DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

İçmeyeceğim / Cihangir Boz

Taşı sıksa suyunu çık çıkaracak çağdaydı.. Bıyıkları yeni yeni terlemiş, köyün yağız delikanlısıydı. Gözü tok yüreği mert evlilik çağlarında bir delikanlıydı. Lakin tam bir sigara tiryakisiydi. Çıkardı sokağa ağzında sigara, girerdi yatağa elinde sigara

Anacağı “İçme oğul şu mereti!” derdi de O duymazdı bu uyarıyı..

Bazı günler komşularında cenaze olurdu. Toplanan halkı görürdü, ateşte ısınan suyu, kefeni, kefenliyeni, öleni, ağlayanı görürdü. Mezarı, mezarlığı, gömeni, okuyanı görürdü. Bir tek ölümü görmezdi. Öyle bir babayiğitti ki gözü hiç kimseyi görmezdi.

O’nun nazarında sigara herif işiydi. Sevmediklerine denk geldiğinde dumanını halka halka yüzlerine üfürürdü. Bir de sevdiği kızı görünce dudağını büzerek direk havaya üflerdi. Anacığı “Oğlum, Kemal’im içme şu mereti!” derdi ısrarla. O hiç oralı olmazdı. Hatta iki eli dolu olduğunda bile sigarası dişleri arasındaydı.

Geçti zaman, yürüdü kervan, evlendi, ev bark sahibi oldu Kemal. Hanım hatun bir eşi, iki çocuğu oldu. Biri iki, diğeri beş yaşında. Biri kız öteki oğlan. Dünyalar tatlısı iki çocuk. Berat ile Bahar…

Öksürük tutardı ara ara. Anası rahmetli olduğu için “İçme şu mereti!” uyarma görevi hanımı artık Emine’ye kalmıştı.

Ancak Kemal, “Atın ölümü arpadan olsun.” diyerek uyarılara aldırış etmezdi. Hatta aile geçimi, çoluk çocuk sorumluluğu sigarasını biraz daha artırmıştı.

Zaman su gibi akıyordu. İlklerde nadir görülen öksürüğü zamanla artmıştı. Artık geceleri yatamaz olmuştu Kemal. Öksürük hıçkırık derken sabahı zor ediyordu. Uyku muyku haram olmuştu. Ama o sigaraya devam diyordu. Tek farkla ki O da bu mereti bırakmanın gerektiğini yeni yeni anlamıştı. Gel gör ki meret O’nu bırakmıyordu.

Öksürük ile birlikte nefes darlığı başladı. En ufak işlerde bile çok yoruluyordu. Bu böyle gitmezdi. Sonunda bindiler bir minibüse tuttular hastane yolunu. Başını eşinin omuzlarına dayamış halsiz çaresizdi.

Hani taşı sıksa suyunu çıkaran delikanlı ayakta duramıyordu. Eşine “Gülüm” derdi. Taşlı topraklı yollarda üfleye püfleye asfalt yola girdiklerinde şehri, Şehirdeki hastaneyi pencerden izledi. İşte tam o zaman ölümü hatırladı. İliklerine kadar titredi. Bedenini zehir gibi bir korku sardı. Umulmadık anda hanımına döndü. “Ha Gülüm ben yoksa ölecek miyim?” diye sordu. Hanımı beklenmedik soru karşısında önce şaşırdı. “Aman Kemal, bunu da nerden çıkardın? İki öksürük ile adam ölseydi dünyada kimse kalmazdı. Şimdi gideriz, doktor ilacını yazar eve döneriz.” dedi. Kemal biraz rahatlamıştı.

Her yarı camlı çerçeveli kapılardan girip, geniş geniş koridorlardan bir kuyrukta buldular kendilerini. Adamın ayakta duracak mecali yoktu. Emine, kayıt işlerini yaparken, O bir oturakta bekledi. Ellerinde evraklar, ayağında terlik, üniformalı birine göğüs polikinliğini sorup merdivenlerden ikinci kata çıktılar. Ne çok hasta vardı. İnsan seli gibi. Bazısı basamakları iniyor bazısı çıkıyor. Beyaz elbiseli, yeşil elbiseli personel, sivillerin içinde sağa sola koşturuyorlar. Pek anlaşılmayan anonslar, dalgalar halinde kliniklerin önlerinde bekleyen hastaların, refakatçıların arasında yok oluyordu.

Muayene sedyesinde sırtını açan Kemal derin nefes alıp veriyordu. Dinleme cihazını kulaklarından indiren Doktor, hemşireye “Bir akciğer filmi alalım.” deyip muayeneyi bitirdi.

Bir saat kadar sonra tekrar doktorun yanındaydılar. Doktor bilgisayardan siyah beyaz filme süratını büzerek baktı. Kemal’e dönüp Yaşını sordu. “Otuz iki..” cevabını aldıktan sonra başını çaresizce iki yana salladı. “Hemşireye yatış verelim. Oksijen desteği vermemiz gerekiyor.” Sonra Kemal’e dönerek:  “Sen ne yapmışsın be Kemal Bey? Günde kaç paket sigara içtin böyle? Ciğer miğer kalmamış tüketmişsin. Birkaç gün misafirimiz olacaksın. Sonrası gelişmelere bağlı. Hemşire hanım görevliyi çağır bu gençleri servise götürsün.”

Ağzına burnuna hortumlu aletler bağladılar. Filmler tahliller derken bir hafta geçmişti. Kemal eliyle Emine’nin elini tutuyordu. Nefes nefese zoraki: “Kaç gündür buradayız gülüm?” diye sordu. Zavallı hanımı bitkin bir halde: “Yedi gündür..”şeklinde cevap verdi.

Kemal sadece gözbebeklerini eşine dönderdi. Ağır bir yük kaldıracakmış gibi gücünü topladı. “Gülüm ben Berat’la Bahar’ı özledim. Bacanağa telefon aç çocukları getirsin.” Gözlerinden iki damla yaş yastığı ıslattı. Sonra kıpkırmızı oldu suratı. Aklından türlü türlü fikirler geçti. Ya ölse çocuklarına kim bakardı? Eşine kim bakardı. Şimşekler çaktı beyninde. ‘Ya ölürsem eşim başkasıyla evlenir miydi? Yo yo olamaz’dı bu!

Umulmadık bir şekilde eşinin elini daha kuvvetlice sıktı. Sonra:

“Bana bak gülüm. Yüzüme bak!”

 Hanımı yaşlarını göstermek istemediği için bakamıyordu. Kemal bu kez biraz daha sıktı eşinin elini.

“Bana bak gülüm. Ben ölürsem sen başkasıyla evlenmeyeceksin. Tamam mı evlenmeyeceksin!..”

Artık kendini tutamıyordu eşi. Hıçkırıklar boğazına düğümlene düğümlene Kemal’in eline elini koydu. “Kemal sen ölmeyeceksin. Düşünme böyle şeyleri.” Diğer elinin tersiyle yanağındaki damlacıkları sildi. Tam o anda doktor içeri girdi. Hasta dosyasını aldı.

İnceledi.

Baş işaretiyle Kemal’in eşini odadan dışarı davet etti. Koridora çıktılar. Doktor biraz duraksadı. Sonra sözlerine üzgünce giriş yaptı. “Kızım kocan durumu iyi değil. Her an, her şeye hazır ol. Mübarek adam bu yaşta ciğerlerini bitirmiş.”

Kadıncağız kenarda duran sandalyeye yığıldı kaldı. İlk defa çaresizlikle yüzleşmişti. Ne konuşacağını ne yapacağını bilemiyordu. Sessiz sedasız ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu elinden.

Kemal oksijen tüpü ile nefes alıp verirken hayallere dalmıştı. Kendisi ölmüş, karısı ve çocukları perişan kalmış, Berat ve Bahar elleri önlerinde bağlı kapı eşiğinde öylece babalarını bekliyordular. Birden bir düğün töreni canlandı zihninde. Davul zurna sesi hastaneyi kaplamıştı. Bir uzun halay kurulmuş ki bir ucu var bir ucu yok. Gelin de gelinliği ile halaya girdi. Sonra damat gelinin elini tuttu. Yanık yanık zurna sesi, güm güm davul sesi. Bütün köylüleri halayda. Halay başında Cemil dayı. İyi de gelin kimdi, damat kim? Kemal, zurnacı ile davulcuyu yavaş yavaş geçti. Damada yaklaştı. Siyah takım elbisesi, parlak jöleli uzun saçlarıyla Bahattin’i hemen tanıdı. Damat bir trafik kazasında karısı ölen Hasan oğlu Bahattin’den başkası değildi.

Davulcu, zurnacı dâhil herkes müziğini ritmiyle oynuyordu. Kendisi hariç. Peki, gelin kimdi? Bahattin’nin elinde tutmuş kıpır kıpır oynayan geline yaklaştı. Birden her şey sustu. Herkes durdu. Gökyüzü aydınlandı, tekrar bir karanlık bastı. Gelinin duvağını yavaşça kaldırdı. Beyninin tam ortasına bir yıldırım çaktı. Parlayan ışık hüzmesi Emine’nin yüzünü ortaya koydu. Hızla geri çekildi.

Ter içinde “Hayıııır!” diye yatağından fırladı. Hanımı hemen yanına koştu. Heyecanla “Kemal! Kemal! ne oldu sana? Hemşire doktor yetişin!..”

Feryatlar odadan yükseldi ve sağlık çalışanlarının gelmesiyle sustu.

Kemal yoğun bakım ünitesine alındı.

Karısı ablası ile telefonda konuşuyordu; “Abla Kemal’i yoğun bakıma aldılar. Şu an kapısında bekliyorum. Enişteme söyle yarın Berat’la Bahar’ı getirsin. Kemal onları özlemiş…” Karşı tarafın olumsuz konuştuğu belliydi. Emine memnuniyetsizce “tamam, tamam” diyerek telefonu kapattı.

Güneş doğuyordu herşeyin, herkesin üstüne. Yüce yaradan adaletini Ona da nasip etmiş. Dağdaki çobana, Saraydaki sultana doğuyordu. At üstünde cirit atana, serviste hasta yatana, velhasıl herkes için doğuyordu.

Kemal gözlerini hafif araladı. Göz bebekleri ile etrafına bakındı. Üç beş metre mesafeyle sedyeler, sedyelerin üstünde üstü çıplak hastalar, hastaların kollarında hortumlar, ağızlarında solunum maskeleri, duvarlarda boy boy ekranlar, ekranlarda dalgalı dalgalı çizgiler, bip bip sesler… Bir müddet sonra hastanede olduğunu hatırladı. Elinde serum şişesiyle bir hemşire yanından geçti. Komşu sedyede yatan ihtiyar biriyle meşgul olmaya başladı. Kemal inleyerek hemşireye seslendi. “Nerdeyim? Nerdeyim? Gülüm nerde?” Hemşire yan bakışla. “Kendine geldin mi?” Doktora haber vereyim. Kemal gözlerini tavana, tavanda gömme lambalara dikti. Akşam gördüğü kâbus tekrar beyninde canlandı. Halsizlik, ardından anlaşılmaz uyku bastırdı. Gözlerini kapadı. Yeniden hayallere daldı. Süslü püslü beyaz bir gelin arabasına beyaz gelinlikli Emine binmişti. Kara kapkara Bahattin yanında oturmuştu. Berat ve Bahar arabanın üstüne oturmuş O’na bakıyorlardı. Gelin çıkarma havası ortama yayıldı. Arka sahnede bir halay halayın başında annesi, annesinin elinde rengârenk bir mendil…

“Yo yo olamaz !, Hayııııırrr!!!” birden uyandı. Kimsenin O’nu duyduğu yoktu.

Bütün hastalar kendi hayfında, uyku modunda ölüm kalım savaşı veriyordu.

Otomatik kapı açıldı. Ağızlarında maske, ellerinde eldiven, önde doktor, arkalarında iki hemşire içeri girdi. Doktor babacan bir tavırla, “Uyandın mı Kemal?” Kemal yalvarır sesiyle “Kurban olam doktor beni bu sefer eyleştir, evime gideyim, bir daha o mereti içersem şerefsizim. Ne olur doktor bir şans ver bana?. Namerdim bir daha içersem. Ne olur?..”

Doktor tebessüm ederek:

“Eh be oğlum, biz kuluz. Tedavimizi yaparız. Elimizden geleni esirgemeyiz. Ancak takdir Allah’ın. Durumunda bir düzelme var. Seni bir daha servise alacağız.”

Öyle de yaptılar. Üç gün daha hastanede yattı. Bünyesi güçlü ve genç olduğu için tedaviyle cevap vermişti. Sonra taburcu oldu.

On iki gün, on iki yıl gibi uzun gelmişti. Şimdi evine dönüyordu. Ticari taksiye binerek köyün yolunu tuttular.

Mevsim güzdü. Halı sergisi misali tarlalar, sarı renginin tonlarında, gâh birbirine paralel gâh dik tüm ovaya yayılmıştı. Yol, bu tarlaların arasında kıvrıla kıvrıla ilerliyordu. Karşı dağın yamacında henüz biçilmemiş açık yeşil renkli birkaç tarla sereserpe güneşleniyordu. Tepeler, koca koca kayalar gölgelenmeye başlamıştı. Güneş her zamanki güzergâhında yoluna devam ediyordu. Bazı virajlarda yan aynalardan göz kamaştırıyordu.

Sessizliği taksici bozdu. “Geçmiş olsun hastanede epey kaldınız herhalde? Sorusuna cevap alamadı. Çünkü herkes kendi dünyasındaydı. Kemal sanki bir rüya âleminden çıkmıştı. Eve varıncaya kadar eşi de kendisi de hiç konuşmadı. Taksici ise sorduğuyla kaldı.

Çantaları bagajdan indirirlerken çocukların bağırışı etrafa neşe saçtı.

Hastanede kaldıkları süre zarfında baldızının evinde kalan çocuklar kafesten kurtulan kuşlar gibi çığlık çığlığaydı. Anne babalarına koşturuyorlardı. “Babam gelmiş, anam gelmiş! Ne güzel!..” diyerek yaklaşıyorlardı.

Kemal valizini bıraktı, kollarını kocaman açtı. Dizlerinin üzerine çöktü.

Gözlerinden akan yaşlara dokunmadan, etrafına toplananlara aldırmadan koca dağa döndü, var gücüyle bağırmaya başladı:

“Ey Allah’ım sana binlerce şükür, milyonlarca hamd olsun, ya Mevla’m sana söz veriyorum, bu dağ, bu taşlar, bu komşular şahit olsun. Bir daha bu mereti içmeyeceğim. İçmeyeceğim!” Berat’la Bahar’ı kucağına sardı. Hem öptü hem ağladı. O ağladı, eşi ağladı. O ağladı taksici ağladı. O ağladı komşular ağladı. Son kez kendini iyice topladı. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

“İçmeyeceğiiiiiimmmm!”

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 46 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları