DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Miras – Gülçin Yağmur Akbulut

                                                

Bu defa da olmadı ama er ya da geç kıracaktım evinin camlarını. Bütün meyve ağaçlarını tarumar edip sonra da çamaşır suyu dökecektim ağaçların köklerine. Hatta olmaz ya bir gün yakalayabilirsem, kafasına atacaktım elime geçirdiğim iri taşları. Kafasından süzülen kanları zevkle izleyecektim.  Hoş, o hiç sokağa çıkmazdı ya… En fazla lüks otomobiliyle gidip işini halleder sonra da geri dönerdi altın kaplama köşküne…

Her şeyi anladım da hiç mi canı sıkılmazdı bu huysuz ihtiyarın, kimseyle konuşmaz, çarşıya pazara gitmezdi. Asık suratını gören cin çarpmışa dönerdi. Bir de cimriydi ki sormayın. Geçen gün mahalledeki arkadaşlarla birkaç elma aşıralım, dedik; bize yapmadığını bırakmadı. Polis amcaları bile başımıza dikti. Aksi mi aksi, dik kafalı işte! Ne olacak?

Şubat bitmişti. Baharın ilk haftasını da geride bırakmıştık.  Havalar bir türlü ısınmak bilmiyordu. Bu gece başka bir soğuk vardı sanki.  Üstüme örtündüğüm battaniye, titreyen bedenimi ısıtmaya yetmiyordu. Hele odanın tam ortasına çatıdan damlayan yağmur suyu yok mu? Uykumu dilim dilim diliyordu. Of, bir de acıktım ki içim kıyılıyordu! Neyse ki sabaha az kalmıştı. Patronum biraz sert olsa da merhametli bir insandı. Sabahları tamirhanede yaptığı kahvaltıya ben olmadan oturmazdı. Daha on üç yaşındaydım ama ustamdan birçok şey öğrenmiştim. Ufak tefek arızaları kendi başıma onarabiliyordum. Şu haylazlığım olmasa iyi bir araba tamircisi olacağımı söylüyordu Hayrettin usta.

Kasabanın huysuz ihtiyarı Ramazan dede camın kenarında oturmuş, belli ki çok uzaklara gitmişti yine yüreğiyle.  Onun bu halini gören emektar bahçıvan acı acı yutkundu boğazındaki kelimeleri. Belli ki hiç görmediği torunu Çınar’ı düşünüyordu Ramazan dede. Rüyalarında sık sık Çınar’ı sayıklamasa bahçıvan Reşat usta da anlamlandıramazdı sürekli uzaklara dalış sebebini. Çınar on beş yaşına gelmesine rağmen bir defa bile ziyarete gelmemişti dedesini.  Kızının vefasızlığı bir yana, bir tanecik torununu görmeden ölürse Ramazan dedenin gözleri açık giderdi. Çoğu zaman gizli gizli ağlardı, lakin kimselere anlatmazdı içinde kopan fırtınaları. Sert görünümünün altında aslında yumuşacık ve sevgiye muhtaç bir kalp taşıyordu huysuz Ramazan dede.

Yine bir Pazar günüydü ve ben çok mutluydum. Çalışmadığım tek gündü pazar. Kasabanın çocuklarıyla toplanır bazen dereye balık tutmaya, bazen de toprak sahada futbol oynamaya giderdik. Küçüklüğümden beri uçurtma uçurmayı çok seviyordum. Göklere süzülen uçurtmanın kanatlarına takılıp kuşlarla beraber uçtuğumu hissederdim. Karar vermiştik, bu hafta sonu ne balık tutmaya gidecek, ne de futbol oynayacaktık. Önce uçurtmalarımızı yapacak, sonra da gökyüzünün derinliklerine doğru kulaç atacaktık.

Sabah erkenden kasabanın meydanında toplandık.  Kiminin elinde annesinin yaptığı poğaçalar kiminin de uçurtma yapmak için çıta, makas, tutkal, naylon poşet… O kadar heyecanlıydım ki kalbim göğsüme sığmıyordu.  Bulutlara bakıp onlara dokunacağımı düşünüp heyecanlanıyordum.

Çıtaların eksik olduğunu fark ettik. Şeytan bu ya, yine dürttü beni. Bizim huysuz ihtiyarın bahçesinde, onun güllerini çevreleyen bir sürü çıta görmüştüm. Birkaç tanesini biz alsak, ne olacak ki, diye düşündüm. Açıkçası onun malzemelerine zarar vermek ayrıca mutlu edecekti beni. Duvardan atlayarak içeriye girdik. Kucak dolusu armut topladık; ardından da on, belki on beş kadar çıtayı alıp duvardan atlayacaktık ki başımızdan aşağı bir kova soğuk su döküldü. Bir yandan bağırıp çağırıyor, bir yandan da bahçesinde çalışan bahçıvana sesleniyordu huysuz ihtiyar. Kaçayım derken çitlere takıldım. Kucağımdaki armutlar yerlere saçıldı. Gürkan’da korkudan çıtaları bırakmış koluma girerek beni kaldırmaya çalışıyordu. Bahçıvan gelmeden düşe kalka duvardan atlayıp kaçmayı başardık.

Dizlerim parçalanmış üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Öfkeden ne yapacağımı bilmiyordum. Uçurtmayla ilgili kurduğum bütün hayaller, yerini sönmüş yıldızlara bırakmıştı. Evlerimize dağıldık.  Annemi kaybettiğimden beri ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Oysa üç sene önce annemi çalıştığı atölyenin yangınında kaybettiğim gün, bir daha ağlamayacağıma söz vermiştim kendi kendime.

Bütün gece gözümü kırpmamıştım. Huysuz ihtiyara karşı nefret doluydum. Kararımı vermiştim. Sabah erkenden kalkacak huysuz ihtiyarın köşküne gidecektim. Bahçesinin içinde bulunan garaj kapısının kilidini kıracak, arabasının lastiklerini patlatacak, kaportasını çizecektim. Böylece az da olsa yüreğime soğuk sular serpilecekti.

Sabah erkenden hızlı hızlı kapının çalındığını duydum. Korkmadım, desem yalan olur. Telaşla toparlanıp kapıya doğru yöneldim.

“Aç kapıyı oğlum ben muhtar amcan.” 

Kapıyı açtım, ter alnımdan boşalıyor. Bu saatte muhtar amca evime geldiğine göre kötü bir şeyler olmalıydı. Hiç sormadan içeriye giren muhtar amca ”Çabuk hazırlan. Üstüne çeki düzen ver.  Veraset işlemleri için Kaymakamlığa gideceğiz. “ dedi. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken bir taraftan da gömleğimi ve süveterimi giydim

Nihayet kaymakamlığa gelmiştik. Yazılarla dolu bir sürü kâğıt imzaladım. Muhtar amca yanımdaydı ya, korkmuyordum. O, benim başıma kötü bir şeylerin gelmesini istemezdi çünkü. Sonra gayet iyi giyimli mürekkep yalamış bir abi kolumdan tutarak “Bak oğlum başına talih kuşu kondu. Hayırlı olsun. Umarım yeni hayatın çektiğin bütün acıları unutturur sana!” dedi.  Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.

Sanki gökyüzündeki bütün kara bulutlar dağılmış; mavi, masmavi bir hayalin içinde, bembeyaz bulutların üstünde, yuvarlanıyorum. 

Kendimi yokladım. Şaşkın olduğum kadar da acılıydım. Meğer benim huysuz ihtiyar, dün gece yarısına doğru vefat etmiş ve bütün mal varlığını bana bırakmış.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 17 eseri bulunmaktadır.