DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Sergüzeşti Galata / Sinan Kökdemir

Bir zamanlar, Cenovalı denizciler, Venedikli tacirlerle dolup taşan, tavernalarında lavta çalınıp Rumca şarkılar söylenen, şarabın su gibi aktığı, Giritli, Rodoslu, Odesalı.. Her renkten ve her dilden yosmanın açık saçık kıyafetlerle salındığı, kendisini bile koruyacak durumda olmayan sarhoş Bizanslı askerlerin dolaştığı, Kırımlı Türk leventlerin kuzu yiyip kımız içerken ecnebi ülkesinde harama uçkur çözmenin caiz olup olmadığını tartıştığı, rıhtımında yelkenli gemilerin, kadırgaların demir alıp demir attığı, yamacında muhteşem bir kulenin yükseldiği o dönemlerde de kozmopolit bir yer olan Galata Limanındayım bugün. Denize nazır ve pek yakın, bir balık restoranında..

Kalyonlar, kadırgalar yok artık, ama şehir hatları vapurlarının biri yanaşıp biri ayrılıyor limandan. Gemi düdükleri hiç susmuyor nerdeyse. Bazı vapurlar boğaza doğru süzülürken, bazıları da Kadıköye, Adalara doğru akıp gidiyorlar. Martılar her yerde; sahilde, gemilerin peşinde ve gökyüzünde. İtalyan denizciler, Bizanslı askerler, palabıyıklı Türk leventler, Rodoslu şövalyeler de yok tabi. Ortalık; kotlu, şortlu, tişörtlü, güneş gözlüklü, hasır şapkalı, beysbol kepli, her milletten turist kaynıyor. Japonlar, Almanlar, İngilizler, Ruslar, İspanyollar… Rum ezgileri yerini İngilizce, Fransızca slovlara, lavtalar da yerini piyano keman ve gitar tınılarına bırakmış. Şarap anforalarının yerinde de kasa kasa bira şişeleri var. Şile bezinden dekolte gömlekleri ve duru beyaz etekleriyle yürekleri hoplatan Rus kızları servis yapmıyor artık. Siyah pantolonlu beyaz gömlekli garsonlar koşuşturup duruyorlar. Müşteriler genelde yabancı. Her türlü deniz mahsulü mevcut ama her nedense hep karides dolu tabaklar geliyor masalara. Bir taraftan da koca koca bira bardakları dolup dolup boşalıyor. Benim niyetim midye tava yemek ama fikir değiştiriyorum, madem herkes büyük bir iştahla karidesleri götürüyor bir deneyeyim bari diyorum. Nasıl yeneceğini dahi bilmediğim bu böcek görünümlü deniz canlısından ben de bir tabak sipariş veriyorum. Yanına da büyük bira bardağında buz gibi bir kola. Garsondan nasıl yeneceğini de öğreniyorum. Karidesi kabuğundan ayırınca pembe desenli bembeyaz ilik gibi, kılçıksız bir et çıkıyor ortaya. Aman tanrım! Nasıl bir lezzet, nasıl bir nimet bu böyle? Enfes bir tadı var. İkinci porsiyonu istiyorum. Garson tabağı bırakırken, abi dikkat et, bu tam bir afrodizyak diyor, gerçi malum sokak! da pek yakın diye de espri karışık takılıyor. Ben de anlamamış gibi yaparak Galata Mevlevihanesinin yakın olup olmadığını soruyorum. Şaşırıyor tabii ama isminden bile habersiz. Divan Şairlerinden Hayali Bey’in bir beytinde dile getirdiği gibi “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” İçinde yaşayıp da denizin ne olduğunu bilmeyen balıklar gibiyiz maalesef. İstanbul gibi bir kültür kentine sahip olduğumuz halde, birçok değerimizin farkında bile değiliz. Adım başı tarih, adım başı kültür kokan bu kentte bu anlamda gezilecek, görülecek, havası solunacak o kadar yerimiz o kadar değerimiz var ki saysan sayamaz, gezsen gezemezsin. Sadece bu eserleri görüp bilgi almak bile entellektüel gelişimimizi ne seviyelere getirir bir düşünün! Gençlerin konuştuğu gibi, level üzerine level atlarız valla!..

Eee karnımı doyurup enerji yüklendiğime göre Galata Kulesine doğru tırmanışa geçebilirim. Kaldırımı yüksek yokuşun başındayım.. Ağır ağır çıkarken karmaşık duygular içindeyim. Hayatın ne kadar çok seçenek sunduğunu, tercihlerimizin ve yaptığımız her şeyin de yeni seçenekler ve sonuçlar doğurduğunu, her sonucun da başka başka olguların başlangıcı olduğunu.. falan filan, düşünüyorum işte..

Sözüm ona, garsonun esprisini anlamazdan gelmiştim ama o çoktan günümün nasıl devam edebileceği ile ilgili fikrin tohumunu serpmiş, farkında olmadan şehvet ilmeğimin düğümlerini çözüvermişti. Düğüm çözüldüğünde de gözün döner zaten. O zaman da at gözlüklerini takar, tek bir hedefe kenetleniverirsin. Sonuçlandığında ise pişmanlık denizine yuvarlanır, dalgalarla cebelleşir, sakinleşir sakinleşmez de, başladığın noktaya geri döner yine aynı şeyi ister durursun, ilk defa yapacakmışsın gibi.

Düğüm çözülmüştü bir kere .. Boynumda urgan yüreğimde zincir, sürüklene sürüklene sokağın başına ulaştım. Artık arzulanan şeyin nesnesi pek yakın ve onu elde etmek hiç zor değil… Sapıyorum taş döşeli izbe sokağa.. Dönenlerin gözleri kararmış başları önde. İçerdekilerin gözleri hala kıvılcımlı, o cam senin bu cam senin dolaşıyorlar ordan oraya, hangi çiçeğe konsak hangi çiçeğin yapraklarını yolsak diye. Çiçekler ah o çiçekler.. Parlak neonlar içinde, rengarenkler. Ama zamansız tükenmişler, zamansız solmuşlar, soldurulmuşlar. Hoyratca koklanmışlar, örselenmişler. Boğulacakmışım gibi hissediyorum kendimi, pis bir koku var ortamda, somut olmayan. Sebebi ise ne oradaki çiçekler ne de oradaki böcekler. Pis olan; her türlü adaletsizlik, haksızlık, yolsuzluk, yoksulluk, bilgisizlik kısaca her türlü negatif durum ve reel ahlaksızlık. Burdaki koku, buzdağının görünen bir yansıması sadece.. Nasıl da atlamıştım yangının içine, üstelik amacım serinlemekken. Susuzluğumu gidermek istemiş ama daha bir kurumuştu dilim damağım. Böyle su olmaz olsundu zaten. İçmesen kuruyacaksın, içsen yanacaksın. Öyleyse ne sele kapılıp bakmalı, ne de gözünü karartıp tatmalı. Bir an önce, karanlığın kızgınlığından sıyrılıp aydınlığın serinliğine ulaşmalı. Ruhum nefsime neden hiç direnç gösteremiyor? Neden bu kadar aciz? Sonsuz olan o değil mi? Neden geçici olana boyun eğiyor? Sanırım nefis her kaynaktan kolayca gıdalanırken, ruhu aç bırakıyoruz. Onun da kendi ortamlarını bulması, kendine özgü gıdalarla beslenmesi gerek. Yoksa!.. maazallah, nefsin isteklerine alışıverir de kafese girip özgürlüğünü yitirdiğinin farkına bile varmaz.

Bu yolda ilk adımı atmış, etrafında dönüp durduğum bataklıktan uzaklaşmıştım. Evet üstüm başım çamur içinde kalmıştı ama boğulmamıştım da şükür. Önce kulenin hemen altındaki Arap Camiine gidip sükuna erdikten sonra, geçmişin kutsal haç kulesinin taş merdivenlerindeyim şimdi. Kimbilir kimler adımladı bu basamakları tam yedi asırdır. Hangi düşüncelerle çıkıp hangi ruh haliyle döndüler acaba. Sekizinci katın terasına ulaştığımda doyumsuz bir manzarayla karşılaşıyorum. Her insan ömründe bir kerecik de olsun bu görsel zevki yaşamalı. “Acaba Cenevizli bekçiler, gözlerken çevreyi hiç sıkılmışlar mıdır?” diye bir soru aklıma geliyor ama cevap çok açık.. Kesin sıkılmışlardır. İnsanın mayası bu her şeyden kolayca bıkar, hep daha iyisini daha güzelini arar durur. Çoğu zaman neyi aradığının bile farkında değildir. Artık dergahın yolunu tutmanın vakti geldi. Yine karmaşık duygular içinde, kulenin merdivenlerini bu sefer kolay ve hızlıca inip Mevlevi tekkesine doğru yokuşu tırmanmaya başlıyorum. Zaten pek yakın. Ama yine de koşarcasına gidiyorum. Sanki beni Neylerin “Gel gel ne olursan ol..” nağmeleriyle karşılayacaklar. Sanki kudümler ve bendirler zafer tınılarıyla titretecekler kalbimi. Böyle olmuyor tabiki.. Gerek de yok.. Sükun ve huzur içinde hissediyorum kendimi zaten ama yine de bir halvet odasında bir yer minderinde bir derviş kahvesi yudumlarken, Şeyh Galip rahlesine koyduğu Hüsnü Aşk adlı ölümsüz eserini okusa, aslında Aşk’ ın Hüsn, Hüsnün de Aşk demek olduğunu, vahdette kesret olmayacağını, aslın birlik olduğunu açıklayıverse ve “Haydi durma.. Sen de kalp ülkesine git.. Kimya’nı ara..” deseydi de rotamı çiziverseydi, ne kadar harika olurdu. Tabiiki bunların hiçbiri olmadı. Zaten burası artık bir müze. Fonda tasavvuf musikisi var ama ne neyzenler ne kudümzenler ne de ak tennureleriyle semazenler yok artık. Olsun yine de bir medeniyeti teneffüs ediyor, bir kültürü tanıyor, sükunu tadıyorsun. Çok mutluyum çok..

Yorucu, karmaşık ama bir o kadar da güzel bir gün akşama ermiş, dönüş vakti de gelip çatmıştı. Rıhtıma inip karşıya geçmek için vapura biniyorum. Tatlı bir lodos esiyor.. Ben küpeştede dalgaları seyrederken, iki genç gitar ve akordeonlarıyla bir şarkıya başlıyorlar; “Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında…”.

Ah.. hüsn.. Ah. aşk.. Ah deli gönül.. Ah…ki ne.. Ah. “Gel de kurtul bu ateş denizinden”.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 15 eseri bulunmaktadır.