Sunak / Sinan Kökdemir
Altın saçlı, deniz gözlü, daha on dördünde bir ay parçası…Kan kokan mermer sunağa boylu boyunca uzatılmış, iki gözü iki çeşme ağlıyor ,elleri bağlı ayakları bağlı. ..Korkusundan ve utancından kaskatı kesilmiş çıplak vücudu şimdiden acılar içinde…Celladı olacak baş rahibin boynuna indireceği kılıcı beklemek ve yapılan eylemin anlamsızlığı ise acıların en büyüğü. Kendisi ne katil, ne de hırsız…suçu genç ve güzel bir bakire olmak…Rahiplerin tanrılar adına seçtikleri bir bakire. Bir mucize bekliyor yine de …Üstelik kanını uğruna akıtacakları fakat yine de tek ümit kapısı, nihai sığınak noktası olan tanrılardan. İstiyor ki, o korkunç an geldiğinde, kılıç gül olup kesmesin ya da bir melek süzülsün gökyüzünden yeryüzüne de bindirsin kanadına, alıp götürsün ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş anacığına. Sonra da, kızım tanrılar tarafından kurban seçildi diye kasım kasım kasılan babasını alsın yeni kurban olarak, götürsün sunağa, uzatsın boynunu mermer masanın yuvarlak deliğine. Rahiplerin anlaşılmaz feryadı figan haykırışlarını dinlese korku içinde, sonra boynuna inmek üzere havaya kalkan kılıcın parıltısını gördüğünde, yine de kendisiyle gururlanabilecek mi diye.. Kendi menfaatlerimiz için başkalarının acı çekmesinin, başarı değil, tam anlamıyla bir onursuzluk olduğunu anlasın ve sonunda hiç kimse ve hiç bir canlı yok yere harcanmasın,kurban edilmesin diye…
Altın saçlı kurbanın, korku ve çaresizlik içinde göz yaşı döktüğü ,mermer sunağın yanında bekleyen acımasız ve vahşi görünümlü dört muhafız’ın bile gözlerinde yaş var…Onlar da anlam veremiyorlar , tanrıların bu doymak bilmeyen kan merakına, insanlara olan kin ve öfkelerine. Hemen her şeye kızıyorlardı üstelik. Böyle olunca da; bazen yeri sallıyorlar bazen göğü boşaltıyorlar bazen de,kıtlık,hastalık ve açlık yoluyla uyarı üzerine uyarı gönderiyorlardı. Fakat iş masumların kurban edilmesine gelince hiç sesleri çıkmıyor üstelik hoşnut oluyorlardı. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Bu kurban meselesi asla tanrıların işi olamazdı. Olsa olsa, insanlara umut verip oyalamak isteyen böylece konumlarını korumak isteyen rahiplerin uydurmasıydı. Hemen vaz geçilmeliydi ama nasıl, işte buna ne bilgileri yeterdi ne de güçleri.
Güneşin bile bakmaya doyamadığı yüz yirmi dört sütunlu muhteşem “Didyma Apollonia”nın geniş avlusunda toplanmış yüzlerce insan, kutsal su havuzu “Naiskos” içinde dua edip arınmakta olan on üç rahibi sevinç çığlıkları atarak izliyor bir an önce ayinin sonuçlandırılıp tanrıların hoşnutluğunun kazanılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Kan akacak ve yağmurlar gelecekti. Ardından da ekinler yeşerecek, kırlar çiçeklenecek, ağaçlar meyvelenecekti.
“Kurban edilen hayvanın sırtına biner, kıldan ince kılıçtan keskince yolu rahatca geçersiniz “söylencesinin ya da esas olan kanın akıtılması deyip milyonlarca hayvanın boğazlanmasını ritütelleştirip kendi pisliklerinin temizlenmesine ,ya da var olan iyiliklerinin çoğalmasına araç yapmanın bunu da değişmez bir buyruk gibi görmenin, geçmişe düşmüş gölgesi gibiydi tüm bu yaşananlar…
Bu sırada rahiplerin arınmaları tamamlanmış, can almak kan dökmek için sunağa yaklaşmışlardı. İşte o an olanlar oldu ve tanrılar, rahiplerin dualarına değil de altın saçlı kızın göz yaşlarına cevap oldular. Gökyüzü karardı aniden, şimşekler çakmaya yıldırımlar akmaya başladı. Hiç kimse kaçamadı ama kimseye de bir şey olmadı önce. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar oldu bitti. Çünkü bu bir gazap değil tapınağın sahibi Apollonia’nın geliş şekliydi sadece. Sonrasında parladı birden gökyüzü ,kavruldu dünya yeniden… ve İlyada’da anlatıldığı gibi;
Indi Olympos’un doruklarından,
köpürmüş, öfkeli.
Omuzlarında yayı, iki ucu kapalı okluğu.
Kımıldandı mı, oklar omzunda
şangırdıyordu,
kızgın tanrı yürüyordu gece gibi.
Yerleşti gemilerin ardına, saldı okunu,
bir vınlama çıktı gümüş yaydan,
korkunc, acı.
Kala kala üç beş günahsızla, altın saçlı kız “Medusa” kalmıştı , tamamen ıssızlığa bürünmüş kocaman tapınakta. Bir de geleceğin aralığından bakıp ,Ambrosia uğruna zaman yolculuğu yapan kişi ,yani ben..Posedion henüz altın saçlı kızı görmemiş ,henüz aşık olmamıştı delicesine. Ve henüz, kıskanç Athena, Medusa’yı saçlarında yılandan örgüler olan bir oragon’a dönüştürmemisti. Yolcu olmasaydım ben de tutulurdum belki bu güzeller güzeline. Ama arkadaş olduk sadece. Birlikte aradık ambrosia’yı tapınağın dehlizlerinde. Sonra bir duvar deliğinde bekleyen üç ayrı renkte üç kocaman arı gördük. Anladık ki Sonsuz Yaşam Peteği’ nin bekçileriydi bu arılar. Her dokunanı yaşamın değil de ölümün sonsuzluğuna gönderebilecek olan. Ha bugün ha yarın deyip uzattım elimi arılar’a.. Her şekilde sonsuzluğa erişecektim nasıl olsa… İlk arıya dokunduğum da acıyı değil ,taşın soğukluğunu hissettim elimde. Arıların bekçi değil ,gizli kapının düğmeleri olduğunu hemen kavramıştım. Sonra teker bastım arılara zil çalar gibi ..Yıllardır açılmayan kapı büyük bir gıcırtıyla aralandı. Gözlerime inanamadım o an, ambrosia gerçekti ve cam bir fanusun içinde pırıl pırıl parlıyordu…Sevincimi paylaşmak için Medusa’ya yöneldiğimde hep açık sandığım gözlerim yavaşça aralandı. Karşımda duran ise, altın saçlı kız değil, avatar gözleri ışıl ışıl parlamakta olan siyahi kadındı. Gülümseyerek hafifce öne eğildi ve “nameste ” diyerek odadan çıktı.. “nameste, nameste !”