DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Yılan Efsanesi / Vagif Sultanlı


 Çeviren: Feyyaz Sağlam

Sıcak çöl rüzgarı kalktı. Kum denizi dalgalandı. Deli hortum kısa zamanda bakır gibi kızarmış kum zerrelerini havaya savurdu. Yılan durdu. Rüzgarın üzerine savurduğu sıcak kumun altından sürünerek kurtuldu. Hortumun durmasını  bekledi.

Biraz sonra rüzgar şiddetini azalttı. Çöl, rüzgarın savurduğu kumların sesinden temizlendi.

Güneş alev püskürüyordu. Hava tandır içi kadar sıcaktı. Nefes aldığında yılanın ciğerleri kasılıyor, hararetten beyninin yağı kaynıyordu.

Karşıda gri bir çöl uzanıyordu. Bu yolun ne sonu, ne yönü belliydi. Bu yol hayata mı götürüyordu; mezara mı, suya mı götürüyordu; susuzluğa mı?  Yılan bunu bilmiyordu.

Yılan aniden durdu. Kafasını yerden kaldırıp etrafını dinledi. Ses seda çıkmıyordu, ağır çöl sükuneti çökmüştü. Dilini çıkarıp garip garip tısladı. Yakınlarda bir yerlerde yılanın sesinden ürkerek yuvalarına doluşan büyük farelerin cığıltısı duyuldu. Sonra yine sessizlik etrafı sardı. Yılan tekrar tekrar tısladı.

Çöl uzanıyordu. Durmadan sürünmek artık yılanı yormuştu. Sıcak kum bedenini sürtülerek kanlar içinde bırakmıştı. Kabuktan çıkmak istiyordu. Eski kabuk vücudunu gıdıklıyor, eziyet ediyordu.

Kumların üzerinde yumak gibi bükülüp açıldı, sonra kendini kısarak yavaş yavaş ileriye hamle yaptı. Yılanın gri, eski nakışlı kabuğu kayarak yağlı bedeninden çıktı. Yılan bir süre eski kabuğunu süzdü, süzdü. Kim bilir kaç defadır böyle giysi değiştiriyordu. Galiba, bu sonuncusuydu. Yılan bunu anlamıştı. Sonuncu giysi, sonuncu kabuk.

Yılanın başından duman kalktı. Kıvrıldı. Güneşin ışığında balık pullarını hatırlatan taze derisi parladı. Yılan bir daha, bir daha kıvrıldı. Sonra takatsiz halde tekrar sürünmeye başladı.

Yılan çöl rengindeydi. Çöl de yılanın renginde. Yılanla çölü birbirinden ayırmak zor oluyordu. Çöl de griydi, yılan da. Hava da çok griydi, beyaz bulutları da semayı gri renge boyamışlardı.

Yeni kabuğu sıcağa dayanmıyordu. Derisi yanıyordu. Çöl yolu ise uzanıyordu. Yılan, bu yolun sonunun olmadığını anlıyordu, bu yol onu sonsuzluğa götürüyordu.

Bazen durarak nefesini dinlendiriyordu. Sonra tekrar kanlar içinde kalmış bedeni takatten düşene kadar sürünüyordu.

Güneş hızla aşağıya iniyordu. Karşıda yılanı uykusuz çöl gecesi bekliyordu. Yılan biliyordu ki, bu geceden sonra yine sabah olacak, yine çöle ateş saçan güneş doğacak, yine onun azapları başlayacak. Yine çöl uzadıkça sürünecek.

Artık yılan insanların olmadığı ıssız bir yer bulma umudunu yitirmişti. Geçen hafta çölde çift çınar ağacının dibindeki deveyi ve gölgede uzanıp yatmış beyaz sakallı adamı gördükten sonra. Yılan biliyordu ki, insan onun akına da lanet okumuş, karasına da. İşte bu nedenle de yılan baş alıp insanlardan kaçıyordu. Sakallı adam yılan katillerine nasıl da benziyordu. Ah! Yılanın kalbi insanlara sonsuz nefret hissiyle doluydu. Bu nefret onun ince kuyruğundan tutmuş hançer dişlerine kadar bütün vücudunu sarmıştı. Bu nefret yılanın zarif, duru gözlerinde oynuyordu; zehirine karışıp kaynıyordu. Bu nefretin ağırlığını sadece kendisi ve onu yaratmış olan Tanrı  biliyordu.

Kaç gün, kaç geceydi durmadan sürünüyordu. Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Bütün vücudu ağlamak için dolmuştu; ama ağlayamıyordu. Ne kadar uğraşsa gözlerinden yaş çıkmıyordu, gözlerinde yaş kalmamıştı.

Yılan korktu. Bu şekilde ağlamak zordu, ağlayamıyordu. Yılanın göz bebekleri kuruyordu, gözleri yaş için kavruluyordu.

Hissetmişti bu gecenin onun ömrünün son gecesi olduğunu. Bu geceden sonra artık bir daha gece yüzü görmeyecek, gecelere ebedi hasret kalacaktı. Şimdi ne yapsın? Bu geceyi uyuyarak mı; yoksa gecenin karanlığını, serinliğini, yıldızlarını mı seyrederek geçirmeliydi? Yılan, ömrünün son gecesi bildiği bu gecede uyumak istemiyordu.

…Ama uyudu. Rüyada yine çölü gördü. Uzakta kumların üzerinde ufak bir nokta büyüklüğünde neyse kararıyordu. O, siyah noktaya doğru sürünmeye başladı. Siyah nokta siyah taştı; taşı yalamaya başladı. Taştan su kokusu geliyordu. Yılan yaladıkça yalıyordu. Birden yaladığı yerden su fışkırmaya başladı. Yılan deli gibi suyu içmeye başladı. Ama doymuyordu, içtikçe içiyordu. Yılan baktı ki içmekle doymayacak, sürünüp çeşmenin gözüne girdi.

Uyandığında güneş ufuktan daha yeni yükseliyordu. Gecenin serinliği hâlâ çölün canını terk etmemişti.

Yılan kaç gündür ne bir insan sesi, ne bir zincir sesi duyu­yordu. Sesleri unutmuştu, çok unutmuştu. Çölün deli sessizliği kulağını deliyordu.

Açlığını büsbütün unutmuştu. Susuzluk onu güçten düşürüyordu. Çölünse sonu görünmüyordu. Öylece hep sürünüyordu.

Yılanın gözleri iri, gri çöl faresini kumdan zorla seçti. Bütün gücünü toplayarak farenin üzerine sıçradı. Hançer gibi dişlerini farenin yağlı gırtlağına geçirdi. Fare bir hayli çırpındı; ama gırtlağını yılanın hançer dişlerinden kurtaramadı.

Yılan ağzını farenin gırtlağından fışkıran kanın altına tuttu. Kanı su yerine içmeye başladı. Susuzluğunu kanla söndürmek istedi. Kan sıcaktı, mide bulandıran kokusu vardı; ama yılanın susuzluktan yanan ciğeri bu kokuyu, bu sıcaklığı hissetmiyordu.

Yılan, farenin bütün kanını içti. Sonra kendisi de farenin yanında düşüp kalakaldı. Yılanın karnı davul gibi şişmişti. İçtiği kan ona azap veriyordu, az kalsın midesi ağzına geliyordu. Öğürdü, kıvrıldı, kusmaya başladı. Kustukça köpüklü kan ağzından dökülüp sıcak kuma süzülüyordu. Sonra yılan takatsiz halde uzanıp kaldı. Güneş vücudunu yakıyordu. Orada beklese sıcak kumda pişip kebaba dönerdi. Yine sününmeye başladı.

Çöl bozarıyordu. Etrafta alçak yüksek kum tepe­lerinden başka göze çarpan bir şey yoktu.

Ama artık sürünemiyordu. Bedenini sürüyüp taşımaya kuvveti kalmamıştı. Gittikçe güneş daha şiddetle yakıyordu. Yılan, azaplardan kurtulmak, rahatlamak istiyordu. Şimdi ne ilerlemeye umudu, ne geri dönmeye takati vardı. Peki nasıl kurtulacaktı bu azaplardan, işkenceden?

Aniden aklına garip bir fikir geldi. Acaba kendi zehrini mi yutsa… O zehir ki, soktuğu bütün canlılara ebedi bir rahatlık veriyordu, neden kendine vermesin… Aklına gelen bu fikirden biraz hafiflik hissetti. Ve kendi zehirini yutmaya başladı.

Zehir bağırsaklarını yaka yaka ilerliyordu. Midesine vardığında sancısı koptu. Sancının ağrısından yılan kıvrılıyordu. Öyle bir kıvrılıyordu ki, sanki içini didik didik ediyor, içindekileri demir çatalla çekip ağzından çıkarıyorlardı. Yılan kıvrıldıkça sanki bu ağrı çekiliyordu, azalıyordu. Sonra zehir midesinden damarlarına geçerek tüm vücuduna yayıldı.

İkindi vaktiydi. Yılanın gözleri sararmış, duruluğunu yitirmişti. Ama daha ölmemişti. Akşamı bekliyordu. Yıldızını görmeden ölemezdi.

…Geceleyin gökyüzünde iri iri yıldızlar doğdu. Yılan arayıp talih yıldızını buldu. Işıksız gözleriyle kendi yıldızını süzdü, süzdü. Sonra yavaşça kafasını sıcak kumun üzerine koyup gözlerini kapattı…

Bakü, Azerbaycan

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 7 eseri bulunmaktadır.