DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Bilmecem Var! / Eda Uçar

“Masa da masaymış ha…”
Edip Cansever

Bilmece bildirmece el üstünde kaydırmaca. Cevabı basit bir bilmece bu. Bu çizgide başka bir bilmece daha: bilmece bildirmece güzel üzerine enine boyuna düşünmece. Cevabımız; estetik. Yani ‘güzel nedir?’ sorusundan hareketle sanattaki ve doğadaki güzelin ne olduğunu sorgulayan alan. Estetiğin araştırma alanı sadece belli bir dönemin ‘güzel’ anlayışı değil, çağın bile ötesini işaret eden ‘güzel’ kavramıdır. İlk bilmeceden sadece iki kelime değiştirdik. Ancak bu cevapla yeni bir bilmece dolayısıyla yeni bir cevap elde ettik. Estetiğin sanattaki güzel konusundaki sorgulamaları sanatla estetiği iç içe geçirmiştir. İşte yeni bir bilmeceden ve cevaptan kastımız da bu kısım. Heidegger’in tanımıyla sanat ve sanat eserinin kökeni bir bilmecedir. Çünkü sanatın ne olduğu sorusuna verilebilecek net bir yanıt bulunamamıştır. Ne veya neler olabileceği konusunda bir şeyler söylemek içinse sanat etkinliklerinin estetik gözlem aracılığıyla ince-lenmesi sanat eserini aydınlatacak birtakım soruların sorulması gerekir. Bir eseri sanatsal yapan nedir? Sanat eserinin ortaya çıkışını neler tetiklemiştir? Sanatın insanda, insanın sanatta yeri ve değeri nedir? Sanat, içinde sanatçıyı ve sanat eserini bulunduran büyük bir atmosfer, yeni bir anlamlar alemidir. Daha doğrusu binbir anlamlar alemidir. Sanat atmosferinin içinde kullanılan dil, özne ve nesne insanların ortak gerçek algısından ayrılır. Çünkü orada duyulara ve duygulara bağlı göreceli bir güzel söz konusudur. Bu atmosferi dinamik tutan şey herkesin aynı konuda karar kılması değil, çağrışımlar yoluyla şeyin veya nesnenin ne anlama geldiği trafiğini yoğunlaştırmaktır.

eda_aSanatın ve kökeninin ne olduğunun bulunabilmesi için sanat eserlerinin incelenmesi şöyle bir yanılgıya sebebiyet verebilir: Sanat eserlerinin incelenmesi yoluyla sanat eseri ve sanatın kökeni hakkında bilgi sahibi olunabiliyorsa sanat eserlerinin ortak özelliklerinin sıralanmasıyla sanat eserinin kökeninin ne olduğu sorusunun cevabı bulunabilir. İşte akla gelen bu çıkarımı yanılgı yapan eseri yorumlayan kişi ve sanatçı unsurunun düşünülmemiş olmasıdır. Çünkü eser, ne zaman ve hangi şartlarda var olduğu, onu meydana getiren sanatçının psikolojik durumu ve yetiştiği kültür, aynı şekilde eseri yorumlayan kişilerin bilgi birikimi, yaşantısı, psikolojisi ve yetiştiği kültür gibi pek çok durumdan doğrudan etkilenir. Bu ise genelgeçer saptamalar yapılmasına izin vermez.

Sanatçının eserleri, onun dünya görüşü, iç yaşantısının kırıntıları ve olaylara nereden baktığının bize yansımasıdır. Bu anlamda sanat eserini ve sanatçıyı birbirinden ayırmamız olanaksızdır. Sanatçı herhangi bir farkındalığını anlatmak ve bunu yaparken estetik bir zevk uyandırmak için kendine has bir dil kullanır. Burada malzeme olarak kullandığı her nesne oluşan bu dilin bir kelimesi durumundadır. Eserde kullanılan nesne basit ve sıradan hizmet etme işlevinden sıyrılır ve gerçek amacının dışına çıkar. Masumiyet Müzesi’ni hatırlamak hayli işimize yarayacak bu noktada. Aşık oldunuz öyle değil mi? Hayatında hiç aşık olmamış birine bu kitabın konusunu, içindeki olayları savunabilir misiniz? Karakterin sevdiği kadının eli değdi diye çay kaşığını cebine atmasını, sırf Füsun’un dudakları değdi diye sigara izmaritlerini toplamasını, bu gibi pek çok şeyi Kemal’le aynı duyguları paylaşmamış birine nasıl anlata-bilirsiniz? Buradaki nesnelerin araçsal varlığı artık bozulmuştur. Kurgudaki her nesne aşkı anlatmak zorundadır. Yorumlar kişinin bilgi birikimi ve yaşantısıyla doğrudan bağlantılı olacaktır. Hatta bu anlamda yorumlanırken eserin yeniden şekillenmesi söz konusudur. Aşkla bağdaştırılarak üzerinde yapılan her yeni yorum onu(nesneyi) yüceltecek ve etkili kılacaktır. Çünkü artık o, sıradan bir nesne değil, bir meselenin simgesidir. Eser içindeki nesne bizi insana, insani de-ğerlere, sanatın özüne ve sanatçının hakikat algısına götürebilecek üçüncü bir köprü durumundadır. Zihin, hakikatlerin, duyguların ya da fikirlerin taşıyıcısı olan nesneyi yorumlarken çağrışımlar koşusunda çabalar durur. İnsanı bu koşuya çağıran şey yani sanatın özü bir sırdır. Kişiyi çağrışımlar koşusuna dahil eden ‘sanat eserinin varlığı’ bir sırdır. Tıpkı bir İran filmi olan Cennetin Çocukları’ nda olduğu gibi büyük ve derin bu serüven bir sırla başlar. Cennetin Çocukları’nın serüvenleri bir çift ayakkabının kaybolmasıyla başlıyor. Ali, kardeşi Zehra’nın ayakkabılarını kaybediyor ama ailelerinin maddi durumu iyi olmadığından onları üzmemek için bunu bir sır olarak saklıyorlar. Haftalarca Ali’nin ayakkabılarını paylaşmak zorunda kalıyorlar. Bir çift ayakkabı üzerinden yoksulluğu, samimiyeti, masumiyeti, insan olmalarımızı anlatıyor, film. Aynı zamanda 1997 İran’ının sosyal durumunu ve ekonomik şartlarını görüyoruz. Filmin bunları anlatmak için seçtiği nesne bir çift ayakkabı. İnsana dair değerler bu nesneye yüklenmiştir. Mesele ayakkabıların kaybolmasında değil, bir ayakkabının bile dengeleri müthiş ölçüde değiştirebileceğinin bir çocuk tarafından bile kabul edilmiş olmasında.

Filmin sonunda babalarının onlara aldığı ayakkabıları gösterir ama o ayakkabıların çocuklara veriliş sahnesi çekilmemiştir. Çünkü bu derece bir mutluluğu anlatmak için herhangi bir teknik yoktur. Söylenen ya da yapılan her şey hep içi tam doldurulmamış olarak kalacaktır. Ki zaten dediğimiz gibi ayakkabı burada sadece bir nesne durumundadır. Bir şeyleri anlatmak için filmin senaristi ve yönetmeni Mecid Mecidi’nin kullandığı semboldür.

eda_b
Sanat, binbir anlamlar alemidir, demiştik. Farklı eserlerde aynı nesne kullanılmış olsa bile yorumlarının çok farklı manalara gelmesinin sebebi budur. Örneğin başka Bir Çift Ayakkabı da Van Gogh’undur. Sunay Akın, Bir Çift Ayakk
abı isimli kitabında Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektuptan bahseder. Van Gogh “ Paris’te daha çok çarıklı resim bulunmaması yazıktır doğrusu.” diye yazmıştır kardeşine. van Gogh, Belçika’da rahiplik yaptığı sırada fakir bir maden bölgesinde yaşamıştır. İşçilerin kötü hayat koşulları onu derinden üzmüştür. Onlarla ilgilenmiş onlara yardımcı olmaya çalışmıştır. Hatta bu yardımlar kilise tarafından aşırı bulunmuş ve rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği gerekçesiyle de işinden uzaklaştırılmıştır. Ancak o, işçileri ve işçilerin sorunlarını başka insanlara duyurmak, böylece onlara yardım etmek istemektedir. Bunu resim yaparak göstermek istediğinde yaşı neredeyse otuzdu. Başka resimler de yaptı elbette ancak en çok dikkat çeken şey resimlerindeki ayakkabı imgesiydi. Kendine has üslubunda işçileri anlatırken renkleri kahverenginin tonlarında seçti. Bir çift ayakkabıdan birini ters olarak diğerinin yanına yerleştirdi. Çünkü ona göre hayat uzun ve zor bir yürüyüştü. Bu yürüyüşte ayakkabı yani insan her yönden yıpranıyordu. Ayakkabının altındaki ve üstündeki çamurlar yaşam standartlarını ve zorluklarını simgeliyordu. Zeminde ya mavi ya da beyaz kullanıyordu van Gogh. Çünkü bununla hayatın bütün zorluklarına rağmen hep umudun olduğuna dikkat çekmek ister.

Görüldüğü gibi konuyu anlatmada kullanılan nesne aynı olmasına rağmen eserler içerisindeki aksiyon hep bambaşkadır. Ancak odağında hep insan vardır.  Kullanılan nesne yani ayakkabılar araçsal varlıklarını kaybetmişler ve insan hakikatini anlatmada imge olarak kullanılmışlardır. Sunay Akın’ın Bir Çift Ayakkabı kitabında olduğu gibi nesne bir çift ayakkabı olsa da hikaye hep başka başkadır.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 1 eseri bulunmaktadır.