DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Mecnun / Onur Bilge

“Mecnun” derlerdi ona. Ne demekti mecnun? Altı yaşındaydım. “Beni mecnun ettin, sen de olasın. Aşkımı inkâr edersen Allah’tan bulasın!” diye başlayan şarkı dillerdeydi. Dans ediyordu insanlar, radyoda ya da düğünlerde çalınınca, bu sözleri mırıldanarak. ‘Deli’ demekmiş. Sordum, annem dedi. ‘Leyla ile Mecnun’ derlerdi sevişenler için. Kısa süre sonra nişanlanır, evlenirlerdi genelde. Mecnun, erkeğin adıydı. Çok eski bir aşk öyküsünün kahramanlarıymış.

Selma bir genç kızdı. Neden Leyla değildi de Mecnun’du? Demek ki Leyla deli değildi. Sadece Mecnun deliydi. Fakat Selma kızdı. O zaman o Leyla olmalıydı ama ona Mecnun diyorlardı. Nasıl olurdu deliler? Vurur, kırar, döker, bağırır, çağırır… Bunları yapanlara ‘delirdi’ denirdi. Selma bütün bunları yapmıyordu ki!

Giritli Mahallesi’nde, tek katlı yan yana sıralanmış küçücük evlerden birinde yaşayan bir ailenin en büyük kızıymış. Kasapmış babası. Onu reddetmiş, sokağa atmış. Nerde yatar kalkar? Esrarcılar, sarhoşlar… Kızları olduğunu gizliyorlarmış. Varlığından utanıyorlarmış. İki kız kardeşi daha varmış. Onlar bakımlı, hayat dolu ve ne kadar güzel! O da çok güzel ve ne kadar da benziyorlar birbirlerine!

Daracık sokaklarda dolaşırdı ruh gibi. Geniş, kuytu meyve bahçelerine dalardı, sessizce. Üzerinde kirli, belden büzme, etekleri sarkık, eski, soluk, çiçekli bir basma entari, ayağında takunyalar… Tarak yüzü görmemiş, düz, koyu kumral saçları vardı omuzlarında. Gözleri yarı kapalıydı. Dalgındı bakışları. Biraz yürür, gücü kesilmiş gibi durur, kollarını kavuşturur, bir süre sonra sağ elini çenesine dayar, düşünür düşünürdü. Takılırdı bakışlarını rasgele bir noktaya, sabitlenirdi. Sonra tekrar yürümeye başlardı. Ağlardı, ara sıra.

”Veremli.” derlerdi onun için. “Kara sevda olmuş.” derlerdi. “Sakın ona dokunma! Yanına gitme! Sana da bulaşır.” diye sıkı sıkı tembih ederlerdi. Uzaktan seyreder, izlerdim. Nasıl olurdu kara sevda?

Birisiyle sevişmiş. Evlenememiş. Yok olmuş artık. O şimdi yokmuş. Oysa var ve bizim gibi görüyor, yürüyor, yiyor, içiyor. Arada kesik kesik öksürüyor ve hiç konuşmuyor, gülmüyor, o kadar. Sadece düşünüyor. Ne düşünüyor Selma? On yedi yaşında bir kız ne düşünür?

“Tecavüz edilmiş.” diyorlardı.

Ne demekti, ‘tecavüz’? Demek ki çok büyük bir kötülük etmiş birisi ona. Artık akıllanamazmış. Kimse de almazmış. Aklı yanmış. Nasıl düşünebiliyor o halde? Oysa hep düşünüyor.

“Deli Selma!” diyorlar, arkasından.

Eve girmiyor. Oturmuyor. Dolaşıyor, yok gibi. Aniden saldırır mı acaba?

Onun dünyası farklıymış. Farkımızda değilmiş. Görmezmiş bile bizi. Zararsızmış. Beyaz tenli, iri ela gözlü, incecik yay gibi siyah kaşlı, kumral saçlı, soluk benizli, dal gibi… Güçsüz mü güçsüz… Kalem bacaklarıyla sürükleniyor. Nereye gidiyor? Dolanıp duruyor. Uzaklaşmıyor. İnsanlar çekilince, çeşmeye yaklaşıyor; elini, yüzünü, ayaklarını yıkıyor, saçlarını ıslatıyor, su içiyor, serinliyor. Birileri gelirken yavaş yavaş yola koyuluyor ama hep aynı yerlerde dolaşıyor.

Hava çok sıcak… Damlarda yatıyor geceleri insanlar. Cibinlikler içinde… Sivrisinek çok… Kimseden kimseye kötülük yok. Herkes dışarıda… Ter içinde uyanıyorum! Acaba Selma nerde uyuyor? Yatağı, yastığı, en azından sineklerden korunmak için cibinliği değil, bir çarşafı var mı? Nereye kıvrılıp uyudu, bu gece?

Güneşin ilk ışıklarıyla dağılıyor uykular. Isıtırken yakmaya başlıyor, ateş topu. Bozuluyor cibinlikler, toplanıyor yataklar, çarşaflar… Herkes evinin içine… Uykuya devam ediyor bazıları, bazıları da günlük hayatı yaşamaya başlıyor. Betonlara gittikçe dikey vuruyor, ışın demetleri. Damlar yanıyor!..

Kumaştan dikilmiş, içi pamukla doldurulmuş etrafına saç sarılarak topuz yapılan, küçük bir simit kadar olduğu için ‘simit’ denilen şeyler kullanıyor, saçlarını tepede topluyor genç kızlar. Firketeler, tokalar… Kemik taraklar takıyorlar saçlarına. Boyalı makarnalardan kolyeler, bilezikler, renkli kabloları minik minik kesip, balıksırtı dizerek takılar yapıyorlar. Temizlik, çamaşır, bulaşık, yemek… Çaput kilim dokuyorlar. İplik çözgülü, yollu yün yolluklar, rengârenk… Dantel örüyorlar. Mekik, iğne oyası, kanaviçe, sarma yapıyorlar. Dikiş, nakış, Kuran okuma öğreniyorlar. Hulahup çeviriyorlar bellerinde. İstop, çelişme, elim sende, sobe, saklambaç oynuyorlar, fırsat bulduklarında. Denize gidiyorlar ailecek, hafta sonları. Radyolarda oyun havaları çalınca, kalkıp oynuyorlar. Ağlıyorlar ağıtlarda, türkülerde. Birbirlerine sevgililerini anlatıyorlar, fısıldaşıyorlar, gülüşüyorlar, bir gözleri sokakta… Ya sevgilileri geçer de göremezlerse?

Öğle sonları bir araya geliyorlar, kapı önlerinde. Gölgeler uzadıkça kalabalıklaşıyorlar. Ellerinde dantelleri, örgüleri… Ağızlarında Arap ya da Yeşil Çivril sakızları… Arada Çamlıca kokusu geliyor. Dumanı gizli, içeni gizli… Köpüklü, nefis Türk kahveleri; beyaz, çiçekli, irili ufaklı, çeşit çeşit fincanlarda…

“Kızlar kahve içmez! Ağızları kara olur!

”Neyse hâlim, o çıksın fâlim. Yarısı yalan, yarısı gerçek olsun!”

”Fal doğru olur mu? Şirk…” diyor, annem. “Her şeyi Allah bilir. Ondan başka kimse bilemez, gaibi.”

O zaman ne yapıyor bu kadınlar? Neler söylüyorlar?

”Üç vadeye kadar… Sevinçli bir haber… Kavuşma… Feraha çıkma… Adak…”

Ya felâket? Ya hastalık? Ya ölüm? Tabut falan görünmüyor mu orada hiç?

Rüyalar anlatılıyor.

”Hayırdır, İnşallah!” demek şart.

”Hayrın karşı gelsin! Hayır içinde kal! Gündüz niyetine…” diye başlanıyor, anlatılmaya.

Uzuyor da uzuyor… Sabrımı zorluyor. Masal gibi geliyor bana. İlgiyle dinliyorum. Olağanüstü olaylar da var, ne güzel! Annemin rüyaları da arkası yarın gibi… Her gün yirmi dakika dinliyorum. Anlatmazsa eksikliğini hissediyorum. Öğleyin kestirirse ya da öğleden sonra uyursa, uyanınca merakla bekliyorum, neler anlatacağını. Çünkü gerçekleşenler de oluyor.

Hayra yormalıymış. İş, görende değil, yorandaymış. Sabaha karşı görülenler doğru çıkarmış. Sevgilisini gören, tekrar görebilmek için, uyandığında yastığını ters çevirir, uyumaya devam edermiş. Bazı rüyalar şeytandanmış. Yorulmazmış. Uyanınca sol tarafa tükürülürmüş. Yastıklara tükürülür mü? Tuhaf. Sonra başını koyacak, yanağını dayayacak, dudağını değdirecek. Saçma!

Her kalpte bir aslan yatarmış. Herkesin kalbinde birisi varmış. Demek ki herkes âşıkmış. Herkesin bir sırdaşı varmış.

“Sırrını söyleme dostuna; dostunun dostu vardır, söyler dostuna!” diyorlar ama her şeyi konuşuyorlar.

“Lâf aramızda!” diye başlıyorlar, yedi mahalleye yayılıyor.

Herkes, herkesin her sırrını biliyor. Hatta titizlikle, emek çeke çeke, imini cimini başından sona kadar anlatıyorlar birbirlerine ve haberler, tüm teferruatıyla seri şekilde yayılıyor. Yanlış ya da eksik aktarılanlar da zaman içinde tamamlanıyor, saklı gizli kalmadığı gibi günlerce tartışılıyor, yeni bir olay ortaya çıkıncaya kadar yorumu devam ediyor. Her evde aynı plak dönüyor. Ta ki yeni bir dedikodu yayılıncaya kadar…

Selma da duyuyor muydu olup bitenleri? Bu kadar güzel bir genç kız neden soyutlamıştı kendisini? Kediler, köpekler, tavuklar dolaşıyordu sokak aralarında bahçelerde; bir de Selma, o şekilde… Ailesi yok gibi… Arkadaşı yok. Sevgilisi? Her şeyini birden kaybetmiş Selma. Hayatı kaybetmiş. Başka kızlar da takunya giyiyor.

“Tıkırık, tıkırık… Tıkırık tık, tıkırık tık…”

Onun takunyasının sesi çıkmıyor. Aniden karşıma çıktığında, irkiliyorum.

“Selma! Selma!” dedim bir keresinde.

Yavaşça başını döndürdü, boş gözlerle baktı, bir an; sonra yoluna devam etti. Neleri geride bırakmak istiyordu? Neden gidiyordu, neden uzaklaşma çabasındaydı? Bakımsızdı.

“Yemeden içmeden kesilmiş. Ölür.” dediler.

Şimdi Selma ölecek miydi? Verem salgındı. BCG aşısı oluyordu herkes. Dirsek altında bir yer çiziliyor, yarı ölü mikrop veriliyordu. Koldan tutmazsa, omuzdan aşı yapılıyordu. Kahvehanelerde çay içenler, omuzdan aşı olmuyormuş. Yeteri kadar mikrop varmış, vücutlarında. Çok yemek yemeli, erken yatmalı, erken kalkmalı, mikroplardan korunmalı, gürbüz olmalıymışız. Ben de çöp gibiymişim. Selma verem olmuş. Ölecekmiş. Mikrop bulaşmamalıymış. Nasıl bulaşırmış mikrop? Selma’ya yaklaşmadım ki! O sık sık öksürüyor ve yerlere tükürüyor ya mikrop yayıyormuş. Şimdi ben çamur oynamayacak mıyım? Fırın yapmayacak mıyım? Ateş yakmayacak mıyım içinde? Ekmek pişirmeyecek, bebekler, toplar, kaplar yapmayacak mıyım, çamurdan, o yerlere tükürdü, toprak kirlendi diye? Güneş mikropları öldürmüyor mu?

Hasta ziyaretine çocuklar gitmezmiş. Eşyalarına dokunulmaz, onlara yaklaşılmazmış. Ölü evine de gitmezmiş, çocuklar. Ölüler, evlerin girişlerinde yıkanıyormuş. Mikrop alırmışım. O evdeki tüm eşyalar dezenfekte edilmeliymiş. Duvarlar, kireçle badana edilmeliymiş.

Yamalı ve kirli giysili, dudakları uçuklu, gözleri çapaklı, çatlak topuklu, yalınayak çingeneler geçiyor, kapı önlerinden; omuzlarında parça parça ekmeklerle dolu beyaz şeker çuvalları, ellerinde yağ şişeleri, arkalarında burunları akmış, yanaklarında kurumuş, kollarına sıvanmış, ‘çil bez’ denilen keten giysileri dirseklerine kadar parlayan yalınayak çocuklarıyla… Kız çocuklarının saçları keçeleşmiş, boyunlarında, bileklerinde dizili mavi katır boncukları… Hızlı hızlı, aralıksız, ezbere dualarla avuç açıyor, kapı kapı gezerek dileniyorlar:

“Allah kazadan belâdan korusun! Evlatlarını sana bağışlasın ablam! Allah işini gücünü rast getirsin! Astalık, yoksulluk görmeyesin!” diye uzayıp giden sözcük başlarındaki H özürlü çingene dualarıyla. Bazıları, yeri göğü inleten incecik sesleriyle bağırıyorlar ki uyuyanlar uyansın:

“Maşa yapar, kürek satariz; fal bakar, bakla atariz. Falci! Falci!.. Fal bakarım ânım! A be bakayım falına, kizcazim!” diyerek, çıngıl çıngıl ötüyor.

Yine çoğu çingene kalaycılar, elleri, kolları, ayakları, üstleri başları kapkara, iş bulunca, bir köşede ateş yakarak, ailecek kap kalaylıyor, hep bir elden. Önce kapların kararan kalaylarını, yağını, pasını pisini; içlerine çakıl veya kum koyup, ayaklarıyla ovarak temizliyorlar, maşa ile tutarak, ateşte kızdırdıktan sonra kan ter içinde, bakır tencerelerin, leğenlerin, kazanların içine girip, ayaklarıyla döne döne kalaylıyorlardı. İsteğe göre ya sadece içlerini ya da içlerini dışlarını pırıl pırıl yapıyorlar, karşılığında bozuk paralar alıyorlardı.

“Aman bu fasulye iki buçuk liraya…
Hem kaynasin, hem oynasin!
Yandan Sülüman yandan,
Severim seni candan…” diye türküler söyleniyordu, bahçelerin bir bölümündeki fasulye ekili mini sebze bahçelerinde, kargılar dikilirken, olgunlaşanlar toplanırken. Onlara ‘sırık’ diyorlardı, sırıklara sarılarak uzayanlara da ‘sırık fasulye’.. ‘Ayşe kadın’ da fasulye adıymış. Komşu kadın Ayşe geliyor aklıma. Kadın ve fasulye… Fasulye ve kadın… Arada ilgi kurmaya çalışıyorum. Ayıklanırken de aynı sözcükler geçiyor. Aynı türkü söyleniyor, ateşe konunca da, karıştırılırken de… Fasulye pahalanınca türküsü çıkmış. İki buçuk lira iyi para… Zeytinyağı da pahalanmış. ‘İsmet Paşa kolonyası’ diyorlar. Katı yağlar daha ucuzmuş. Yemeklerde margarin kullanılmaya başlanıyor.

Köylü kadınlar, kocaman iki buçuk liralara ve daha sonraları çıkan on liralara kulplar yaptırıyor, kırmızı kurdelelerle, beşibirlik yerine boyunlarına bağlıyorlar.

Pullu, boncuklu beyaz tülbentli, şalvarlı kadınlar, evlere çamaşıra gidiyor. Bahçelere kazanlar kuruluyor. İçleri oyulmuş su kabaklarıyla alınan küllü kaynar sulardan şişen, kızaran ellerle teknelerde çamaşırlar ovuluyor. İnatçı kirler, taş üzerinde, tokuçlarla vura vura temizleniyor. Beyazlar, çamaşır sodalarıyla, çivitlerle kaynatılıyor, renklilerin bazıları kumaş boyalarıyla boyanıyor. İpler geriliyor ağaçlardan ağaçlara. Yıkananlar, defalarca çırpılarak seriliyor, mandallanıyor.

Tenekeciler dolaşıyor, sokak aralarında.

“Tenekeci geldi, tenekeci! Lehim yaparız, kulp takarız, lehimci!” diye bağırıyorlar.

Omuzlarında, el emekleri teneke kaplar, ellerinde malzemeler… Yağ tenekelerine zeytinler, peynirler konuyor, lehimleniyor. Teneke margarin kutularına, teneke makasıyla kesilip, lehimle yapıştırılarak çeşitli şekiller veriliyor. Süzgeçli, kulplu bahçe sulama kapları, maşrapalar yapılıyor. Büyük kalıplar halinde buzhanelerden getirilen, arık suyundan yapıldığı için mikroplu olabilen, eridiğinde içinden saman çöpü, kum tanecikleri çıkabilen, testere ile kesilerek, bıçkıyla çizilen yerlerinden pamuk ipliğiyle bağlanarak satılan, parmaklara geçirilen iplerinden tutularak damlaya damlaya evlere getirilen, küp ya da kare prizma şeklindeki buz kalıplarının çekiçlerle parçalanarak konulduğu, üstleri kapaklı teneke kaplar yaptırılıyor. Kabın içinde, ortadaki silindirin içine kırılan buz parçaları konuyor, etrafına su… Şehir suyuna ‘yayla suyu’ deniliyor. Buzlar farklı kapta yavaş yavaş eriyip soğuturken yayla suyunu kirletmiyor. Bir süre sonra musluktan soğuk su akmaya başlıyor. Çok geçmeden küflenip atılacak bu sağlıksız kaplar için emekler dökülüyor, paralar ödeniyor.

Sokakta hayat alışılmış şekliyle devam ediyor. Çocuklar koşuyor. İnsanlar yürüyor. Kadınlar kızlar çeşmeden su taşıyor. Tatar arabaları, el arabaları, satıcılar geçiyor. Kediler, köpekler, Selma dolaşıyor.

Çeşmeye eşekli bir adam geliyor. ‘Sucu’ diyorlar ona, ‘Eşekli’ diyorlar. Çeşmesi olmayan mahallere su taşıyor, kapı kapı dolaşıp, satıyor. Eşeğinin iki yanında ikişerden dört gaz tenekesi, birer köşelerinde küçük daire şeklindeki kapakları… Tenekeleri, sarsıntıdan düşmemesi için nalın kayışlarından şeritler tutuyor. Eşekli iniyor. Tenekelerden birazcık su koyuyor, tulumbaya ve demir kolu sürekli indirip kaldırmaya başlıyor. Hareket devam ettiği sürece akan suyla tenekeleri doldurup, kapaklarını kapatıyor. Bir de kendisi biniyor üstüne!

“Deh!..” diye sağrısına vuruyor.

Hayvancağızın dizleri dermansız… Fukara eşeği… Zengin atı değil… Sağlam basamıyor, taşlı tozlu yerlere, şakır şakır!.. Ürkek bir genç kız gibi sekiyor. Nazik nazik basıyor, balerin gibi… Parmak uçlarında yürüyor. Beli çöktükçe çöküyor, yürüdükçe; dizleri titriyor, takatsizlikten. Karnı yere yapıştı yapışacak! Sağrısına okkalı bir tokat daha geliyor:

“Şak!..”

Selma yaklaşıyor su içmeye. Bir bisikletli genç geliyor, ansızın. Sağ eli demir kolunda, tulumbanın; sol elindeki suyu yudumlarken, gelenden haberi yok kızın. Başını kaldırıp bakıyor gözlerine gelenin, gülümsüyor, ansızın. Gülümsüyorum, kocaman ve annemin yanına koşuyorum:

“Selma gülümsedi. Selma gülmesini biliyormuş anne! Dişleri bembeyaz, inci gibi! Bisikletli gence gülümsedi. Yanakları kızardı, üstelik. Hani kansız cansızdı, sarartmaydı? Canı vardı zaten de kanı da vardı. Hepsi de yanaklarındaydı.”

“Çocuktan al haberi!” dedi annem. “Ne olacak? Mahallenin muhtarı! İnşallah ısınır birisine de unutur, başına gelenleri! Aşk, hastayı hayata döndürür, ölüyü diriltir! Ah! Keşke! Nerde o günler! Ne kadar çok isterim, iyileşmesini! İnşallah âşık olur tekrar! İnşallah!” diye söylendi durdu, kendi kendine.

Annem de kendi kendine konuşuyordu… Annem de Leyla olmalıydı, değildi. ‘Leyla’ deli değildi. ‘Mecnun’ deli demekti. O, mecnun da değildi. Onun dediklerini duyuyor, anlıyordum ama âşık olmayı anlamıyordum. Çünkü ben aşkın ne demek olduğunu henüz hiç mi hiç bilmiyordum.

Âşık olmak delilikse, Selma zaten öyleydi. Neden âşık olsundu? Âşık olduğundan deli divane değil miydi?

“Aşk nedir anne?” diye sordum.

“Hani ilkbaharda, karşımızdaki erik ağacı bembeyaz gelinliğini giyiverdi ya güneşi görünce… Hani badem ağacının yanakları bir gün pespembe oluverdi ya… Hani yemyeşil çimenlerin arasından al gelinciklerle bembeyaz papatyalar selamlaşırlar ya karşıdan karşıya… Telefon tellerine konan kumrular bakışırlar ya… Koyun kuzu koklaşır ya otlaklarda… Tabiatın canlanması, tohumların çatlaması, güneşin yakması, sevgililerin birbirlerine bakması gibi… İşte öyle çok güzel bir şey…”

“Gülümserler, değil mi hissettiklerinde, birbirlerine?”

“Sadece birbirlerine mi? Hayata gülümserler!”

İnsanlar dolaşıyordu, etrafta. Sokaktan birileri geçiyordu. Koreli dondurma satıyordu. Selma bir başka bakıyordu. Yine dolaşıyordu etrafta. Bahçe aralarında… Biraz gidip, dalgın bakışlarını bir noktaya dikiyor, dalıyordu yine. Fakat ağlamıyordu, eskisi gibi arada sırada… Sık sık gülümsüyordu. Annem, bu olayı hayra yordu. Söylediğine göre o artık birisini seviyordu. Karşısında olsun olmasın, bisikletliye gülümsüyordu. Bakışlarının saplanıp kaldığı yerde onun hayalini görüyordu. Selma, hayata gülümsüyordu.

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Mecnun / Onur Bilge

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 1 eseri bulunmaktadır.