DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

 Sandık / Fidan Malik

Büyükannem, üzerinde zambak, kuş, çiçek resimleri ve çeşitli süslemeler olan, rengârenk boyalarla boyanmış sandığını yılda birkaç kez açar, içindekileri havalandırırdı. Sandığın hangi ağaçtan yapıldığını söyleyemem, çünkü hiçbir zaman merak etmemiştik. Doğrusunu söylemek gerekirse, o zamanlar bu bizim için bir anlam ifade etmiyordu. Asıl önemli olan, sandığın kapağındaki, demir kilit yerine asılmış küçük, kırmızı kilidin açılma anı ve içindekilerdi. Sanki bir padişah hazinesinin kapısı açılacakmış gibi, o anı hasret ve hayranlık dolu bakışlarla beklerdik.

Ninem sandığın kenarına bağdaş kurarak oturur, biz de etrafında halka olup sıraya dizilirdik. Başındaki örtünün altından iki tutam düğümlenmiş yazması görünürdü. Baş örtüsünün kenarlarını kulaklarının arkasına geçirir, uçlarını ise arkaya atardı ki, iş yaparken engel olmasın. Baş örtünün kenarından sepet şekilli küpeleri sarkar, boynunda ise her zaman iri boncuklu kehribar kolyesi olurdu. O zamanlar bu kolyeyi süs için taktığını sanırdık. Meğer doğal kehribar olduğu için guatr hastalığına karşı takarmış. Belki de halkımızın gözdesi, eşsiz aktris Nəsibə Zeynalova’yı özellikle sevmemin sebebi, onun “Kaynanam” filmindeki karakterinin büyükanneme çok benzemesidir. Ama büyükannem, o karakterin aksine, çok yumuşak huylu ve nur gibi bir kaynana idi.

Sandık açılır açılmaz, önce naftalinin keskin, ağır kokusuna karşı burnumuzu tutar, yüzümüzü buruştururduk. Hemen ardından ise küçük, kurumuş yavşan demetinin kendine özgü kokusu yayılırdı. Meğer, bunları sandıktakileri böceklerden korumak için koyarmış.

Evet, asıl mesele, naftalin ve yavşan kokusunu içine çekmiş sandığın içindekilerdi. Bu “kokuları” nerede duysam, tıpkı taze pişmiş ekmeğin kokusu gibi, gözüm kapalı tanırım. Belki onlara sadece “koku” demek daha doğru olurdu, ama bırak bu kez “mis gibi koku” olsun. Tıpkı çocukluğun eseri gibi, bebek kokusu gibi, mutluluğun, bayramın, hüznün, yaşlılığın, annenin, toprağın, vatanın kokusu gibi. Aslında dikkatlice dinlersek, yaşadığımız her anın kendine has bir kokusu vardır.

Nerede kalmıştım, içindekiler: birkaç parça kumaş, yeni mutfak havluları, rengârenk tutacaklar, yazmalar, büyükannemin büyük bir sabır ve incelikle ördüğü yün çoraplar, raflara ve yastıkların üzerine sermek için molina ve beyaz ipliklerle işlenmiş tavus kuşu, çiçek ve başka motiflerle süslenmiş el işleri, kırkyama sandalyeler için örtüler, ipek ipliklerle dokunmuş, kuş kadar hafif duvar halıları.

Az kalsın unutuyordum… Sandığın üzerini de kırkyama bir örtü süslerdi. Ninem oturur oturmaz önce onu silkeler, dikkatle üzerinden alırdı. O zamanlar bizim için sadece bir örtüydü. Ama yıllar geçtikçe anladım ki, bütün bunların her biri el emeği, göz nuru ile yoğrulmuş insan emeğinin meyvesiydi.

Bunlar sandığın değişmeyen, daimi sakinleriydi. Büyükannem onları çıkarır, adeta yavrularını okşar gibi sevgiyle elden geçirir, sonra da özenle tekrar yerine yerleştirirdi. Biz ise her defasında sanki ilk kez görüyormuşuz gibi hayranlıkla bakar, sandığın içine eğilip:

– Babaanne, bu benim olsun, bu da benim olsun, — diyerek, o yaşta aslında bize hiç lazım olmayan bu hazineyi paylaşmak için aramızda tartışırdık. O ise gülümseyerek, “Büyüyünce, hepsi sizin olacak,” derdi.

Büyüdük, unuttuk: hem sandığı, hem içindekileri… Yeni, modaya uygun havlular aldık, örtüler serdik, gelin bohçasının ayrılmaz süsü olan “kumaş parçalarını” unuttuk. Hazır kıyafetler sipariş ettik. Ama ne ninemin kokusunu, ne de sandığın o eşsiz kokusunu unutabildik.

İşte bu yüzden, nerede bir sandık, hatta sadece bir resmi bile görsem, gözlerimi kapatır, o günlere doğru bir yolculuğa çıkarım. Her ikisinin kokusunu ta derinlerime kadar içime çeker, yüzümde biraz hüzünlü ama tatlı bir çocuk tebessümüyle gözlerimi yeniden açarım.

O dönemin sadece gerekli eşyası olan sandıklar, günümüzde oyma işlemeli ya da rengârenk tasarımlarla lüks bir iç mekan parçasına dönüşmüş durumda. İmkanımız olduğunda hayranlıkla onları alıyor, evimizin bir köşesini süslüyoruz. Kimimiz moda, kimimiz ise sağlık adına, bu günün yiyecekleri ve eşyaları yerine o dönemin modasına özeniyoruz. Aslında biz, yolunu kaybetmiş bir çocuk gibi, kendimize, köklerimize dönmek istiyoruz. Dilimizi, folklorumuzu yeniden öğrenmeye, tarihimizi sayfalamaya ihtiyaç duyuyoruz.

Bugün en ünlü moda tasarımcıları koleksiyonlarını süsleyen, bir zamanlar ise ninelerimizin günlük ve bayramlık giysilerinin kumaşlarını oluşturan atlas, saten, tafta, kadife, keten, krep ve benzeri kumaşlara tercih veriyor, kelagai baş örtülerini zarif bir el işi olarak hediye olarak sunuyoruz. Sağlığımıza dikkat ettiğimiz için geleneksel köy yaşamının ve halk mutfağının ayrılmaz bir parçası olan balatıyla yapılmış ekmekleri alıyor ya da kendimiz pişiriyoruz. Yeniden saksı kaplara öncelik veriyoruz. Bir zamanlar evlerin çatısını süsleyen kırmızı seramik kaplamaları, yeni tasarımla restore etmeye çalışıyoruz.

Demek ki, yıllar önce büyüklerimiz, diplomalı ya da diplomasız en iyi mühendis, mimar, doktor, aşçı, tasarımcı, modacı, edebiyatçı, tarihçi, meteorolog ve benzeri meslek sahipleri olarak asil bir şekilde lüksü, sağlıklı yaşam tarzını, adabı, bilimi, kültürü yaşamış ve bizlere miras bırakmışlar.

Her yeniliğin bir kökten geldiğini unutmadan, yeniliklerle yaklaşmak her zaman önemlidir, gereklidir. Yeniliklerle sağlıklı bir şekilde ilerleyebilmek için zaman zaman yenilenmeli, toprağa serilen tohumlar gibi yeniden filizlenmeliyiz. Kim bilir, belki de gelecek bahara kadar biz de birer fidanlara dönüşe biliriz.

Azerbaycan Türkçesi’nden Çeviren: Fidan Malik

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 9 eseri bulunmaktadır.