DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Ana Kokusu Itır Kokusu / Hatice Kösecik

“Bacaklarını kıracak teneke sobada yakacağım senin. O çarpık çırpık sopa bacakların var ya, çıtır çıtır ederken zevkten dört köşe olacağım ben. Hangi delikte olursan ol bulacağım seni. Neredesin kız sümüklü, neredesin? Çık ortaya da yorma beni, yoksa sana edeceğimi bilirim ben.”

Kalafatın parmak kıranı, Deli Zeyno çıldırmıştı sanki, kabına sığamayan nehir misali. Kızgınlığı da fazla sevinci de. Bir ortası olmazdı bu deli kadının. Köy yerinde herkes ondan korkar, çekinirdi. Bulaşacak insan arardı o zaman zaman. Kendini eğlendirecek bir zavallı. Eğer bulursa da uzun süre bırakmazdı yakasını, ta ki zevkten dört köşe oluncaya dek. İnsanın acı çekmesinden hoşlanırdı bu vicdanı olmayan, merhamet yoksunu acuze…

İyice sindi ahırın en kuytu köşesinde Gülsüm. Annesinin canı babasının bir tanesiydi o beş ay öncesine kadar. Zavallı yavrucak tam beş ay olmuştu bu azap yuvasına gelin geleli. Tam tamına beş koca aydır bu deli kadından çekiyordu Gülsüm çocuk. Gündüzleri dayak yiyor, akşamları da ağanın odasına koyuyorlardı onu, yaralarına merhem sürüp, kokulara bulayarak…

Beş ay öncesiydi, köyün yarım saat yürüme mesafesindeki okula gitmek için evden çıkmıştı mutlu huzurlu. Öğretmen olacaktı, çok seviyordu okulu da okumayı da. Kapıda ağanın arabasını görünce içi cız etmişti ama böylesi de aklına gelmemişti. Daha on dördüne yeni basmış, henüz vücudu genç kızlığa adım atmaya hazırlanırken büyüme sancıları hafif hafif baş göstermişti. Evinin nazlısı, ailenin tek evladıydı. Başka goncaları olmamış olan anne babasının umuduydu o. Öğretmen olacak şehire gideceklerdi, kurtaracaktı onları bu çilekeş hayatlarından. Her gece hayal kurarlar, o hayalin tatlı esintisiyle uykuya dalarken huzur dolardı bu sevimli aile yuvası…

O güne kadardı huzurları, ağanın arabası kapıya dayanıncaya kadar. Meğer borç yaptırmış Rüstem Ağa babasına ve de faize bulaştırmış, bulaştırmış ki köyün diğer fertleri gibi ödeyemesin borcunu, hep ezik kalsın bir tarafları. Baba Osman çok bile dayanmıştı ağanın yaptıklarına ama buraya kadarmış demek ki. Hastalanmış, çalışamamıştı uzun bir süre. Buna rağmen evlerinde mutlulardı Gülsümler. Elbette her gecenin bir sabahı vardır diyerekten sabrediyorlardı, her halleriyle dua ediyorlardı onlar. Ne olduysa o gün olmuştu, ağanın adamı borcunu istemeye gelmiş, birikmiş borcu tabi ki verememişti ailesi. Tam da evden çıkarkendi, görmüştü arabanın içinden Rüstem Ağa, kocaman adam, okula  gidiyorken çocuk Gülsüm’ü… Gözüne de kestirmişti hani, körpecik güzel yavruyu. Üç hanım almıştı yirmi yılda, hiç biri de çocuk verememişti Ağa’ya. Köy halkı bu da kısır çıktı diye hanımağaları konuşmaktaydı köy kahvelerinde. Köyün dilindeydi ağa bilirdi bunu, içinde sızı kalmıştı evlat sevgisi. Bu günlerde yeni eş ararken önüne çıkmıştı çocuk Gülsüm, okul önlüğüyle hem de. Verememişti babası borcunu yine, borcuna karşılık olarak istemişti kızlarını onlardan. “Olamaz, ölsem de vermem.” demişti Emine Kadın, ama boşuna çabalamıştı işte. Ağanın eli bükülemezdi, hele hele Rüstem Ağanın. Kafasına koydu mu yapardı. Rüstem, alacaktı Gülsüm kızı. Ve de başardı işte, on dördüne yeni basan Gülsüm gelin olmuştu on beş kısacık gün içinde. Ağlayarak, yalvararak, canı içinden can çıkarak. Köyde çocuk gelinlere bir yenisi eklenmişti, yere göğe sığmayan afacan Gülsüm, gelin oluvermişti on dördünde ay parçası çocuk gelin… Kanayan ve de kanatan yara, çocuktan gelin…

İçi cız etmişti Gülsüm’ün arabayı görünce, annesinin ıtır dolu bahçesinde. Okuldan gelince ve de giderken sevdiği kokladığı ıtır çiçekleri haber vermişti Gülsüm’e sanki. Akşama kadar içi yanmış, göğsü sıkışmıştı okulda. Yüzü gözü kızarmış, kulakları yanmıştı hep. Kendini konuştuklarını anlamıştı birilerinin fakat gelin olacağı aklına gelmemişti. Okuyacaktı o çünkü. Bütün köy halkı bilirdi ondaki sevdayı, bilirdi ve de desteklerdi. Eli kalem tutacaktı, öğrencileri olacaktı, anne babasını mutlu edecekti o…

Çok çabuk geçen bir on beş gün. Itır kokan, vuslat kokan on beş kısacık gün. Okuldan alınan Gülsüm, hala daha inanamayan, okula kavuşmayı bekleyen, ıtırın dibinde onun o muhteşem kokusuyla kendinden geçen Gülsüm… Her gün, evden gidene değin ıtırla konuşan, geri geleceğini rüyada olduğunu söyleyen çocuk gelin. Gündüz ıtır gece ıtır,  yemeden içmeden kesilen zavallı çocuk. Hep karşı çıktığı töreye boyun eğmek zorunda kalan bir küçük çocuk. Öyle ki ıtır kokusu her yanını sarmış onunla hemhal olmuştu adeta. Çiçek anlamıştı çocuğu, bütünleşmişti onlar, hüzünle karışık bir kokuydu artık ıtır o bahçede…

“Hani izin vermezdin can annem? Hani bana kıymazdın sen? Öyle demiştin bana; “Ölümü çiğnerler seni öyle alırlar.” demiştin. Bu kadar da zayıf mıydın annem, çocuğuna sahip çıkamayacak kadar? Ağanın eline bırakıverdiniz beni sessizce, çaresizce. Çaresizin sahibi Allah’tır bilirim, beni kimse kurtaramaz senden başka. Bu karmaşadan, bu görünür kocaman hapisten. Sen üzülme artık annem, ıtır kokulu vefalı annem, vuslat der beklerim, Rabbim’in yardımı gelecek bilirim annem. Ben okuyup öğretmen olup köyümün kızlarına memleketimin çocuklarına yardım edecektim. Çocuk gelin olmamaları için elimden geleni yapacaktım, şimdi ben oldum gelin annem, hem de ne gelin. Büyük deli kadın ağaya olan bütün hırsını çıkarıyor benden, sabahları özellikle gelip ağanın yanından alıyor beni, iş öğreteyim diye. Nerede bir tenha bulsa sokuyor beni oraya ki dövsün. Ağlatana kadar, morarana kadar dövüyor beni, iki günde bir de parmağımın birini eziyor sopayla. Yazı yazmayayım diye, çok acımasız annem o deli kadın. Dediklerinden de fazla, acı çekmem öyle zevk veriyor ki ona, ben de sırf o bu zevki tadamasın diye yanağımı ısırıyorum ki bağırmayayım. Hepten kafayı bozuyor o zaman, daha sert davranıyor bana. Bu durumu söylersem eğer, zehirleyeceğini söyledi. Daha ne kadar dayanır vücudum Allah bilir annem. Ağadan kağıt kalem istedim, bir de kitaplar. İzin verdi oyalanayım diye, sadece bakayım, ama okul hayalini silmem şartıyla. Ben de kabul etmiş gibi yaptım, ama içimde hep gömülü durur bu hevesim. Bir ay sonra parasız yatılı öğretmen okulu sınavları var, en büyük hayalimdi o sınavı kazanmak, içim yanıyor babam. Hani o sınava beni sen götürecektin? Şehirde, kapıda bekleyecektin de çıkınca dondurma alacaktın bana, ya şimdi ne haldesin babam? Sen de benim gibi hüzün içinde yanar mısın? Bir kor ateşe attın mı yüreciğini, yoksa buzların içine mi koydun canım babam? Bilirim sen canından çok severdin beni, koruyamadığın için kahır dolmasın yüreğin babam. Bilirim ki istemedin böyle olmasını, biz gariban kesimiz babam, anlıyorum, büyüdüm artık hem de acıyla…”

Sesler giderek yaklaşıyordu, bugün kaçmıştı o caninin elinden. Defterini de alıp ahıra gelmişti sessizce. Sarı kız onun sevdiğiydi, can dostu, tek arkadaşıydı. Derdini dökerdi, sevgisini anlatırdı ona Gülsüm, gideceğini buralardan, kaçacağını, bir yolunu bulup sınava gireceğini. Dinlerdi sessizce Sarı kız, susar bakardı: “Dikkatli ol!” der gibi. İki aydır karnında bir tuhaflık vardı Gülsüm’ün, sanki içinde başka bir can filizlenir gibiydi. O köydeki diğer kızlara benzemezdi, bu işleri onlar çok erken öğrenmiş konuşurken Gülsüm derslerine vermişti kendini. Ama şimdi anlamıştı başına geleni, Ağa öğrense hiç şansı olmazdı onun. Rüstem Ağa aslında çok da kötü davranmıyordu ona, en azından diğer kadınları  kadar değil. Fazla vurmamıştı, sadece şikayet edilince okkalı bir tokat yerdi yüzüne. İçi korlara belenir yanardı da seslenmezdi Gülsüm, susardı. Öğrenmişti artık ağanın eli bükülmez, sözü iki edilmezdi. Karşı gelirse ailesi de zarar görecekti çünkü. Susuyordu Gülsüm, hep susar olmuştu. Sorulmasa cevap vermez, kimse onun sesini duyamazdı artık. Oysa ne kadar şen şakrak bir çocuktu o vakti zamanında. Şu anda ise o neşeli çocuk yüreğinde yeller esen, görünümü genç ama ruhu çok yaş almış birisiydi artık o. Gece olmasın da ağanın yanına gitmek zorunda kalmasın diye bakardı, ama nafile. Küçük gelin, küçücük bir kadındı o artık. Çocuktan kadın. Elini karnının üstünde gezdirdi Gülsüm, ne yapacaktı, nasıl kurtulacaktı bilemiyordu. Karnı da ağrıyordu son günlerde. Çünkü birkaç kere de büyük deli kadın karnına karnına tekme atmıştı, çocuk olmasın da bu çocuk kadından, bu da kısır olsun diye. Anlamıştı sanki o deli, ay hali olmadığını Gülsüm’ün. Sormuştu laf arasında da ses etmemişti Gülsüm.

“Kız sümüklü, çık ortaya, eğer kendin çıkarsan çok dövmem, ama ben bulursam gebertene kadar vuracağım sana. Anan çiçek yollamış sana, ıtır çiçeği. Sanki ne olacaksa çiçekten, keçilere verdim hepsini, bir de üstüne üstüne bastım, ananı ezer gibi. Çok zevk aldım bilesin.”

Korktu Gülsüm, iyice büzüldü yerine. Nefes bile almaktan korkuyordu, bulursa fena olacaktı bu sefer öldürünceye kadar dövecekti kadın. Yanındaki defterine anne babasıyla konuşur gibi duygularını yazmak iyi gelirdi ona her zaman. O eski güzel günleri hatırlar hem ağlar hem de yazardı Gülsüm. Anladı ki artık çok geride kaldı o güzelim çocukluk anıları, şimdinin çocuk gelini gebeydi işte…

Defterine yazmaya başladı ayrılık acısını, anasının babasının özlemini. Biliyordu zordu bu evden kurtuluşu, ölüsü çıkardı da kendisini sağ çıkarmazlardı onlar. Ah Sarı Kız, can kız kendisine bakıyordu melul melul.

Her gün aynı işleri yapıyordu Gülsüm çocuk. Sabah erkenden kalkar ekmek için hamur yapardı küçük elleriyle. Kalem sevdalısı narin parmaklar hamurun içinde oyunlar oynardı aslında. Bir bakardın çiçek yapar, bazen de kapaklı tencere yapardı içinde yumurtalar olan. Bir bakardın insan şekline girerdi hamur konuşurdu onunla Gülsüm. Ağlardı, içerlerdi ama dik durur göstermezdi ağanın diğer eşlerine hüznünü, zayıflığını. Güçlüydü Gülsüm, inançlıydı, iyi olacaktı. Hamuru dinlenmeye bırakınca ahıra gelir süpürürdü orayı hayvanları dışarı salınca. Elleri nasır bağlamıştı daha birkaç ay içinde, yer yer çatlardı, kanardı. Sızlardı sabahın ayazında da bana mısın demezdi küçük kız. Sonra inekleri ve de keçileri sağmak gerekirdi. Onları severek konuşarak işini yapardı Gülsüm. Hayvanlar da çok severdi onu. Derdine derman etmişti onları hele de Sarı Kızı.

Karnına tekme yediğinden beri aslında ağrıyordu göbek çevresi ve de alt karnı. Ama o dinlemezdi vücudunu. Yoksa bu yorgunluk ve de yoğun işe can dayanmazdı. Ağrıya yüz vermemesi gerektiğini bu yaşında anlamıştı o. Can annem, gözümün ışığı babam. Siz üzülmeyin sakın, beni hiç istemediğiniz halde gelin ettiniz bilirim. Bilirim de içime dur diyemem, ağlama diyemem. Anacığımın sabahları pişirdiği mis gibi ekmeğin kokusu geliverdi burnuma. Her sabah aynı saatte; “Hadi kalk güzel kızım, nazlı kızım. Bak tazecik ekmek yaptım, mis gibi de tereyağı. Ye de yollanıver okuluna geç kalmayasın. Okuyasın da büyük adam olasın, muallim olasın, iyi insan olasın kuzum…”

“Sevgili anam, can babam; şimdi ahırda sarı ineğin yanındayım. Kaçtım o deli bozuk kadından, çok sinirli duyuyorum sesini. Eğer bulursa beni çok dövecek bu sefer bilirim. Sizleri çok ama çok sevdiğimi bilin isterim. Doyamadım size de çocukluğuma da. Ama suçlamıyorum sizleri üzülmeyin ne olur. İçimde bir can filizlendi hissediyorum fakat çaresiz ne edeceğimi de bilemiyorum. Kimseye demedim bunu, kurtulamam hiç o zaman buradan diye. Geçen gün karnıma tekme attıktan sonra çok ağrıdıydı da şimdi iyiyim. Fakat midem bir değişik bulantım var, her yerimde de tuhaf bir sızı. Uykudan uyanamam gibi geliyor ama bu sabah ta gözlerimi açtım işte. Eğer sınavlara giremeden, öğretmen olamadan göçersem bu çilekeş dünyadan üzülmeyin diye yazıyorum size. Dargın değilim hiç kimseye, hele de size. Bu benim alın yazım anlıyorum, biliyorum. Ben mücadele edemedim, zamanım yetmeyecek galiba, öyle hissediyorum. Çocuk gelinler olmasın artık ne olur, birileri dur desin bu gidişe. Daha fazla yanmasın Ayşeler, Gülsümler, Emineler…”

Devam edemedi Gülsüm, açıldı kapı gümbürtüyle. Bir tekmede açmıştı koca kapıyı büyük kadın, burnundan soluyordu, nefes nefese kalmıştı koşmaktan. Sindiği yerden duyuyordu Gülsüm hırıltıyı, içindeki kini dışına taşırmıştı bu insanlıktan çıkmış kadın. Ne yapacağı belli olmayan, öfkeden aklını yitirmiş olan ağanın ilk eşi. Bir kaşık suda, yalnız gördüğü her yerde boğacak gibi davranan asabi kadın. Zavallı haris.

Hızla taradı deli bakan çakmak çakmak yanan ateş saçan gözleriyle Deli Zeyno ahırı. “Biliyorum buradasın sümüklü böcek, ezeceğim seni göreceksin. Benden kaçmak ne demek anlayacaksın, zavallı çocuk seni. Dün geldin, dağdan gelip bağdakini mi kovacaksın sandın, ağadan gebe kalıp aklınca gözde kadını mı olacaksın sen, çarpık bacak seni. Yedirir miyim sandın koltuğumu sana? Aha elimdeki bu kürek senin sonun olacak, yeni yetme seni.” Samanların altına bakıyor, etrafı dağıtıyordu bir yandan akıl yoksunu, merhametten bi haber olan cani kılıklı. Aslında tahmin ediyordu Gülsüm’ün Sarı Kızın yanındaki samanların arka tarafında olduğunu. Hep izlemişti çünkü bu çocuğu, orada kendine yer yaptığını biliyordu, biraz daha zevklenmek işine geliyordu acımasız Deli Zeyno’nun. Korksun istiyordu Gülsüm ve de istediğini elde ediyordu. Kim tutardı onu!

“İşte buradasın zavallı seni, son sözünü söyle, söyle de öyle kuma gelmek neymiş çek cezanı!” İndirdi küreği olanca gücüyle kızın karnına. Başı döndü de düştü ayağı takılıp yere serildi, başını orada bulunan kocaman taşa çarptı süsünü verecekti. Plan gayet basitti. İş bilmeyen Gülsüm dikkat edememiş çarpmıştı kafasını diyecekti.

Tarifsiz bir acı duydu çocuk gelin, Gülsüm gelin. Anladı ki bitti hayalleri, ömür dediğin çok çabuk gelivermiş geçivermişti. On dört güzel yıl ailesinin yanında. Itır kokulu mis bahçesi, ana kucağı geldi gözünün önüne. Anacığının sevgi dolu sözleri, özenle hazırladığı sofralar, taptaze ekmek kokusu… Ilık bir sıcaklık duygusu kapladı vücudunu, artık ağrımayan karnını. Canındaki canı,  misafiri yolladığını belli eden kan gölü oluşuyordu yattığı yerde Gülsüm’ün. Zaten on beş gün önce karnına yediği kıyasıya tekme ve darbelerden sonra hırpalanan vücut, yeni hayata tutunmaya çalışan filizin de sonu olmuş. Anne karnında ölmüştü sessizce, ve son günlerde de artık zehirlemeye başlamıştı, annesini,  küçücük annesini. Farkına varmış mıydı bilinmez Gülsüm, sadece çok tuhaf hissediyordu kendisini, halsiz, yorgun, tükenmiş. Şimdi yattığı saman yığını üzerinde, başını çarptığı koca taşın yanında hayattan demir alma zamanının geldiğini anlamıştı. Annesinin yolladığı ıtır çiçeklerinin vuslat kokan ezilmiş halleri dikkatini çekti öteki ucunda ahırın, kokusu burnuna kadar gelen, çocukluğunun en özel günleriydi gözünün önünden geçenler. ‘Canım annem, babam, huzurluyum artık bilesiniz’ dedi, gözlerinden yaşlar akarken. Artık kendi değil de geride bıraktıkları üzüyordu onu. Vicdan azabı çekmeden yaşamalarını diledi Rabbinden.

Ah ne kadar da güzel bir yoldu bu yürüdüğü, misler gibi kokuyordu çiçekler, ıtırın kokusu da geldi uzaklardan. Rüyada mıydı bilemedi, neresiydi bu nurlarala kaplı muhteşem güzellikteki yemyeşil bahçeler? Tamamen rahatladı bedeni, artık hiçbir acı, keder, sızı hissetmiyordu çocuk Gülsüm…

Bir gemi ayrılmıştı limandan,
Geride kalanlara selam olsundu…

 

Akıp giden bir nehirdir hayat. Nasıl ki bir nehirde aynı suyla iki kere yıkanılmazsa, bir zamanı iki kere yaşamak da mümkün değildir.

Gelen gitmiş, konan göçmüştür.
Gemi limandan demir almıştır.
Ölüm hayattan daha gerçektir oysa.
Kalp ağlar göz yaşarır…
Bu hayatla ilişkimiz bir defalığına,
Bir kez geldik, ne ki geldik işte.
Gidişimiz de  bir defalığına olacaktır.
Bu eceli değiştirme, erteleme hakkımız yok,
İstisnası da yok.
Şikayet te yok.

Çünkü HER NEFS ÖLÜMÜ TADACAKTIR.

Ve dolayısıyla Ona, Rabbine dönecektir.

Bu yazgı değişmez, değiştirilemez…

 

İbret olcaktır çocuk gelin Gülsüm’ün hali insanlığa,

Elinde kalemi, içindeki ölen canın zehirlediği bedeni, Deli Zeyno’nun kıydığı canı…

Kim bilir, kim alacaktır öcünü, hangi vicdan sızlar Gülsüm için, çocuk gelinler için, küçük kadınlar için?

 

Duan duamızdır Gülsüm, yaran yaramızdır.

Sesini duyan olur, başka Gülsümler üzülmesin diye çabalayanlar olur.

İnsanımız merhametli, insanımız duyarlıdır.

Emanetin emanetimiz olacaktır,

Çocuk gelinler olmasın diye, okusun kızlarımız öğretmen olsun diye davanı sürdürecekler olacaktır…

 

Ah can,

İnsan bu, unutur,

Unutulur,

Kim unutmaz ki bizi Rabbimizden başka?

Herkes bizi unuttuğunda Ondan başka kim hatırlar bizi?

Kim şifa olur bize kalbimiz ağrıdığında?

Kim esirger bizi yalnızlıktan, kim dik tutar başımızı?

Kim ışık olur bize karanlıklarda yolumuzu kaybettiğimizde?

Kim?

Ey Rabbimiz! Sensin sen. Sen bizi affet, sen bize merhamet et.

Zira merhamet edenlerin en hayırlısı sensin…

 

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Ana Kokusu Itır Kokusu / Hatice Kösecik

  1. Üzülerek okudum yazınızı Hatice hanım..Maalesef Gülsüm kızımızın dramı, bizim, Niğde’nin köylerinde, oldukça fazla yaşanmaktadır.. Bunun önüne geçilmesi için ne yapılacaksa yapılsın..Gülsüm’ler Ayşe’ler ölmesin.. yüreğinize sağlık.. Yaramıza parmak bastınız..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 28 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları