Kalem/Gönül Erbâbı / Fâik Kumru
Bir memleketin sahip olduğu gönül ve kalem erbâbının; şâir, yazar, ressam, müzisyen, eleştirmen vesâire, sesi kısılmış ve sesi kesilmiş ise artık o yerde rüzgâr esmiyordur. Dolayısıyla, bu kesif ortamda; şiir okunamıyor, şarkı söylenemiyor, aşk ve sevgi yaşanamıyor, kitap kokusu alınamıyor, gülücük ve tebessüm edilemiyordur. Rüzgâr esmediği için bu kötü havayı dağıtacak bir nefesten mahrumdur bütün mekânlar.
Göğüsler daralmıştır ve bunalmıştır, gömleğinizin yaka düğmesini açmanız yeteri nefesi içinize çekmenize yetmeyecektir. Bir astım hastası gibi nefes nefese yaşayacak ve her zaman şifâ verecek bir eczâya/ilâca ihtiyaç duyacaksınız, rüzgâra…
O yerde rüzgâr esmediğinden; toprak ne kadar mümbit olursa olsun, oraya yağmur yağmayacak, çürüyen nebâtâtın yerine yeni tohumlar misafir olarak gelemeyecek ve belli bir zamandan sonra toprak gerekli gıdayı alamayacak ve misafirlerini de ağırlayamayacağı için kokuşmaya başlayacaktır. Nihâyetinde toprak, kupkuru bir hâle gelecek ve artık tamamen evsâfını yitirecektir.
Teşbihte hata olmasın ama çizilen bu resmin kapsamı daha da genişletilebilir. Bu, o kadar büyük bir resim ki bu muhtevâya binlerce resim karesi alsanız yine de istîab hakkım dolmadı diyecektir. Bazı hakîkatleri anlatabilmek için teşbihlere, temsillere, telmihlere, mecazlara ve muhtelif kapılara başvurulması, hâdiselerin dilini anlamamıza ve çözmemize önemli derecede hizmet edecektir.
Karanlık ve zor dönemlerin yazanı/çizeni, konuşanı/haykıranı ve bu hâdiseleri tablolaştıran gönül ve kalem erbâbı her zaman olmuştur, olacaktır. Bu zevat, kalemlerini bir hakîkat hoparlörü gibi kullanacaklardır, hem de bir ömür boyu. Öyle ki sağır kulaklara bile gerçeği duyurmaya devam edeceklerdir, kendilerine yapılan onca kötülüğe rağmen.
Kendisinin de içinde neşet ettiği, yetiştiği ve yaşadığı toplumun güzel bir hayat sürmesi için, bütün mesâîni genelde insanlık, husûsî mânâda kendi milletine harcayacaktır. Hatta kendilerine dünyâyı dar eden kişilerin iyiliğini bile düşünen bu güzel insanlar, sonuna kadar yazmaya ve konuşmaya devam edecekler, asla bıkmayacaklardır. Zaten gönül ve kalem erbâbı olmanın bir husûsiyeti de bu değil midir?
Kalem ve gönül erbâbı bir hayâl insanıdır; güzellikleri resmetmek, gerçekleştirmek ve hayâta hayat kılmak adına. Aynı zamanda bir hüzün insanıdır; vicdan ibrelerini harekete geçirmek, yaşarmayan gözleri az bile olsa nemlendirmek ve mutlulukları yaşatmak/yaşamak adına. O, kendi dünyâsında yaşayan, sadece kendisini misafir ettiği bambaşka bir âlemde dolaşan, bilinen/unutulan değerlerimizi vicdânında hisseden/duyan ve devâmında bunu herkese ulaştırmaya çalışan bir barış gönüllüsü ve barış köprüsüdür.
Kimi zaman hor görülen, acı gerçekleri dile getirdiğinden; kimi zaman baş tacı edilen, güzel hayâllere yelken açtırdığından; kimi zaman sofralarda başköşeye dâvet edilen, kilitlenmiş dillere çilingir görevini icrâ ettiğinden; kimi zaman sürgün edilen, kaleminin sivriliğinden. Hangi şart altında olursa olsun, sanatını sanatı için yapan bir kalem erbâbı, elbette mesleğine ve meşgalesi olan sâhaya karşı saygısının bir gereği olarak, doğruyu söylemeye ve yazmaya devam edecektir.
Onun kalemi dilidir, kalemtıraşı düşüncesidir ve defteri ise hayat safahâtıdır. Değişik zâviye ve açılardan tanımlar da îmâlar da değişiklik arz edebilir. Pencere ne kadar geniş olursa, görülen manzara da o nisbette geniş olur. Kalem erbâbının gönül evi ve penceresi, bütün kâinâtı görebilecek bir görüş açısına sahiptir. O, hiçbir şeyi maddi bir kalıp etrâfında örgülemez. Mânevî dünyâsında seyahata çıktığı zaman, o kadar çok memleket aşar ki sınırları hiç mi hiç bitmez; sınırsız bir memlekettir, gönül memleketi.
Aynı zamanda bir derviştir o, zorlu yoları aç ve susuz adımlayan; bir askerdir, gönül memleketinin sınırlarını muhâfaza eden; bir sâkidir, kurumuş gönüllere su taşıyan; bir kandildir, karanlıkları aydınlatan; bir rehberdir/kılavuzdur/mürşiddir, rotası hep doğruya ve güzele kilitli; bir mûsikîşinastır, gönül telini titreten. Velhâsıl, keyfiyetinin boyutları öylesine geniştir.
Heybesindeki erzâkı hem azalmaz hem de bitmez. Heybesinin her iki gözünde bolca kelime hazînesi vardır. Her dilden misâfir kabul eder, her gönülden selam alır ve her gönle selam verir. Kibir onun fıtratını asla işgal edemez. Tevâzu ve alçak gönüllü olmak, onun en önemli ve en önde gelen vasfıdır. Devamlı seyahat eder, binbir âlem içinde. Her kapıya uğrar, edeple selam verir/alır ve hâl hatır sorar.
Bir ırka mensûbiyet, onun görüş alanını daraltamaz. Mevlânâ’nın gölgesinde, her insanı gönül hânesine kabul ve buyur eder. Hünkâr Hacı Bektâşî Velî dergâhındaki erenlerin sofrasında gönül eyler. Yunus misâli, ormandan, eğri değil her zaman düz odun getirir. Kadim târihlere misâfir olur, oradan ahbab/yâren bulur ve onlardan selam getirir bize. Asırlar öncesine seyahate çıkar. Yolculuğuna bizleri de ortak eder. Yeni ufuklara yelken açar. Muhtelif kokular getirir meçhul yerlerden ve bizleri mest eder.
Dede Efendi, Fuzûlî, Itrî, Hacı Ârif Bey, Münir Nurettin Selçuk olur ve yüzlerce makamın arasında bizleri dolaştırır durur. Değişik makamlarda, değişik usûllerde yeni yeni besteler yapar. Kulak veren gönülleri kanatlandırıp uçurur, uçsuz bucaksız sonsuzluklara. Kendini daracık mekânlara hapsetmez/hapsettirmez. Bakış zâviyesi çok geniştir. Birçok pencereden bakar ve görür. Sanatını sanatı için yapar ve kimseye yaranmak/yamanmak için gayret sarf etmez. Ve bütün emeğini hakîkati duyurmak adına sonuna kadar değerlendirir ve kullanır.
Kıymetinin bilinip bilinmemesi, onun için bir kıstas değildir. Kendine vazîfe olarak gördüğü ve değerlendirdiği bütün görevleri ömrünün sonuna kadar yapma niyeti ve azmi taşır. Her insanın çırılçıplak geldiği şu fâni dünya hanından, sadece ve sadece beyaz cepsiz bir elbiseyle ayrılacağının sonuna kadar farkındadır. En son arzusu ve isteği de “Hoş bir seda bırakmak.” olacaktır.
10 Nisan 2020
Eskişehir