiri istemediği hâlde, “Halk için, halka rağmen” sloganıyla  zevksiz ve renksiz çukurlara çekilmek istenmediler mi?

        “Halk için, halka rağmen...” diye tekrarlayıp bıyık altından gülümsedi Nureddin.

        Onlar bile düşmedilerse böyle bir zifte, yahu size ne oluyor ki, içinde debelenip duruyor; ardından da ne ince ve nice “tekellüflü” tevillerden halsiz düşüyorsunuz?

     Bir fabrika vardı; zift üretti şimdiye kadar. Ama birkaç çarkı, birkaç ünitesi azizlik ediverince, zift yerine esans üretimi başladı.

       Doğuş oydu belki, gülüş, silkiniş oydu.  “Şirret muhalifler”  kapkara görse de her yeri, millet berrak aynalardan seyrediyordu dünyayı. Ruhların en tatlı kokuları duyması az şey miydi? Beklemesi, geleceğe bakması, şevkle karışık ümitlerle dolması…

         Taksi durunca hedefine vardığını anlayıp, şoförün parasını verip caddeye adım attı. Onun apartmanı. Nasıl da bukalemuna dönmüş.  Daha önce pembe boyalıydı dış cephesi, balkonları yeşil. Ya şimdi?.. Duvarlar külrengi, balkonların kimi kızıl, kimi hâki. Ruhunu mu aksettirmiş oraya?

         Merdivenleri, zihnindeki bir yığın güneş renkli yaprağı silkeleye silkeleye, elindeki üç valizle birlikte çıkıp zile dokundu. Kapı gıcırdayıp açılınca, kapıdakinin bir yabancı olduğunu görüp duraladı. Şaşkın, kırgın ve küskündü:

        “-Selim,” dedi sık nefesleri arasından; “ burada oturmuyor mu?”

        Tek kelimelik cevapla başı yere indir:

        “Taşındı.”

         Özür dileyerek inmeye davrandı.

       “Ruhuyla birlikte bedenini de taşıdı demek ki…” diye düşünecekken, “yalnız” ikazını duyunca dikkat kesildi.

         “Dün şu notu getirdi yalnız. Kendisini birisinin arayacağını söyleyip vermemi istedi.”

         Notu telaşla aldı. Düzgün, özene bezene yazılmış iki satır:

          “İyi anladım ki azizim, hiçbir şeye değmezlermiş. Memlekete gidiyorum; oraya beklerim seni… Selamlar.”

           “Daldınız birden; kötü bir haber mi var notta?”

            Beklenirmiş gibi de izahata kalktı birden; “Arap harfleriyle yazılmış da okuyamadım.”

        “Nereye gittiğini yazmış,” deyip apar topar indi. Onların Arap harfi değil de özbeöz Türki yazı olduğunu izah edecek zamanı bırak, teşekkür etmeyi bile unuttuğunu ancak Otogar yolundaki takside hatırlayabilmişti.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 7 eseri bulunmaktadır.