Yaşıyoruz Öyleyse Varız / Hatice Eğilmez Kaya
“Ay, yeniden dolun olacak ve sabahında yine gülümseyecek bir karanfil budağına…”
Yaşıyoruz öyleyse varız, desek de bu sav, ölünce yok olacağız demek değil. Aksine içinde bulunduğumuz ânı; yani ne geçmişi ne de geleceği, şimdiki zamanı işaret eden bir durum belirlemesi. Maddenin katı, sıvı ya da gaz hallerinin varlığı ve farklılığı gibi bir şey.
Zaten hayatla ilgili hiçbir unsur, salt maddesellik ile açıklanamaz.
İnsan nesli; kendisinde sonsuzmuş izlenimi uyandıran, gerçekte de cüssesine oranla neredeyse sonsuz olan bir reel evrende yaşıyor. Dememiz o ki yüz binlerce eylemi, yüz binlerce varlıkla ilişkin olarak gerçekleştiriyor.
Eylediğimiz işlerin, muhatap olduğumuz varlıkların, nesnelerin veyahut kavramların kimi somut kimi de soyut. Hayatiyetimize ve varlığımıza dair olan her şey sonsuz olasılıklardan ibaret. Bu nedenle yaşarkenki mevcudiyetimiz de doğmadan önceki ve öldükten sonraki mevcudiyetimiz de sonsuz olasılıklara gebe.
Yaşarken var olabildiğimiz gibi, ölürken var olmaya başlayabiliriz; aslında hiç var olmamış ya da hiç yok olmayacak olabiliriz. Varlık ve yokluk birbirinin aynı ya da durmaksızın birbirine dönüşen formu olabilirler… İnanlarımız ise bu olasılıklardan birine bağlanmamızla başlar.
Zihinsel varlığımız ister istemez sorgulama yetimizi doğurur.
Haziranın son günleri. Sarışın bir kaplumbağa ağır aksak yürüyor. Otlara bakıyorum, onlar da sarışın. Hava mümkün olduğunca serin. Bir gece önce yağan yaz yağmurunun ayak sesleri hâlâ kulaklarımızda. Yaz yağmuru nedense pek gürültücüdür. Eskiler dünyayı bir öküzün boynuzlarında hayal etmişler. Bana kalırsa dünya bir kaplumbağanın sırtında… Belki de o kaplumbağa kurumuş otların kenarında yürüyen şu sevimli ufaklıktır. O da yaşıyor, o da var. Yaşama süresinin öncesinde ve sonrasında neliği umurundaymış gibi görünmüyor olsa bile.
Yaşamak gizli ve aşikâr tüm renkleriyle çok şaşırtıcı.
Yirmi iki yaşımda hayatımın ilk büyük ameliyatını, aynı zamanda ilk bayılma ve ayılma deneyimimi yaşadığımda kendimi çok tuhaf, anlatılması neredeyse imkânsız bir yerde hissetmiştim. Sonraları, sık sık orası için Araf olabilir mi, diye çok düşünmüşümdür. Uyandığımda oğlum dünyaya gelmiş, dişlerimi sıkmaktan çenem kilitlenmişti. Bebeğin sağlığını, cinsiyetini sormaktansa “beni bu yokluktan kurtarın” diye sayıklayıp uyanmıştım. Sonra da kırk gün deyiş yerindeyse ruh gibi dolanmış, baharın Çukurova’daki muhteşem çağrısı ile gerçekliğe (?) geri dönmüştüm. İçimde ilk gençliğin neşesi, bir de ömür boyu üstümden atamayacağım tarifsiz bir keder cenk ediyorlardı.
Günlerin gelip geçiciliği, zamanın önlenemez akışının keşfi kekremsi bir tattır. Hem sevinir hem üzülürüz güzel anların eşiğinde dahi. Haftalarca, benden fazla bir şey bilmediklerinden emin olduğum çevremdeki insanlara, onları çokça sıkan varoluşsal sorular sormuş, sormuş, sormuştum. Anne oluşumun ilk günlerinde…
Ve sevgili babaannem, “loğusanın bir ayağı mezardadır” diyerek okşamıştı saçlarımı…
“Geçecek mi babaanne, geçecek mi?”
“Elbette geçecek kızım, elbette geçecek!”
Beni teselli ederken, doğumlarına şahitlik ettiği onlarca bebeğin -dünyaya gelişten duydukları ıstıraptan kaynaklı olabilir- vaveylası kulaklarında çınlıyor olmalıydı.
Siyah beyaz fotoğraflardaki çocuklar, tozlu yollarda buldukları kiremit kırıklarıyla kurdukları oyunu oynarlarken anne babalarının bir gün öleceğinden korkarlardı. Kendilerinin de öleceğini anlamlandıramazlardı üstelik. Ve başka hiç kimse ile paylaşmazlardı korkularını. Sokaklarından ayı oynatarak geçen çingenenin peşine düşen ağabeyi için küçük kız endişelenirdi. Anne babası işteyken kardeşine birilerinin kötülük yapabileceği fikri küçücük aklına takılan ağabey kardeşi sokağa çıksın hiç istemezdi. Karartma gecelerinde gözlerini sımsıkı kapatırdı her ikisi de.
Pek de genç olmayan bir kadının kalemine yaşamak konulu cümleler anılardan süzülüp gelir, hayret etmemek gerek buna…
Oysa ben en çok kendi dışımdaki canlılara hayret ederim. Bir trendeyken mesela, karşı yolda giden arabaları ve şoförlerini, varsa şoförün yanında oturan kişileri bir anlık da olsa incelerim. Büyük ihtimal bir daha görmeyeceğim, kimliğini ayırt edemediğim insanların gözlerimin önünden, dolayısıyla iç âlemlerimden akıp gidişini izlerim. Çocukken de en uzak coğrafyalardaki okyanus canlılarının o anda ne yaptıklarından habersiz olduğumu düşünüp tuhaf bir hüzne kapılırdım. Şimdilerde dilini bilmediğim şarkıları dinlerken, aynı tuhaf hüznün kıyılarında yakalarım benliğimin ta içindeki beni.
Yaşama dair tecrübelerimiz tereddüt olarak yansır bize çoğu kez. Tereddüt ile tecrübe iki sıkı fıkı dost gibidir. Tatlı tatlı söyleşirler kalplerimizde.