DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Yağmura Özlem / Yavuz Dinç

Her damlanın ayrı bir sesi olduğuna inanırım. Her nesneyle buluşması ayrı bir ses, ayrı bir ahenk. İşte böyle bir ahenkle yağmur, çatıya her vurduğu pıt pıt sesleriyle uyandırırdı beni sabahları. Bazen üzerime yağan bereket sağanağı bazen de o kadar çok hiddetlenirdi ki âdeta masallarda anlatılan efsane yaratıklar gibiydi. Önüne gelen her şeyi yutar, tarumar ederdi. Öyle ki çok arzulamanın coşkusuyla arzulayanı da perişan ederdi.

Çocuktum. Buğday tepeciklerinin üzerine serilen muşambalara bıraktığın sesleri bir şarkı dinler gibi dinlerdim. Şıp şıp… Biraz daha hızlanınca seslerin temposu nasıl da artardı öyle. Kimi zaman taneciklerin birer dolu tanesine döner; evlerin çinko damlarını döverdi. Büyüklerin deyimiyle “fındık büyüklüğündeki” bu dolu taneleri yine büyükleri korkuturdu. İçeride ise meşe ve tezek kokusu karışmış çay sobanın üzerinde demlemeye bırakılırdı. Pencerenin önüne oturur, sana dair hayaller kurardık. Seninle ıslanmaya cesaret edemedim aslında. İşte bundan dolayı pencereden öteye geçmedi hayallerim. Hayallere dalıp giden insanlar olduk. Çayın demine, yağmurun sesine dalıp giderdik. Ne zaman biteceğini ve bıraktığın hoş kokuya ne zaman koşacağımızı hayal ederdik. Nenem bizi görüp başımızı okşayarak “ölmek için doğmuştur ya insan, o yüzden her yağmur sonrası toprak kokusunu sever.” derdi her başımızı okşadığında.

“Tarlada mahsulü dolu vuracak. Aman!” feryadı yerini derin dualara bırakırdı. Biz çocuklar yakaladığımız dolu tanelerini ağzımıza atar; büyüklere göstermeden yutardık. Bizim için dolu doluydu. Mahsulle ilgilenmeyecek kadar küçüktük. Bütün bu seronimlerin ardından, insanı çatlatan sıcaklığın yerini tatlı bir serinliğe bırakırdı. Biz çocuklara hemen ya bir yelek ya da hırka giydirilir; çamura girmememiz tembihlenir; çardak üzerine oturtulurduk. Ve ilk fırsatta çamura gireceğimizi herkes bilirdi. Sonra o fırsatı yakalar, çamura ayaklarımızı banar, çılgınca oynardık ardından da bir sürü azar işitirdik.

Güneş çıkıp da yerdeki çamurlara kıvamını verince, biz de elimizde çamuru yoğura yoğura önce bir küçük masa ardından etrafına sandalyelerini yapardık. Özlem duyduğumuz, sahip olmasını arzu ettiğimiz eşyaları çamurdan yapardık ellerimizle. Artık bizim mutlu ve küçük evlerimiz hazırdı işte. İki adım ötede yapılı duran masaya misafir olur, komşuyu bize çağırırdık. Güneş iyice yükselir, hararetini arttırır, tekrar eski dudak çatlatan sıcaklığına dönerdi. Böylece biz, hayatin bir sofra gibi kurulduğunu ama günü gelince hayallerin orta yerinden ikiye çatlayacağını öğrendik.

Her insan yağmur damlası gibidir; kimisi çamura, kimisi gül yaprağına düşer. Çocukken çamur ile gülün farkı yoktu. Şimdi ise çamur ile gül ayrışmış ve sana ihanetim ortaya çıkmıştı. Ne yapayım ki, artık çamur taneciklerden paçalarımın kirlenmemesi, üzerimdeki kıyafetlerin ütüsünün bozulmaması gerekiyor. Büyümenin bir bedeli var, birliyorsun. Üzgünüm artık o masum çocukluğum bende kalmadı. O masum çılgınlıklar bende yok. O masum sevgiler kalmadı..

Aradan yıllar geçmişti. Ben değişmiştim, mekânlar değişmişti. Evet, sen dışında her şey değişime uğramıştı fakat sen değişmemişsin. Yıkasan kendini unutan bütün değişimleri. Yine hatırlasalar o masum, saf hallerini.

“Ben, mekân ve zamanın dehlizlerinde gezinti” bu kadim üçlü buluştuğunda özlem dayanılmaz sancısıyla yüreği dağılıyordu. İçimdeki bu kora dönüşen yangınla kavrulurken bir anda sesin kulaklarımdaydı. Geleceğini bir tellâl gibi haykırıyordu. Gün ışımış, gökyüzünü sarıp sarmalamıştı telâlların. Seninle yeniden kavuşmak umuduyla çıktım dışarı. Uzunca bir yol yürüdüm sırf bu sebepten. Ama yorulmuş, küsmüş olmalısın ki biraz ara verdin, uğramaz oldun seninle sırlaşdığımız bu yollara. Hayır, sana kırılmadım. Sana hiç kırılmam zaten. Kavurucu yaz sıcaklarında yağarken sevdim en çok da ben seni.

Engin deryaların üzerinden yükselirken uzun soluklu serüvenin ardından gelişini haber veren o nara atışın var ya; işte o narayı duyan kulaklarda sevince, heyecana, korkuya, telaşa ve duaya açılan kapıydı. Ben ise gelişini hisseder hissetmez hemen hazırlığımı yapar sana koşardım. Islanmışın yağmurdan korkusu olmaz düsturuyla koşardım. İnceden inceye başlayıp ahenkli ahenkli yağmaya devam ederken buluşmanın coşkusunu artırırdın. Vuslat gerçekleştiğinde tepeden tırnağa bedenimi sarmalayarak yürümeyi ne kadar çok sevdiğimi de bilirsin! Bana her dokunuşunda halvetin yerini yavaş yavaş iliklerime kadar titreyerek üşüdüğümü de bilirsin. Islatırdı duygularımı benimle hemhal olduğumda. Uğradığın sokaklarda ise adeta sis gelinliğini mekâna giydirir hafif bir rüzgâr fonuyla vals başlardı.

Ey yağmur, beni bağışla ne olur! Kıskançlığımı belki dudaklarında tuhaf bir gülümsemeyle karşılayacaksın ama olsun, yine de ben en güzel benim penceremden usul usul bir ressama ders veren kıvrımlarla süzülürsün. En güzel benim saçlarımın arasında, yarin parmaklarını dolaştırdığı gibi, damlalarının dolaşmasına sevinirdim. Arada bir seninle gelen ayrılmaz ikizin rüzgârın enseme ufak bir şaplak atıp “seni kerata!” dediğini bilirim. Evet, itiraf ediyorum! Yüzümde yürüyen damlalarını küçük bir çocuk gibi içiyorum hala. İçiyorum hala zamanla hatıratlardan yağan anıları doya doya, özlemle..

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 5 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları