DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Lâl Halka  / Vagıf Sultanlı

  Ülke, bu köyden başlıyor, bütün yollar burda kesişiyordu. Köyün adı gazete sayfalarından eksik olmuyor, sıradışı yükselişten, gelişimden söz açıldığında yalnız ondan bahsediliyor, köy ülkeye örnek gösteriliyordu.

Ülke ahalisinin ekseriyeti bu köyü uzaktan uzağa bile görmemiş, sadece hakkında yazılanları okumuş yahut birilerinden duyup öğrenmişti. Ancak kime sorulsa köy hakkında dillerde dolaşan efsanelerden heyecanla ve hararetle bahsediyor ve bu sohbetler kulaktan kulağa, dilden dile dolaşarak biraz daha artıyor, yeni yeni efsanelerin uydurulmasına sebep oluyordu.

Aslında, bu köyden bahsetmek bir nev’i moda olmuştu. İki üç kişi bir araya geldi mi sohbetin konusu da ister istemez köye gelirdi. Ve köy sohbeti başlar başlamaz herkesin içi tatlı bir heyecanla dolar, insanlar birbirlerine fırsat vermeden köyün sırlarını, acayipliklerini, gizli kapaklı şeylerini, sıradışılıklarını sayıp dökerlerdi ortaya.

Köyün bu renkli hayatı, farklılığı hakkında radyo ve televizyonlarda peş peşe yapılan yayınlar yabancı turistleri de buraya çekiyordu. Ülkeye adım atar atmaz herkes ilk önce bu köye gitmeye can atıyor, efsaneye çevrilen bu sıradışı gelişmeyi yerinde ve gözleriyle görüp canlı şahidi olmak istiyorlardı. Aynı zamanda ülke dışına çıkan her vatandaş içinse bu köy bir gurur ve iftihar kaynağı idi.

Ancak köy boşalmıştı, sokaklarda tek bir insan bile göze çarpmıyordu.

Resmî çevrelerde bu köyden çıkan insanlara bilhassa ihtimam gösteriliyor, en yüksek makamlara getiriliyor, onların ari ırktan, necip bir soydan olduğu kanaati zihinlere yerleştiriliyordu. Ancak bu köyden birilerinin çıktığına dair hiç kimse bir şey bilmiyordu; her şey tuhaf, anlaşılmaz bir sır perdesine bürünmüştü. Ve en garibi de, bu köyden kimlerin çıktığı meselesinin çözülmesinin bile müşkül olmasıydı. Çünkü köy boşalmıştı, burada ne zamandan beri insan yaşamadığını tasavvur etmek bile mümkün değildi.

Ülkedeki her bir vatandaş bu köyle bir akrabalık bağı kurmayı kendisinin en büyük arzusu addediyordu. Ancak bu o kadar muhayyel bir arzuydu ki, birçoğu bu konuda düşünmeyi bile hayal edemiyordu. Şehirde düğün dernekten evvel gelinle damadın araba konvoyu ile müzik eşliğinde köyün sokaklarından geçirilmesi âdet haline gelmişti. Ancak bu saadet, aile kuran herkese nasip olmuyordu, çünkü bunun için üst düzey devlet organlarından resmî ve yazılı izin almak gerekiyordu.

Köy hakkında övgüden başka sözler söylemeye, onunla ilgili konuşanlara azıcık da olsa bile şüpheyle bakmaya, inanmamaya, fikir ayrılığına düşürebilecek tartışmalara yol açmaya hiç kimse cüret edemezdi. Ülkede herkes, denilenlere, yazılanlara inanmaya mahkumdu. Ancak hiç kimse bunun zerre kadar olsun farkında değildi.

Bazen köy hakkında fısıltıyla konuşulurdu. Ancak sohbetin niçin fısıltıyla olduğunu ve neler fısıldandığını kimse anlamazdı. Belli olan yalnız, insanların fısıltıyla da olsa söyleyeceklerini açıkça değil, ürkek bakışlarla etraflarını kontrol edip kimseciklerin olmadığına kesin kanaat getirdikten söylemeleriydi. Bu fısıltıları hiç kimse duymasa da çok geçmeden bu insanların ortadan yok oldukları haberi yayılıyordu.

Uzun yıllardan beri insansız olmasına rağmen köye giden otobüslerin hareket saatlerinde hiçbir değişiklik olmamıştı, otobüsler her gün muntazaman çalışıyorlardı. Köy otobüsünde sürekli çalıştırılmak için özel eğitim almış tecrübeli sürücü de istihdam edilmişti. Saçları vaktinden evvel kırlaşmış orta yaşlı, özel giyimli bu sürücü, içerisinde kimsenin olmadığı son model otobüsle her gün tarifeye uygun olarak şehir merkezi ile köy arasında gidip geliyor, yol boyunca belirli aralıklarla konulmuş duraklarda durup acele etmeden, olmayan yolcuların inip binmesini bekliyor, bu minval üzere yoluna devam ediyordu. Köye vardıktan sonra ise, kulübün karşısındaki geniş meydanda durarak şehir merkezine gidecek yolcuları bekliyordu. Bekleme süresi biter bitmez sürücü, köyün içerilerine doğru uzanan yola yöneliyor, kimsenin gelmediğinden emin olduktan sonra tekrar geri dönüyordu. Her şey bu minvalde devam ediyordu.

Sürücü uzun yıllardır bu otobüste çalışıyordu. Her gün tam zamanında işe gelerek otobüsü sefere çıkarıyor, hava kararıncaya, ortalıktan el ayak çekilinceye kadar çalışıyordu. Bu otobüste ondan başka kimsenin çalışmasına itibar edilmediğinden şimdiye kadar fasılasız çalışmıştı. Ancak sürücü lâl idi, şimdiye kadar onun bir tek söz bile konuştuğunu duyan, gören olmamıştı.

Köyün merkezindeki kulübün karşısındaki özenle boyanmış duvara posta kutusu sabitlenmişti. Postacı günde iki defa, bir sabah bir de akşam, gelip posta kutusunu açarak içerisinde mektup olup olmadığını kontrol ediyordu. Ancak o, çalıştığı bunca yıldır kutuya atılmış bir tek mektuba bile rastlamamıştı. Çünkü köy bomboştu, burada mektup yazacak yahut cevap bekleyecek kimse yoktu. Bununla beraber postacı yorulmak, usanmak nedir bilmeden şevkle, vazife şuuruyla işini yapıyordu.

Posta kutusunun hemen yanında dünyanın her yerine arama yapılabilen bir telefon kulübesi de konulmuştu. Bu kulübe, telefon idaresi tarafından her gün düzenli olarak kontrol ediliyor, arıza olup olmadığına bakılıyor ve bu iş gayet ciddi bir şekilde yapılıyordu.

Köydeki okulun şöhreti bütün dünyaya yayılmıştı. İki katlı, ülkenin mimarlar heyetinin ortak projesine uygun şekilde beyaz mermerden inşa edilmiş okulun sınıfları değerli ağaçlardan yapılmış masa ve sıralarla, en modern ders araç gereçleriyle donatılmıştı. Okulun çiçeklerle ihata olunmuş geniş bahçesi, futbol sahası, yüzme havuzu vardı. Her yıl bu eğitim yuvasından mezun olanların dünyanın en nüfuzlu üniversitelerine kabul edildiği şeklinde haberler yayılıyordu ancak okulda hiç ama hiç öğrenci yoktu, çünkü köy boşalmıştı, burada insan yaşamıyordu. Binanın okul olduğunu gösteren tek şey dersin başlamasını ve teneffüsleri haber veren, boşluğa, kimsesizliğe çalan zillerdi.

Köyün geceleri o kadar büyüleyiciydi ki, duyanları, bilenleri hayrete düşürürdü. Geceleri, sokaklar boyunca sıralanmış direklerde süslü elektrik lambaları yandırılıyor, her taraf süt beyazı bir aydınlığa gark oluyordu. Evlerin balkonlarından, pencerelerinden süzülüp gelen ışık seli içeride hayat olduğu, insan yaşadığı tasavvuru meydana getiriyordu.

Ancak köy boşalmıştı, burada bir tek insan bile yaşamıyordu.

Ülkenin tarihinde özel bir yeri olan köy haritada farklı renkle boyanmıştı. Her yıl yapılan istatistiklerde bütün ahalinin, doğan çocukların, öğrencilerin sayıları, köyün iktisadi bilançosu yer alıyordu. Bu bilgilerin doğruluğuna, düzenliliğine herkes inanıyordu ve zaten hiç kimsenin şüphe etmeye hakkı hukuku yoktu.

Her yıl güz sonlarında şehir merkezinde yapılan hasat bayramında köy özel programla temsil olunuyor, burada yetiştirilen çeşit çeşit meyve ve sebzeler özenle ve şevkle sergileniyor, tanıtılıyordu. Hasat bayramına hasredilmiş tantanalı toplantılarda ananevi olarak verilen geçici başarı bayrakları oy birliğiyle bu köye takdim olunuyor, onun dünyayı saran şöhretine yeni yeni sayfalar ilave ediliyordu.

Şehrin merkezî kütüphanesinde köy hakkında dünyanın değişik dillerinde yazılmış kitapların, yetenekli ressamların yaptığı tabloların, çeşitli el sanatları örneklerinin yıl boyunca sergisi oluyordu. Sayısız sanat eserinin sergilendiği bu kütüphane her gün çeşitli meslek sahiplerinin, öğrencilerin, anaokulu çocuklarının ziyaretine sahne oluyordu. Bütün bunlar köy hakkında insanların zihnindeki tasavvuru daha da olgunlaştırmak içindi.

Ancak köy bomboştu, burada hiç kimse yaşamıyordu.

Köyün şöhreti şarkılara, türkülere de konu olmuştu. Onun hakkında yüzlerce, binlerce musıki eseri bestelenmiş, ozanların düzüp koştukları destanlar dillerden düşmez olmuştu. Ülkenin en ücra yerlerinde bile düğünlerde, şenliklerde en çok istek köy hakkında yazılmış olan türkülerin, şarkıların, destanların söylenmesiydi. Köye hasredilmiş türkülerin sayısı o kadar çoktu ki, onları hatırda tutmak mümkün olmadığından bunlar kitap halinde yayınlanmış ve ayrıca ses kayıtları da yapılmıştı.

Yaz sonlarına doğru, hasat mevsiminin en hararetli zamanlarında kültür merkezinin karşısındaki ahşap ilan tahtasına, duvarlara çalışanların istirahatlerini temin etmek maksadıyla konserlerin yapılacağı, tiyatro gruplarının geleceğini bildiren afişler asılıyordu. Afişlerde faaliyetlerin köy sakinlerinin isteğiyle yapıldığı bilhassa belirtiliyordu.

Konser veya tiyatronun başlamasına bir saat kala köyün merkezindeki yeni tamir edilmiş kültür merkezinin geniş, avizeli salonunun kapıları seyircilere ardına kadar açılıyordu. Ülkenin en meşhur ses sanatçıları, komedyenleri hevesle köye gelir, bu efsanevi köyün kültür merkezinde sahneye çıkmaktan gurur duyarlardı. Cumartesi ve pazar günleri ise kültür merkezinin salonunda yeni filmler gösterilirdi.

Ancak salonda kimse olmazdı, çünkü köy boşalmıştı, burada bir tek insan bile yaşamıyordu.

Köyün, meleklerin meskeni olduğuna dair sırlı, sihirli efsaneler gezip dolaşmaktaydı. Her hangi sebepten olursa olsun buraya yolu düşenler evlerin çatılarında, kapı kollarında, yollarda, gözlerine takılan her şeyde meleklerin izlerini ararlardı. Geceleri köyün üstünde meleklerin sessiz sessiz uçtukları, evlerde uyuyan bebeklere ninni söyledikleri hakkında türlü çeşitli rivayetler anlatılırdı.

Köyün doğu tarafından küçük bir çay akıyordu. Çay boyunca sıralanan söğüt ağaçlarının dalları suya sallanarak etrafa tuhaf bir güzellik veriyordu. Köyün eteğine doğru gittikçe çayın yatağı göl gibi genişliyordu. Burası yaz aylarında köy sakinlerinin dinlenmesi için ayrılmıştı. Çayın her iki sahili denizden getirilmiş ince kumla örtülmüş, insanların burada yüzmesi ve güneşlenmesi için imkân oluşturulmuştu.

Köyde yalnız insan değil, köpek, kedi yahut kuş gölgesi bile göze çarpmıyordu. İnsan eli ayağı kesildikten sonra hayvanlar ve kuşlar da kayıplara karışmışlardı. Ancak bu kesinlikle hissedilmiyordu. Aksine ülkenin her tarafında bu köye mahsus köpekler, kediler, atlar, eşekler hakkında konuşuluyordu. Bu köyün hayvanları diğer yerlerin insanlarından daha çok saygı görüyorlardı. Onlar diyar diyar aranır, bulunur ve en pahalı kıymetlere alınıp satılırdı.

Köyün en büyüleyici zamanları bahar aylarına tesadüf ederdi. Nevruzun gelişiyle kış uykusundan uyanan toprak etrafa yılın hiçbir mevsiminde görülmeyen efsanevi bir güzellik yayardı. İki hafta ara vermeden ince ince yağan ilkbahar yağmurları kıra, bayıra yeşil halı döşer, ağaçlar rengârenk çiçekler açar, bahçelerde gül gülü, bülbül bülbülü çağırırdı. Yazın ortalarına doğru birbirinin ardınca bağlarda, bahçelerde yetişen meyvelerin tadı, kokusu köyü kaplardı.

Ancak kimse bu kokuyla kendinden geçmez, ağaçların meyvesini toplayıp yemeyi hayaline bile getirmezdi. Meyveler ağaçta yetişir, dallarında kuruyup kalır ya da toprağa dökülürdü.

Çünkü köy boşalmıştı, burada hiç kimsecikler yaşamıyordu.

Köyden biraz uzakta, çayın kenarı boyunca mezarlık uzanıyordu. İçerisindeki gümüşî kubbeli eski türbe mukaddes sayıldığından mezarlık bir zamanlar uzak ve yakın diyarlardan muhtelif niyetlerle buraya gelenlerin ziyaret yeri olmuştu. Mezarlığın etrafını kuşatan demir parmaklıklar her mevsimde siyah boya ile boyandığı, yolu tamir edilerek işler hale getirildiği için burada zaman zaman defin yapıldığı tasavvuru oluşturuluyordu. Ancak uzun yıllar var ki bu mezarlığa hiç defin olmamıştı.

Çünkü köy boşalmıştı, burada kimsecikler yoktu.

 

22.03.2013, Aşkabad

Türkiye Türkçe’sine aktaran Hayri Ataş

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 7 eseri bulunmaktadır.