DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Deprem / Aysel Ertuğrul Akkanat

İşimle ilgili sık sık şehir dışında oluyorum. Bu, artık beni tanıyanların bildiği ve kabul ettiği bir durumdu. Öyle ki; telefon açan bir arkadaşım önce “nerelerdesin?” diye sorarak başlardı sözlerine.

Uzun süre aynı yerde duramazdım. Yorucu olsa da bu yaşam tarzını benimsemiş, hatta sever olmuştum. 

Onu, bir iş için hastaneye gittiğimde, hastane bahçesinde gördüm. Üzeri bir hayli kirlenmiş. Başında bir dolama, saçları eşarbın altından dağınık bakımsız görünüyordu. Nedense onca kalabalık içerisinde, birbirine o kadar benzer durumdaki insanların arasında dikkatimi çekmişti. Bugün hala “dikkatimi çekecek nesi vardı?” diye düşünüyorum. Kaderim miydi? Gözleri mi içime dokunmuştu? Bakışlarındaki hüzün mü beni durdurmuştu o hastane bahçesinde? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey adımlarımın kendiliğinden önüne kadar gidip, tam karşısında gözlerinin içine merhametle bakarak; “bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sormuştum.

O, çekingen ancak mağrur gözlerle bakarak; “açım” demişti. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemeden, bir miktar parayı avucuna sıkıştırdım. Yüzüme ifadesiz gözlerle bakıyordu. Tedirgin bir şekilde oradan uzaklaştım.

Ertesi günü hastaneye yeniden gittim. Gözlerim onu aradı biraz ilerde elinde ekmek arası bir şeyler yiyordu. Bir an göz göze geldik. Kısa bir an. Hemen bakışlarımı çevirip hastaneye girdim. İşlerim yaklaşık bir saat kadar sürdü. Çıktığımda aynı yere baktım onu göremedim. Hızla bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım. Yoktu.

Yavaş adımlarla yürümeye başladım. Arkamdan ayak sesleri duyunca duraklayıp, baktım. Oydu… Peşimden sessiz sessiz geliyordu. Ne yapacağımı şaşırarak durdum.

“Neden beni takip ediyorsun?” diye sordum

“Hastaneden taburcu oldum. Gidecek yerim yok.”

“Ama bu olmaz! Benimle gelemezsin! Kimsen yok mu senin?”

“Bilmiyorum.”

“Nasıl bilmezsin?”

“Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bir hafta önce taburcu oldum. Hastanenin bahçesinde yaşıyorum.”

Beynimden bin bir türlü düşünceler geçiyordu. Bu şehirde az bir işim kalmış ve evime dönecektim. ‘Bu kadını yanıma alsam, mümkün değil! Ne yapacaktım yani! Evime götüremezdim ya! Peki burada nasıl bırakacağım! Allah’ım deliriyor muyum yoksa? Nereden çıktı şimdi bu? Hem neden ben? Onca zaman hastanenin bahçesinde bula bula beni mi buldu?’

Birkaç adım ileri gittim. Durdum. Çaresiz arkama baktım. Başını eğmiş duruyordu.

“Pekâlâ gel bakalım. Karnın aç mı?”

“Hayır.”

“Bak ben bu şehirde yaşamıyorum. Çok uzaklarda evim. Senin bir ailen, evin vardır. Belki seni burada arar bulurlar. Benimle gelirsen bu şansını kaybedebilirsin.”

“Ben hiçbir şey hatırlamıyorum, doktor öyle söyledi. Aylardır hastanedeyim. Kimse aramamış.”

‘O gün onu orada neden bırakıp hayatıma dönmedim’ diğer nedenler gibi bunun cevabını da hiçbir zaman bilemeyecektim.

İşlerimi göreceğim binaya geldiğimde onu arabada bıraktım.

“Biraz bekle beni, geleceğim.”

Huzursuz yerinde kımıldandı, gözlerime baktı, başını eğip sustu. Bu ‘tamam’ demekti sanırım. İşimi görüp indiğimde, onu aynı vaziyette beni beklerken buldum.

Yolda uzun bir müddet konuşmadan gittik. Hala huzursuz, ‘neden böyle bir şey yaptım’ diyerek, küfürler ediyordum içimden. Birkaç saat yol aldık hiç konuşmadan. Yan gözlerle ona bakıyorum, o sessiz sessiz camdan dışarıyı seyrediyordu. Elinde tek bir parça eşyası bile yoktu. Mola yerine girince “yemek yiyelim, hadi sen de in aşağı.” dedim.

Hareketleri ölçülü, zarifti. Karşılıklı oturduk, çevredekilerin tuhaf bakışlarıyla yemeğimizi yemeye başladık. Tıpkı yürüyüşü ve beden hareketleri gibi, çatal bıçak kullanması da kibar, bilinçliydi. Hiç konuşmadan rahat tavırlarla yemeğini bitirip peçeteyle ağzını kuruladı.

“Adın ne? Bunu hatırlıyorsun değil mi? Yani adını biliyorsun?”

“Hayır.”

“Ne zamandır hastanedesin?” 

“Doktor üç ay oldu, dedi.”

“Ne yapmayı düşünüyorsun?”

“Bilmiyorum.”

‘Allah’ım kâbus olmalı bu! Hiç tanımadığım bir kadını almış eve gidiyorum.’ Ablam bende kalıyordu bir süredir, dişlerini yaptırıyor. Bekar bir adamım, yaşım kırkı geçmesine rağmen evlenmemiştim. Birkaç gönül macerası yaşamış, ancak çok gençliğimde yaşadığım aşkı unutamamıştım. Evlenmemeye yemin etmiştim. Şimdi kime ne açıklayacaktım. Maceracı bir yapım yoktu. Kimse buna bir anlam veremezdi. Kimsesiz ve hafızasını kaybetmiş bir kadını almış eve getirmiştim.

Yolda gelirken bir ara ablamı aradım, üstünkörü durumu anlattım. Şaşkınlıktan saçma sapan bağırıp, söylenmeye başladı. Telefonu yüzüne kapadım.

Eve geldiğimizde ablam nezaketi elden bırakmamış “hoş geldin” diye karşılamıştı bizi. Kadın, kapıda öyle duruyordu. Üzerindekilerden çekinerek oturamıyordu. İyi ki ablam evdeydi, hemen imdada yetişti.

“İstersen sen bi banyo yap, ben de sana giyecek bir şeyler vereyim.”

Ablam onunla uzaklaşınca ben de derin bir nefes alarak kanepeye gömüldüm. Ne uzun bir gündü ve ben hala kendime inanamıyordum. Bir de ablamla yaşayacağım ikinci raund vardı, ona da güç toplamam gerekiyordu.

Uzandığım yerde uyuyakalmıştım. Oysa yolculuktan geldiğimde, banyo yapmadan ve üzerimi değiştirmeden asla uzanmazdım. Ne kadar zaman uyuduğumu bilmiyorum. Etraf aydınlanmaya başlamıştı. Sessizce kalkıp banyoya yöneldim. Neler olmuştu gece, hiçbir fikrim yoktu. Duştan çıkıp üzerimi giyindim. Mutfağa yöneldim. Şaşkınlıktan az kalsın bağırıyordum. O kalkmış ve çayı koymuş kahvaltı hazırlıyordu. Üzerinde ablamın giysileri, saçlarını taramış oldukça da güzel görünüyordu. Ama, ben bunları düşünecek durumda değildim. Hazırlıksız yakalanmış, kendi evimde yabancı durumuna düşmüştüm. Beni görünce gülümsedi;

“Günaydın Serhan Bey.”

“Günaydın. Aslında sana bir isim bulmak gerek, böyle ne diyeceğimi, nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Ne diyelim adına?”

“Siz ne isterseniz…”

“Deniz olsun. Ne dersin, güzel isim Deniz?”

“Siz bilirsiniz.”

“Öyle ya senin bir ismin var mutlaka. Neyse en azından şimdilik Deniz diyelim.”

O sırada ablam uyanmış şaşkın şaşkın bize bakıyordu.

“Dün gece uyandıramadım seni” dedi. Manalı manalı bakıp, tezgâha yöneldi. Ben bir an önce evden kaçmanın yollarını arıyordum.

“Size afiyet olsun ben işyerine geçiyorum, abla bir şey lazım olursa beni ararsın.” diyerek, kaçar gibi erkenden evden çıktım. Bu ne zamana kadar devam edecekti. Ablam bir süre daha bizimleydi, sonra ne olacaktı. Düşünmemeye çalışarak işyerine vardım. Yokluğumda işler birikmiş, bütün gün düşünecek zaman bulamamıştım.

Akşam olup paydos ettiğimde, yine şimşek çakar gibi bir gün önce olanları hatırlayıp, yorgun düştüm.

Eve geldiğimde ablam sorar gibi gözlerime bakıyor, bense hiç kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordum. Deniz, tüm gün ev işlerinde ablama yardım etmiş ve mükemmel denecek kadar güzel yemekler yapmıştı. Yemeği yediğimde onun elinden çıktığını anlamıştım. Sofra düzeni de farklıydı. Fakat, hiç fark etmemiş gibi davranarak, yorgun olduğumu söyleyip odama çekildim.

Yatağıma uzandım, ellerim başımın altında tavana bakarak düşünüyordum. Ben bu kadınla ne yapacaktım. Biraz sonra kapı çaldı ablam kapıda belirdi…

“Serhan, konuşmamız gerek.”

“Şimdi değil abla. Sana söyleyecek bir sözüm yok. Biliyorum ne dersen haklısın. Böyle olmasını istemezdim. Neden böyle olduğunu da asla bilmiyorum. Çaresizdi. Yardım etmek istedim.”

“Serhan bu yardım etmek değil! Sen hiç tanımadığımız birini eve getirdin. Başka türlü yardım edebilirdin.”

“Nasıl abla! Nasıl edebilirdim. Açtı. Kalacak yeri yoktu. Ve ben eve dönmek üzereydim. Biliyorum mantıklı bir açıklaması yok. O an doğru geleni yaptım. Hepsi bu.”

“Bak birine evini açmak kolay olabilir. Ama git demek çok zordur. Sen bu kadına nasıl git diyeceksin. Ben iki hafta sonra gideceğim. Onunla aynı evde kalamazsın.”

“Tamam o zamana kadar bir yolunu bulacağım söz veriyorum.”

“Yarın kartını bırak, biraz alışveriş yapmamız lazım. Üstüne, başına biliyorsun benim üzerimdekileri giyiyor ve ona olmuyor.”

Bunu nasıl düşünememiştim. Kadın üzerindekilerle gelmişti. Bir çantası bile yoktu.

“Tamam abla, kartı al sen şimdi. Neye ihtiyacı varsa esirgeme. Kuaför falan da lazımsa sen ilgilen.”

Ablam tuhaf tuhaf yüzüme bakıp kartı aldı ve odadan çıktı.

Ertesi sabah onlara görünmeden erkenden evden ayrıldım. Gün boyu işlerimle meşgul olduğumdan, evimdeki bu büyük sorunu unuttum. Ancak çıkış saatinde ne yapacağımı bilmiyordum. Önce birkaç arkadaşla yemek yedik. Onlarla oturup eğlenmeye çalıştım. Onlardan ayrılınca sahilde biraz dolaştım.

Eve döndüğümde vakit bir hayli ilerlemişti. Deniz ortalarda görünmüyordu. Ablam salonda oturmuş televizyon izliyordu.

“Nerde kaldın Serhan? Telefonunda kapalıydı…”

“Farkında değilim.”

“Aç mısın?”

“Yok değilim. Arkadaşlarla iş yemeği vardı. Deniz nerelerde?”

“Bilmem yattı herhalde. Erken kalkıyor. Evde çok iş yapıyor, yorulmuştur.” 

Ablamla oturup biraz sohbet ettik. O da Deniz’den hiç söz etmedi. Dişçi randevusunu anlattı. Çarşı, Pazar alışveriş. Her zaman yaptığımız sohbetlerdendi. Bir ara gözüm kitaplığa takıldı. Bir iki kitap eksikti. Kitaplığın önüne durdum, gözlerimle araştırıyordum. Ablam;

“Deniz, okumayı seviyor. O almıştır. Sabah uyandığımda onu okurken görüyorum.”

Aman Allah’ım! Evde varlığı nasıl doluydu. Yokken bile vardı. Onu hissediyordum. Evde doğru dürüst yüzüne bakmıyordum. Neredeyse iki gündür görmüyordum ama o her yerde idi.

Sabah olduğunda, mutfaktan sesler geliyordu. Kalktım mutfağa geçtiğimde, yine kahvaltı hazırlamıştı. Çay ocakta, masa özenle hazırlanmıştı. Bu defa ben ona;

“Günaydın” dedim.

Bana gülümseyerek döndü. İnanılmaz güzeldi. Gülümsemesi mi o bakımlı halleri mi bilmiyorum. Heyecanlandım birden.

“Günaydın” diye karşılık verdi.

“Kahvaltı hazır Serhan Bey, yemeden gitmeyin bence. Şimdi Semra Hanım da uyanır. Birlikte edersiniz.”

Sessizce oturdum, hareketlerini izliyorum hayranlıkla. El çabukluğu ile tavaları ocaktan aldı, çayları doldurdu. Her hareketi nasıl da zarif ve inceydi. Ablam uyanmış, yanımıza gelmişti.

“Günaydın” dedi gülümseyerek.

“Deniz vallahi sen çok hamaratsın. Nasıl bu kadar zamanda böyle şeyler hazırlayabiliyorsun. Gerçekten çok alıştık sana.” dedi ve sustu. Kısa bir sessizlik oldu.

Ben aceleyle yemeğimi bitirip, hemen çıktım evden.

Geldiği on günü geçmişti. Evde bir sıcaklık, bir mutluluk, anlamsız sevinçlerim vardı. Ablam yakında gidecek ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Onu kaybetmeyi, gitmesini asla istemiyordum. Bir gün işten öğle saatlerinde geldim. Ablam dişçi randevusu için çıkmıştı. Onu telefonla arayıp;

“Abla öğleden sonra boşum, Deniz’i alıp yemeğe çıkacağım, haberin olsun” dedim.

Eve geldim, kapıyı açtım salonda oturmuş kitap okuyordu. Camın önünde, güneş yüzüne vurmuş, saçlarına yansımış, gözlerinde hüzün. İncecik bedeniyle seyredilesi bir portre gibi görünüyordu.

Hafifçe öksürdüm. Hemen toparlandı heyecanla; “

“Serhan Bey ablanız yok, dişçi randevusu varmış.”

“Biliyorum Deniz. Sen hazırlan birlikte yemeğe çıkacağız. Hem konuşmamız gereken şeyler var.”

“Peki” diyerek hemen hazırlandı. 

Önce sahilde bir restoranda yemek yedik. Aslında onunla ilk iletişim kurduğum yerdi. Ona hatırladığı bir şeyler olup olmadığını sordum. Başını iki yana salladı olumsuz anlamında.

“Bazen rüyalar görüyorum. Gürültüler, koşmalar o kadar.”

“Geleceğinle ilgili düşüncelerin var mı?” Bunu sormam çok anlamsız, farkındayım. Geçmişi olmayanın geleceği de olmuyormuş, bunu, o denli yakından hissediyorum ki.

Başını yana eğdi, yüzünden bir bulut geçti. O beni kahreden hüzün geldi yerleşti gözlerine.

“Serhan Bey, ben burada daha fazla kalamam. Bunun farkındayım. Ablanız gittiğinde ben de gideceğim.”

“Nereye gideceksin?” sesim elimde olmadan yüksek çıkmıştı. Tedirgin baktı bana.

“Bilmiyorum. Bir yolunu bulacağım, artık daha iyiyim hem.”

“Benimle evlenir misin?”

“Ne!?”

“Evet! Evlen benimle! Başka yolu yok. Bak seni doktora götüreceğim. Ayrıca istemediğin hiçbir şey olmayacak. Sadece seni koruma adına.”

“Benim kimliğim bile yok. Kim olduğumu bile bilmiyorum. Evlenemem ki ben.”

“Bak Deniz. Bu ikimiz için de zor bir durum. Ben daha önce hiç evlenmedim. Sen belki evlisin bile hiçbir şey bilmiyoruz. Bundan sonraki sürecimiz şöyle başlayacak, biz evleneceğiz. Tabi imam nikahıyla. Yanımda kalacaksın. Tedaviye başlayacağız. Bu arada aileni de arayacağız. Her yere ilan veririz. Televizyona, medyaya her yerde ararız aileni.”

“Hastanede yatarken aradılar. Hiçbir haber çıkmadı.”

“Bunları düşünme şimdi. Sen iyi olacaksın. Aileni de bulacağız. Hatırlayacaksın da, bu evlilikte sadece sana yardım edebilmek için. Kalacak bir yerin olacak. Tedavi göreceksin ve aileni birlikte arayacağız. Ancak herkes bizi evli olarak bilecek. Ailem ve konumum için bu şart.”

“Bunu neden yapıyorsun?”

“Düşünme, sen sadece iyi ol. Her şey yoluna girecek. Sokaklar tehlikeli, sen yolunu bulamazsın. Kaybolursun. Şimdi alışverişe çıkalım. Akşam ablama durumu açıklarız. O gitmeden de nikah işini hallederiz. Bu durumu ablam da bilmeyecek. Yani anlaşmamızı. Evliliği gerçek bilecek. Anlaştık mı?”

Yine, başını öne eğdi. Çünkü çaresizdi. Ayrıca, belki tam düşünemiyordu, bilmiyorum. Önemli olan bunu kabul etmesiydi benim için. Bir kumar oynuyordum. Kaybetmeyi göze alarak, ancak kaybetmekten ödüm koparak.

Planım tıkır tıkır işledi. Ablam biz evlendiğimiz gece evden ayrıldı. İlk işim onu iyi bir hastaneye götürmek oldu. Bu arada ailesini aramaya başladık. Bütün imkanlarımı seferber ettim.

Hangi ilde olduğunu bile bilmiyordum. Doktor, böyle durumlarda bazen her şeyi bir anda hatırlayabileceğini, bazılarının aylar, yıllar alacağını, bazen de hiçbir şeyi hatırlayamadıklarını söyledi. Her ihtimali değerlendirecektik.

Zaman geçiyor, biz birbirimize iyice alışıyorduk. Artık onsuz bir gün düşünemiyordum. Bu süreçte geleceği düşünmemeye çalışıyor, andaki mutluluğu yaşayarak, anı biriktirmek için zorluyordum kendimi. Bazen onun güzel bir gülüşünü, bazen birlikte gezdiğimiz yerleri hafızama kazıyordum.

Ve sonra bir gün….

Eve geldiğimde onu dizlerinin üzerinde çökmüş, gözleri büyümüş halde buldum. O korkunç gün gelip çatmıştı. Bunu, kalbimin en derin acısıyla hissederek koştum, ben de onun önüne diz çöktüm, ellerini tuttum. Uzaklaştı benden. Geçici bir şok yaşıyordu.

Doktora gittik. Birkaç seans sonrasında o kördüğümler bir bir çözülmeye başladı. Çözülen her düğümde, o benden adım adım uzaklaşıyordu.

Bir sabah eşyalarını topladığını gördüm. Ailesini bulmuştu. Onlarla iletişime geçmiş, bugün bir yerde buluşacaklarını söyledi. Bir şey diyemedim.

Vedalaştık, sessiz, hüzünlü, geldiği gibi kimsesiz…

Aradan aylar geçti. Bir mektup yazmış, hayatını anlatmış. O büyük depremde enkaz altından çıkarılmış. Eşini ve bir çocuğunu kaybetmiş. O kıyamet gününde yabancı biri bulup, hastaneye getirmiş. Sonrası yok. Hayatta kalan iki çocuğu onu çok aramışlar, öldüğünü düşünüp aramayı bırakmışlar. Böyle diyordu… Böyle…

O, depremden sağ olarak çıkmış ve sevdiklerine kavuşmuş.

Bense, enkaz altında kalmış, ölüyordum…

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 5 eseri bulunmaktadır.