DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Uçurum / Ayşe Ciplioğlu Kaş

Dilan, köyün en güzel kızlarındandı. Anasının bir tanesi der kıskanırdı köylüler onu gördüklerinde… Çünkü annesinin ondan başka evladı yoktu. Ona talip olan Kasım’sa, karşı köyden hali vakti yerinde çarşı esnafından bir ailenin oğluydu. Yani onlara anlatılanlar böyleydi. Sormak soruşturmak kim anası kim? Zehra hanım, çelimsiz cüssesiyle kimselere pek fazla sokulmazdı. Kendi halinde biriydi. Ekmeğini taştan çıkaranlardandı. Eşi öleli yıllar olmuştu. Dilan’a hem ana hem de babaydı o. Kızının mutlu bir yuvası olsun istemez miydi? Her ana gibi o da hevesliydi kızını ak tüller içinde süzüle süzüle yürütmeye…Tıpkı ilk adım attığı zamanlardaki gibi, her düşeyazdığında arkasından destek vermeye can atıyordu kızı için… Ah evlat sevgisi ne menem bir şeymiş böyle ah evladım canım der başka bir şey de demezdi…

Biraz oldu bitti ye gelmişti sanki. İçine sinmemiş gibi hissediyordu bazen… Kızı çok çabuk istediler. Oğlanın şehir dışından mal getirmesi lazımmış dediler. Damadın anası “Dünürüm, çarşıda alışveriş bekletilmez. Bir an evvel nikahı kıyalım da oğlan işine gücüne baksın. E kolay mı ev bakacak artık… Allah nasip ederse aslan oğlum Kasım evlat sahibi olacak… Parasız hiçbir iş dönmüyor Dünür” demişti…

Razı geldi bu fikre. Makul gibi gelmişti o anda. Kızının da sesi çıkmadığına göre olsun dedi biranda döküldü dudaklarından olur sözü. Geri dönemedi daha sonrasında. Düğün hazırlıkları şipşak yapıldı. Sanki onlar her şeyi önceden planlamış gibiydiler. Ya da bu konuda oldukça tecrübeleri vardı. Kayınvalidenin karşısında onu harf harf takip ederek konuşan kocası söze atıldı ve: “Gelinin evi haziran sonuna ancak biter inşaatta şimdi. Birkaç ay bizimle otururlar. Hem daha taze fidan yavrucak. Bizim evin gidişatını, adetini de öğrenir daha iyi olur. Kasım çok seçicidir yemek konusu, temizlik önemli dünürüm önemli… Deyip kahkahayı basmıştı Hatice hanım… Ne de olsa oğlan eviyiz biz… Söz bizde anlayacağın… Ama bil ki kızın emin ellerde sıkılma aman sık sık gel gör kızını… O da gelir canım insanlık ölmedi ya… Akraba olduk gayrı…”  deyiverdi.

Zehra, düğün günü de şaşkındı. Oğlan evi büyük bir ordu gibi sarmıştı her yanı. Kız tarafının kimsesi yokmuş deyip dudak büküyorlardı. Dilan’ın akrabaları olmazdı tabi. Çünkü çoğu bir trafik kazasında ölmüşlerdi. Zehra hanım, o günleri her hatırladığında ağlamaktan bayılır hale gelirdi. Baba tarafı desen yıllar önce köyde bir kavga yüzünden çekip gurbete ellere gitmiş, izlerini kaybettirmişlerdi. Düşman sahibi olmak böyle bir şeydi. Ama bunu kime anlatacaktı ki? Kızına faydadan çok zarar verirdi… Kayınvalide coştukça coşmuştu… Her gelen misafire kendilerini anlata anlata bitiremiyordu. “Evini barkını kurdum Allaha şükür artık torun seveceğim dostlar” deyip kuruluyordu.  Düğün şen şakrak geçti. Misafirler takılarını takıp vedalaştılar. Damat gelini götürürken Zehra Hanım Dilan’ın avucuna bir mendi sıkıştırıverdi. Dilan anacığına hasretle sarıldı, ellerinden tekrar tekrar öptü. Arabaya binerken hıçkırıkları can yakıyordu adeta… İnsanın canından kopan bir parçasından ayrılması ne kadar da zordu… Kız vermek can vermek diyenler haklıydılar…

Düğün olalı bir yıl geçmişti. Dilan hala evine geçememişti. Kayınvalide her gün bir bahaneyle ondan ayrılmalarını engelliyordu. Yeni evlileri yönetme işi kayınvalidenin temel işiydi. Oğlunun cüzdanı cebindeydi. Geline söyleme sakın kazancını oğlum… Ver bana sen bitirirsin, elin açık… Düğün dernek ettik borç harç var… deyip elinde avucunda ne varsa alıyordu. Dilancık, evde eğitimli bir hizmetçi gibiydi. Beş dakika odasına çekilse kayınvalide vapur düdüğü gibi sesleniyordu: “Dilaaannnn nerdesin koş süt taşmasın! Koş ekmek hamurunu yoğur çarşıdan dönene kadar pişir akşama misafir davet ettim. Koş gelin sallanma erkekler gelene kadar avluyu süpürüver… Mızmızlanma kızım daha çok iş var haydi… Sofrayı kur da şöyle karnımız acıktı salatayı bol limonlu yapmayı unutma…”

Dilan, yorgunluktan bitmiş vaziyette çekilirdi odasına. İşler bitmek bilmiyordu. Kayınvalide, konu komşu geziyor, ona da habire yapacak işler buluyordu. Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Her gün bir kafile akraba geliyordu evlerine. Sil, süpür, yıka, temizle durmadan dönen atlı karınca gibi dönüp duruyordu evin dört bir yanını. Bir gün annesi geldi aklına. Onu görse belki biraz rahatlardı. Kasım’ın gelmesini bekledi heyecanla. Annesini görmek istediğini söyledi. Birlikte gitmeye karar verdiler. Hatice hanım, merdivenlerden inerken yakaladı onları ve: “Nereye böyle sabahsız selamsız huhu?”

– Anneme gidiyoruz çok özledim. Aylardır görmedim artık rüyama bile gelmiyor, dedi Dilan.. Hatice Hanım, gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Oğluna fırlattığı bakış tıpkı bir komutanın buyruğu gibi keskindi.

– Kasım!!! Gel buraya oğlum! Demesiyle Kasım hazırola geçen asker gibi sıçradı önüne.

– Buyur annem!

– Al karını çıkar odasına oğlum! Salma ortaya karını… Sen koca mısın eşşek başı mısın? Ne demek anamı özledim… Biz neyiz neciyiz burada? Evini bilsin önce. On yedi sene anana doyamadın mı kızım? Haydi çık şu terası yıka da çayımızı içelim ailecek… Sen de oğlum koş babana aşağıda sebzeleri suluyor yardım et. Evinizde tonlarca iş var. Siz kapı gezmesine mi gidiyorsunuz? Vah bana vah emeklerime!…

Dilan mutsuz ve umutsuzca bitirdi işleri. Odasına kapattı kendisini. Annesinin gelin giderken ovucuna sıkıştırdığı mendili açıverdi. İçinde bir kağıt vardı. Üzerinde şöyle yazıyordu: “Bir gün kendini çaresiz hissedersen ve orada sana kötülük ederlerse gel sarıl annene kızım!” Ayan olmuş halim zavallıya… Sanki o günden görmüş bugünümü” diye mırıldandı. “Garip anam senden başka kim yanar halime ki?” Aklında türlü sorular vardı. Zavallı anacığı yapayalnızdı. Şimdi onu görmeye gitse ne kadar da sevinirdi. Aklına bir fikir gelmişti. Gece herkes uyurken gidip annesini görebilirdi. Bunun için Kasım’ı ikna etmeliydi. Ona yardım ederse sabah olmadan köye varabilirdi. Sabah olunca da anasına Dilan gece hastalandı şehre hastaneye götürdüm. İş çıkışı alıp getireceğim derdi. Ama ya annesi bu oyunu sezerse ne olacaktı? Ölüm fermanını imzalamak olurdu vallahi. Kasım, odasında sessizce uyuyan eşini uyandırmadan uzandı yatağa. Dilan, fısıldayarak anlattı planını eşine. Kasım şaşkınlıktan dilini yutacaktı. “Yahu sen anamı bilmez misin? Fitil fitil getirir burnumuzdan anlarsa. Gel biz uygun zamanı kollayalım. Böyle neşesi yerindeyken açarız konuyu ona.”

Dilan, aklına koyduğunu yapmak istiyordu. Kasım’ın sözleri ona saçma gelmişti. Bu kadın ne zaman insafa gelmişti ki şimdi de gelsindi? Vicdansızlığı ele almıştı bir kere.

– Kendi kızı her Allah’ın günü burada anasıyla birlikte zaman geçiriyor. Peki ben insan evladı değil miyim?

– Sus kız ablama laf etme! Benim ablam hanımdır hanım!

– Ben ne diyorum ne istiyorum anlamamakta ısrar etme! Bir şey doğruysa herkese de doğru olur. Yanlışsa da herkese de yanlış olur. Ama siz kendinize doğru dediğinizi başkalarına yanlış diyorsunuz hata burada…

– Haydi uyu sus artık! Bütün gün çalışmaktan tabanlarım patladı. Dinleneyim sus biraz…

– Oh ben de bütün gün keyif kahvesi içtim zaten ananla… Burnumdan döküyor iki kaşık yediğim yemeği sonunda… Kazandığın cebinde mi de sanki çalıştım diyorsun? Hayrı sana mı anana mı sor da git! Bak sözümü iyi dinle! Gitmek istiyorum bu gece bana yardım et… Yok etmezsen…

– Ne olurmuş etmezsem?

Dilan sustu o anda… Gözlerini uzaklara çevirdi ve: “Görürsün o zaman ne olacak görürsün sen…”

– Oooo ne güzel tehdit de ediyorsun kocanı demek?

Dilan çaresizliğe boyun eğmek istemiyordu. Artık bu işin dönüşü yoktu, olamazdı. Daha doğmadan ölen babasının yaptığı gibi susmanın onu daha da batıracağını biliyordu. Gün ola hayrola deyip koydu başını yastığa… Sabah olunca evdekileri yanıp tutuşturacak planı gerçekleştirmiş olacaktı…

Kasım’ın horuldaması bütün odayı dolduruyordu. Dilan parmak uçlarına basa basa indi merdivenleri. Avlunun arka çitliğinden atladı bir defada. Yolun arkasında Fadime ana denilen yaşlı bir teyze oturuyordu. Dilan, onun arka bahçesinden daldı ve kaybolup gitti ormanda…

Evin kapısına dikilen horoz, Hatice Hanım’ı uyandırma da ısrarlıydı. Ötüşü, tıpkı bir cankurtaran sirenine benziyordu. Kasım, dünkü yorgunluktan arınamamış gibi sallana sallana indi merdivenleri.

– Dilan… Dilan kahvaltım hazır mı kız? Geç kalmışım bak hele?

Onun sesi Hatice hanımı uyandırmıştı.

– Oğlum ne bağırıyorsun? Dilan mutfaktadır git bak orda…

Kasım omuzları düşük cevap verdi: “Yok ana yok… Ne mutfakta ne de hiçbir yerde yok Dilan… gitmiş işte yok…”

Hatice Hanım bastı çığlığı boğazını yırtarcasına bağırarak: “Vay başıma… Kaçtı mı yani bu kız? Sen de erkek misin lan? Git tut perçeminden getir onu çabuk!”

Kasım, suskun ve mahzun koyuldu yola. Umutsuzca yürüyordu. Dilan’ın geri gelmeyecek kadar uzaklara gittiğinden emindi. Annesini alıp uzaklara gideceğini söylerken gözlerindeki bakıştan kararlı olduğunu anlamıştı. Annesinin köyüne doğru yola çıktı. Yol boyunca dizilen insanlar, fısıldayarak konuşuyorlardı:

-Zavallı nasıl olmuş ta düşmüş uçurumdan?

– Yolun ilerisi var sanmıştır. Karanlıkta seçememiştir.

– Fenersiz geldiyse zifiride görmek imkansızdır.

– Birilerinden kaçıyordu belki de?

– Karanlıkta yüzünü seçememişler sanırım…

– Yok yahu, yüzü gözü kan revan olmuştu bulduğumuzda. Dile kolay kaç metrelik uçurum… ah bu kaçıncı can kardeşim…

Allak bullak olmuştu Kasım duyduklarından dolayı… Koştu koştu koştu karanlık yol boyunca durmadan… İleride topluluğun olduğu yerde bir ceset torbası etrafında polisler ve insanlar halkalanmış, konuşuyorlardı. Hızla atıldı aralarına ve:

– Ne olmuş? Kim bu ölen? Kaza mı oldu? Ne olur söyleyin kim bu ölen?

– Daha kimliği tespit edilmedi kardeş. Bu köye neden geldiğini öğrenmeye çalışıyoruz.

– Erkek mi kadın mıydı?

– Kadındı.

– Of Allah’ım of!… Bakabilir miyim?

– Sen neden merak ettin de bakalım? Yoksa tanıyor musun mevtayı?

– Bilmiyorum bir baksam?

– Bak haydi… Gerçi tanınmayacak halde ama…Belki kıyafetlerinden tanırsın…

Kasım’ın kalbi çarpmaktan helak düşmüştü. Yaklaştıkça korkuya kapılıyordu. Göreceği şeyin onu çıldırtmasından korkuyordu. Birden açtılar poşetin üst kısmını. Olan olmuştu. Korktuğu başına gelmişti. Dilan’dı torbadaki… Ne için ölmüştü bu kadın? Neden bu uçurumdan atlamıştı? Burada ne işi vardı? Sirenler çalıyordu kafasında art arda… Nazlı ceylan gibi koşmaktan yorulmuştu belki de. Ayağı sürçmüş ve tepeden aşağı yuvarlanmıştı. İntihar olamazdı. Hayır… O bu kadar zayıf iradeli olamazdı.

– Tanıyor musunuz?

– Evet.

– Neyiniz olur?

– Karım…

Kasım bu söz üstüne bayıldı kaldı oracıkta. O günden sonra da hiç kendine gelemedi. Aklı gidip gidip geldi. Annesi ise, oğlunun halini gördükçe ağıtlar yaktı, durdu. Dilan’ın acı hikâyesi, köyünde ona hasretle bekleyen anacığına anlatılamadı bir türlü. Çünkü o da kızının müjdeli haberini beklerken odasında vefat etmişti.

Dünya, iyilerin zindanı mıydı yoksa? İçlerindeki hayalleri düşerken melekleri tutmuş muydu acaba?

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 19 eseri bulunmaktadır.