Kayıp Şehir Üsküp (Skopje) / Güzin Osmancık
Biz sende olmasak da sen hep bizdesin.
Bu defa gidişim benim için bir tatil değildi. Ecdadım Osmanlı’nın 500 yıl hüküm sürdüğü bu topraklardaki kültürlerin izlerini sürmeye gidiyordum. Burası Yıldırım Bayezid Han’ın diyarıdır. Evlad-ı Fatihan’ın yadigarıdır. Fatihin evlatlarının diyarıdır. Akıncı Gazi Evrenos beyin, gazi Mikhael Kosses (sonradan Abdullah adını almıştır) evlatlarının diyarıdır. Hep içime hapsolmuş bir hüzünle dolaşıyorum atalarımın topraklarını. Dokunsalar bardaktan boşanırcasına akacak gözyaşlarım. Şimdi üzerine ayak bastığımız bu topraklar bir zamanlar Osmanlıya ait bir Balkan Devletiydi. Bu toprakları Yahya Kemal Beyatlı’nın dizelerinde bulmuştum ve böylece sevip özlemiştim. Çünkü Rumeli’yi anlamak için mutlaka Yahya Kemali okumak lazım.
Gazi İshak Bey Caminin yanındaki bir konakta doğmuştu şair. Asıl adı Ahmet Agah olan şairi yine Makedonyalı bir şair olan İlhami Emin Bey şöyle anlatır. “Üsküp, tarihe Yahya Kemalle bağlıdır. Bu şehri Yahya Kemalsiz düşünemezsiniz. O, Üsküp’te olmasam da Üsküp hep benim içimde der. Halbuki biz onu hep İstanbul şairi olarak bilirdik. O, Aziz İstanbul şiiri ile hafızalarımıza kazınmıştır. ”Biz sende olmasak bile sen hep bizdesin” dizeleri ile anlatır Üsküp’e olan gönül sevdasını.
Üsküp, iki ayrı medeniyetin karmasını üzerinde taşırken onun o heybeti her şeyi ile bizden ve bize Osmanlıyı hatırlatan eserlerinde saklıdır. Kuzey Makedonya’nın başkenti olan Üsküp, Vodna Dağı eteklerinde kurulmuş, Vardar nehrinin bereketi ile bereketlenmiştir. Nehrin üzerindeki 13 gözlü taş köprünün ikiye böldüğü bu şehir iki ayrı kültürün izleri ile kafaları karıştırıyor. Bir yanda devasa heykelleri ile Hristiyan kültürünün izlerini taşırken, köprünün diğer yakasında “ben hep Osmanlıyım” der gibi tam bizden bir oluşum sergiliyor. 15. Yy Osmanlı eseri olan 13 gözlü taş köprü Vardar nehri üzerinde adeta iki kültürü birbirinden ayıran bir sanat eseri. Köprüler bende farklı bir duygu uyandırır. Bağlayıcıdır, kavuşturucudur, birleştirir bağlar ve yaklaştırır. Gönül bağıdır köprüler, kavuşturur. Ama burada durum oldukça farkı. Burada 13 gözlü bu taş köprü iki farklı medeniyeti, inancı birbirinden ayıran bir görevi üstlenmiş. Ama köprüyü geçtiğinizde kendinizi İstanbul, Bursa sokaklarında dolaşıyor gibi hissediyoruz. Vardar nehrinin ikiye ayırdığı bu köprüden kuzeye geçince Osmanlı mirasının, Türklüğün ruhunu hissediyorsunuz. Üzerinde yürüdüğüm Arnavut taşlı kaldırımların her adımında Osmanlı kokusunu hissettiğim bu şehir bana garip duygular yüklüyor. Burada her yer tam da fotoğraflık. Resim çekmeğe doyamadığımız şehre dağıldığımızda her bir kareyi fotoğraflıyoruz. Şehri yayan olarak dolaşmak için çıktığımızda o öpülesi topraklar üzerinde yürümek biraz da incitiyor yüreğimizi. Hele Vodno dağına dikilen 66 metre yükseklikteki milenyum haçı yok mu? halbuki oraya bir hilal nasıl da yakışırdı diye düşünüyorum. O devasa haçı görünce yüreğimiz acıyor. Ama Müslümanlar bu haç için öylesine güzel bir teselli bulmuşlar ki, “Dağlara istediğin kadar büyük haç dikin, gökyüzüne baktığınızda hep ay ve yıldızı göreceksin” demeleri su serpiyor yüreklerimize. Şehrin kalbi Makedonya meydanıymış. Atlı Savaşçı heykeli ise şehrin sembolüymüş. Meydanın her yerinde devasa binalar ve devasa heykeller var. Bu kadar heykelin şehrin merkezine konmasının sebebi belli ki kendi kültürlerinin sonucu. Büyük devasa binaları ve meydanı dolduran devasa heykelleri şehir oldukça görkemli kılsa da bu kültür bize oldukça yabancı. Ve şehre giriş kapısı olan Makedonya Zafer Kapısı (Porta Makedonija) bize Anadolu da ki antik kentleri hatırlatıyor.
Buranın köftesi olmazsa olmaz yemeği. Porsiyonları oldukça büyük ve yanında üzerine peynir rendelenmiş salata geliyor. Meydanın hemen yakınında burada doğmuş olan Rahibe Terasa’nın evi var. Hayatını fakir insanların bakımına adamış bir misyoner Rahibe terasa. Ama bizimde bizden olan Hilal-i Ahmer Cemiyetinin en önemli temsilcilerinden biri olan Safiye Hüseyin Elbi var. Çanakkale savaşında gösterdiği hizmetlerinden dolayı unutulmaz kahramanlardan biri, aynı zamanda da modern hemşireliğin öncüsüdür. Ama nedense onu kimse bilmez, adı hiçbir yerde geçmez ve adı hiçbir kuruma verilmez.
Şimdi bu şehirde kimler yaşıyor dersek, Makedon, Türk, Arnavut, Ulah, Yunan, Bulgar, Boşnak gibi 34 farklı etnik guruplar bir arada yaşıyormuş. Kent MÖ 4000 yıllarından beri bir yerleşim merkeziymiş. Daha sonra MS I. YY da Romalılar tarafından ele geçirilmiş. Roma imparatorluğu 395 yılında doğu ve batı Roma İmparatorluğu diye ikiye ayrılınca İstanbul’a bağlı olarak Bizans hakimiyetinde kalmış. O gün ki adı Scupji imiş. Daha sonra 1282 yılında Sırp imparatorluğunda olan kent 1392 yılında Yıldırım Beyazıt Hanın fethiyle Osmanlı imparatorluğunun eline geçmiş ve o zaman Türkler bu şehre Üsküp demişler. Ve 500 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan kent Rumeli eyaletine bağlı Üsküp sancağının merkezi olmuş. Ama 1912 Balkan savaşlarında Sırbistan Krallığı tarafından işgal edilmiş. 1. Dünya savaşında sonra da Yugoslavya Krallığının bir parçası olmuş. Kuzey Makedonya sınırları içinde bulunan Üsküp, şu an kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak biliniyor.
Güzel bir akşam yemeği sonrasında nihayet taş köprünün diğer yakasına geçmeğe başlıyoruz. Burası bizim taraf, yani Osmanlı çarşısı. Her şeyi ile bizden. Gün boyunca boğucu sıcaklığın ardından gelen yağmur ve dolu eşliğinde dolaşıyoruz. Sonunda bir çayhaneye sığınıp yağmurun dinmesini bekliyoruz. Yağmur biraz hafifleyince çevredeki tatlıcılara koşup Traliçe ve Bademli kurabiye yiyoruz.
Günün yorgunluğunu üzerimizde taşırken yine taş köprünün üzerine çıkıyoruz. Etraf sokak çalgıcıları ile oldukça neşeli.
Coşkuyla akan Vardar nehrinin kıyısından yürüyerek dönüyoruz otelimize. Burada gezilecek o kadar çok yer var ki. İlk olarak göreceğimiz Murat Paşa camisi. Çok sade bir mimariye sahip olan caminin özelliği Mimar Sinan’ın talebesi olan Mimar Davut Ağa tarafından yapılmış olması. Bu cami Makedonya’nın en eski camisiymiş. Bu sebeple görmeğe değer. Kervansaray kültürü Türklerin en büyük özelliklerinden biridir. Fethettikleri topraklara mutlaka kendi kültürlerini de taşırlar. Ve bu topraklara mutlaka Kervansaraylarını yaparlar. 30 veya 40 km aralıklarla inşa edilen bu kervansaraylar tacirlerin ticaretlerini kolaylaştırmak, yol emniyetini sağlamak için yapılırmış. Kurşunlu Han Kervansarayı da bunun en güzel örneklerinden biri.
Artık günün yorgunluğunu Matka Kalyonu ile sonuçlandırıyoruz. Matka döl yatağı anlamına geliyormuş. Arabalardan indikten sonra 20 dk kadar bir yürüyüşle bizi gezdirecek teknelere ulaşıyoruz. Günün en güzel etabı bu kanyon turu oluyor. İçinde mağaraların bulunduğu kanyonu gezerken oldukça yoruluyoruz ama çevre, tabiat o kadar güzel ki bu yorgunluğa değer diyoruz. Sabahın erken saatlerinde ezan sesi ile uyanıyoruz. Ve erken saatlerde veda ediyoruz bu şehre.
Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o.
Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi o.
Üsküp ki Şar dağında devamıydı Bursa’nın.
Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Yahya Kemal Beyatlı
Üsküp’ü severim çünkü o çok Türk sözünü hatırlayarak ayrılıyoruz Üsküp’ten. Bu şehir ki hala daha durmuyor ezanları. Ve içimdeki o ses, eğer dinmiyorsa bir şehirde ezan sesi, o şehir mutlaka çağırıyordur seni diyor.
Güzin hanım. Aynı turda buraları beraber gezdik. Fakat seyyah gibi gezmeyi ve gözlemlemeyi bu harika yazınızla bir nebze anlamış oldum. Elinize emeğinize sağlık.
Ahmet Terzi