İstanbul / Nuhan Nebi Çam
İstanbul’u sevmek imandan olmalı…
Sonbaharın son günleri. Soğuklar, hırçın lodos, çığlıklarıyla martılar… Sararmış, balçığa dönmüş toprağa düşmüş, ıslanmış ve sonra çürümüş yapraklar kokuyor kent.
Camlarımdan ovalar, vadiler ve art arda dizili tepeler boyu uzanan İstanbul’u görüyorum. Kara taş döşeli sokaklarında bol tüylü kürküne sarılmış bir beyzade yürüyor. At arabacı tahta köprüden hızla geçmek için kırbacını hayvanların sağrısında şaklatıyor. Buharlı gemiler, kadırgalar, filikalar geçiyor Boğazdan… Kaptan-ı Derya Topkapı’da, sarayın camında bu geçişi izleyen sultanı selamlıyor. Gözlerimi kapatınca hafızamdan bin yılların İstanbul’u geçiyor… Küçük Rumlar Aya İrini Kilisesi’nde Pazar ayininden çıkıyor. Yedi tepenin yedisinden de mavi göğe şehrin silüetleri yükseliyor.
Haydarpaşa Rıhtımı’nda bir gemi son yolcusunu bekliyor. Eldivenleri takılı ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışıyor bu gemi… Atkısını iyice sarmıştır boğazına, gözleri-sadece gözleri- görünüyor… Şehir yağmurlar, soğuklar altındadır.
Artık şehir boynunu biraz daha içine çekmiştir. Parkasının yakası kalkık. Elleri bazen ceplerinde; onları bazı anlar birbirine sürtüyor, avuçlarına sıcak nefesini doldurmaya çalışıyor. Şehir titriyor, üşüyor… Kollarını bir arkadaş sıcaklığında omzuma atıyor. Dostça, sımsıcak tavırlarla beni sarıyor. Şehrin sesi yeni yetişen bir delikanlınınki gibi; gür, kaba ve eğitimsiz çıkıyor. Bütün soğukluğu ve üşümesi bedenimi kaplıyor. Hıçkıran ve inleyen bir şehir duruyor karşımda. Bütün çocuklarına: Gemilerine, trenlerine, mezar taşlarına, devasa minarelerine, gökdelenlerine ve insanlarına merhametle bakıyor. Titreyen sadece o rıhtımdaki gemi değil; adeta dişleri birbirine çarpan şehir, İstanbul’dur. Tek, çocukları üşümesin.
Çantamı, gocuğumu, eldivenlerimi ve beremi odamın köşelerine fırlatıyorum. Bu şehri terk etmemeliyim. Güneye gitmek mi? Ne münasebet. Aşkın aşığını bıraktığı nerde görülmüş. Bu düşünceler, gitmek, kaçmak gibi fikirler kafamda dört dönse bile İstanbul’un beni bırakmayacağını düşünüyorum.
Bir Bizans artığı mı bu şehir; yoksa Osmanlı’nın nakış nakış işlediği, en donanımlı lalaların elinde yetiştirdiği ve en soylu atlarına bindirdiği şehzadesi mi? Bu şehir Bizans artığı, bir kılıç artığı değil. Biz burayı kutsal belde haline dönüştürdük… Aşk burcumuzu, gönül ehramlarımızı buranın kalbine diktik… Bütün seferlere İstanbul’dan başladık ve bütün fetihlerimizi bu şehrin sokaklarında bir karnaval havasında kutladık… Ciğerim. Cığerimi kim koparabilir? Sezai Karakoç’un savaş atlısıdır bu şehir. Benim süvarimdir… Yeniçerimdir. Ben senden vazgeçmem şehir. Beni, Unkapanı Köprüsü’nün altında, o Haliç’e çakılı kazıkların arasında bir başıma, göz yaşlarımla baş başa bıraksan da ben seni asla bırakmam şehir… Sen beni salmayı, Anadolu’ya, taşraya göndermeyi düşünebilirsin. Ben seni bırakmam şehir. Şehir! Binlerce küfür dolanıyor dilime. Ben seni bırakmam. Soğukta gıcırtılarını duyuyorum, dişlerimin. Onları öyle sıkıyorum ki, çenem sanki kilitlenecek ve öyle kalacak gibi. Kavgalarımızın ve barışlarımızın, dostluklarımızın, bizim; atalarımızın emaneti şehir.
Bir sonbahar yavaşça çekiliyor. Zemheridir kapıda duran. Biz üşüyorduk. Sahilde şehir nöbetindeydik. İstanbul’u bizden kimse alamayacaktı. Bizi bu kentten hiç kimse koparamayacaktı. Buna şehrin kendi gücü bile yetmeyecekti…
Şehir titriyor, ben titriyorum…
Mükemmel bir İstanbul şıiri.. İstanbul ecdad şehir kadim şehir güzel şehir.. İstanbul Kuranın yazıldığı şehir mübarek şehir..sen baş tacizin Türkiyemin akısın.. Biz okurlara İstanbulu hatirlattiğiniz için tesekkur ederiz sagolunuz varolunuz..