Çerçi / Sinan Kökdemir
( Sezon finali…)
Haziran sonlarıydı. . . Küçük ama pek şirin bir dağ köyü olan
Hacıhasanlar’a ulaştığımda güneş doğalı henüz iki saat kadar olmuştu. Çeşmenin hemen karşısındaki ıhlamur ağacının
altındaki küçük alana yüklerimi indirdim. Köy halkı çoktan uyanmıştı. Beni görenler birer ikişer gelmeye başladılar.
Tek düze geçen günlerinde bir yabancının
köylerine gelmesi onları pek memnun etmiş görünüyordu. Bu sırada kendine has
şık ve asil görünümüyle Köseali Dayı yanıma geldi. Kısa bir hoş beşten sonra, bir şeyler yiyip, nefeslenmem için beni evine
davet etti. Seve seve kabul ettim tabi. Evin gelini, üzerinde; bal, kaymak, yumurta, su teresi ve köy ekmeği olan bakır kahvaltı
sinisini, pencerenin kenarında boydan
boya uzanan, üzerinde rengarenk minderlerin olduğu sedire bıraktı. Açık pencereden
içeri dolan serin hava tatlı tatlı yüzümüzü okşarken, biz de hem sohbet ettik
hem de yemeğimizi yedik. Üzerine de
mangal kömüründe pişirilmiş köpüklü birer kahve içerek kahvaltımızı
taçlandırdık. Kiraz, ıhlamur ve ahlat ağaçlarının arasında, kırmızı kiremitleriyle
gülümseyen ahşap evlerin oluşturduğu otantik köy manzarasını ve hiç sonu yokmuş
gibi uzanıp giden yemyeşil ormanı seyrederek içtiğim bu kahvenin kırk yıl
hatırı olacağı kesindi. Kahvaltı, kahve ve manzara ömrüme ömür katmıştı sanki. Yol yorgunluğumdan da eser kalmamıştı. Her şey
çok sadeydi, çok doğaldı ama bir o kadar da muhteşemdi. Basitlikteki
mükemmellik bu olsa gerekti. Herşey harika, muhabbet doyumsuzdu ama daha
alınacak çok yol, gidilecek çok köy var, bir an önce sergiyi açıp işe koyulmak
lazım. Bir zengin kalkışı ile doğrulup, müsadesini
rica ettim Köseali Dayı’dan. Teşekkürlerimi sundum. “Davetimi kabul edip soframa oturduğun
için, asıl ben teşekkür ederim.”
dedi Köseali Dayı. Tevazu, misafire hürmet buydu işte. “İşin, gücün hayırlı, bahtın yolun açık olsun” dilekleriyle de
beni uğurladı. Ihlamur ağacının gölgesine sergimi açtım. Eşyaları sepetlerden
çıkarıp özenle dizdim. Kısa sürede bütün
ahali toplandı. Büyük bir merakla
ürünleri inceleyip beğendikleri ve ihtiyaç duydukları şeyleri aldılar. Kısa
sürede, alacağımı almış satacağımı da
satmıştım. Bu arada her gittiğim yerde
yaptığım gibi, çocuklara da hediyeler
verip gönüllerini hoş ettim. Hem kokusunu hem de kutusunu çok sevdiğim bir şişe
çoban kolonyasını da Köseali Dayı’nın evine armağan olarak göndermeyi unutmadım.
Artık, Hacıhasanlar köyündeki işim
bitmiş ayrılma vakti gelmişti. Kalan malları tekrar sepetlere yerleştirip
katırlara yükledim. Amacım bir an önce yaklaşık beş kilometre uzaklıktaki
Alpağut Köyü’ne ulaşmaktı. Çok güzel bir
öğleden öncesi geçirmenin verdiği mutluluk hissiyle köyden ayrılıp yola
koyuldum. Fakat, Avşar mevkiindeki yol sapağına yaklaştığım
sırada aniden şiddetli bir sağanak bastırdı. Yağmur o kadar yoğundu ki yolu
bile görmekte zorluk çekiyordum. Zaten
toprak olan orman yolu, anında vıcık vıcık çamura dönmüş, yol da
kayganlaştığından katırlar yürüyemez hale gelmişti. Bu şartlarda yola devam etmenin imkânı yoktu. Yağmur
dininceye kadar ormana sığınmaya karar verdim. Güç bela hayvanları ağaçların
içine doğru çekip, çam dallarının yoğun olduğu bir yere sığındım. Sık dallar
yağmurun etkisini kısmen azaltmıştı ama bu sefer de, art arda şimşekler çakmaya,
müthiş gümbürtüler eşliğinde yıldırımlar
düşmeye başlamıştı. Ben korkudan ecel terleri dökerken katırlar da her gök
gürültüsünde, ürküyor, huysuzlanarak iplerini kopartmaya
çalışıyorlardı. Titreye titreye, dişlerim birbirine çarpa çarpa bildiğim bütün
duaları okuyor her şimşek çakışında, “Eşhedü…”
çekiyordum. Allahtanki bu durum çok uzun sürmedi. Fakat tepeden tırnağa su
içinde kalmıştım. Karabulutlar dere boyuna doğru uzaklaşırken, güneş yüzünü
gösterdi, ben de hemen yola koyuldum. Su birikintileri ve çamur içinde
ilerlemek hiç kolay olmadı. Kalan yarım saatlik yolu ancak bir saatte alabildim.
Köye vardığımda henüz ikindi vakti bile olmamıştı ama ben bitik haldeydim. Üstüm
başım ıslanmış, ayakkabılarım çamur içinde kalmıştı. Alpağutlu gençler beni o
halde görünce, yükleri indirmeme ve katırları da köy damına bağlamama yardım
ettiler. Üzerleri naylon branda ile
örtülü olduğu için eşyalar ıslanmamıştı ama ben berbat durumdaydım. Köy bekçisi
beni halk evinin misafir odasına buyur etti. Odun sobasını tutuşturdu. Dinlenmem ve kıyafetlerimin kuruması için beni
yalnız bıraktı. Sobanın verdiği hoş sıcaklık ve yorgunluğun etkisiyle hemen
gözlerim kapandı, tatlı bir uykunun
kollarına düştüm. Akşama doğru kapı tokmağının gümbürdeyen sesiyle uyandım. Gelen köy bekçisiydi yanında da muhtar Niyazi Dayı
vardı. Hem nasıl olduğumu öğrenmek istemişler hem de yemek getirmişlerdi. Şükür
gayet iyiydim. İki, üç saatlik uyku beni
kendime getirmeye yetmişti. Kıyafetlerim, bekçinin yıkadığını öğrendiğim
ayakkabılarım da çoktan kurumuştu. Bütün bu hizmet, ilgi ve alaka hiç bir mecburiyet yokken ve
karşılık gözetmeksizin yapılmıştı. İnanılır gibi değil ama gerçek Anadolu
insanı böyleydi işte.. Bütün bu gezmelerim ve yaz tatili süresince yaptığım bu
iş, birazda bu içtenliği, yakınlığı ve sıcaklığı hissetmek bizzat tanık
olmak içindi zaten… Asıl amacım, çocukluk hayalimi gerçekleştirmek olsa da
bütün bu güzellikleri yaşamayı da bekliyordum doğrusu. Bütün zorluklarına
rağmen her şey istediğim gibi gidiyordu. Bakalım daha neler görecek, daha neler
yaşayacaktım… Tarhana çorbası, taze soğan, patlıcanlı patates yemeği, bulgur
pilavı ve ayrandan oluşan yemeğimi yedim ve hep birlikte halk odasına gittik. Yanıma
da her gittiğim yere götürdüğüm kısa saplı bağlamamı aldım.. Akşamları genelde halk ozanı gibi takılıyor
gündüzleri ise ya sergimi açıyor, ya da
iki katırımla birlikte dere tepe demeden yol alıyorum. Yolda yakalandığım
sağanak sırasında yaşadığım korkuları atlatmanın verdiği huzur ve dinlenmiş
olmanın verdiği rahatlıkla keyfim pek yerindeydi şimdi.. Kabul ederlerse halk odasındakilere bir şeyler
çalıp söylemek istiyorum. Herkesle tek
tek selamlaşıp çay faslına geçtik. Biraz
sohbet ve muhabbetten sonra muhtar Niyazi Dayı isteğimi orda bulunanlara
duyurdu. Onların da arayıp da bulamadığı
bir şeydi zaten. Değişik bir akşam yaşamak tabi ki işlerine gelirdi. Bu yüzden
herkes sevinçle kabul etti. Önce sazımla bir İç Anadolu türküsü çalıp söyledim.
Sonra da “Tahir ve Zühre” isimli halk hikayesini anlatmaya başladım. Anlattıkça
coştum, coştukça daha bi güzel anlattım.
Tahir’in Zühre’ye okuduğu şiir ve gazelleri de, sazımla çalıp söyledim. Herkes çıt çıkarmaksızın beni dinliyor, memnuniyetleri de gözlerinden okunuyordu. Hikayeyi
bitirince büyük bir alkış tufanı koptu. Övgüler, iltifatlar havada uçuştu. Hep birlikte güzel
bir akşam geçirmiştik. Köylüler evlere dağılırken ben de halk evinin misafir
odasına geçtim. Bütün bu yaşadıklarım benim için rüya gibi bir şeydi.. Yatağa
uzanıp, gözlerimi kapadığımda bütün bu serüvene atılmama neden olan çocukken
yaşadığım harika akşam üzeri zihnimde canlandı. Hancıların evinin önündeki
küçük meydandaki dut ağacının olduğu yere açmıştı tezgahını Çerçi Dayı. Güneş
batmış hava yeni kararmıştı. Ağacın dallarına bağladığı iki gaz lambasının
aydınlığında, cam tablanın içinde pırıl
pırıl parlayan rengarenk boncuklar, tesbihler, yüzükler, renkli tabak ve bardaklar, teneke kutu içindeki misketer, tığlar, şişler ve yumaklar o kadar güzel görünüyordu ki
tarifi imkansız bir mutluluk hissi uyandırmıştı bende. O görüntü, o an bir tablo gibi kazındı hafızama. En sıkıntılı anlarımda kullandığım mutluluk
kasetlerimden biri olmuştu benim için. Köyden hiç çıkmamış, kasaba yüzü görmemiş, kalaylı melezirden yemek
yiyip, tahta kaşık kullanmakta olan bir
çocuk için, olağanüstü bir görüntüydü bu.
Yeşil takke, beyaz gömlek, siyah şalvar ve yelek giymiş olan orta yaşlı Çerçi
de erişilmez bir masal kahramanıydı sanki. Sonrasında camekanlı dolabın kenarına
istiflenmiş kitapları fark ettim. Hepsi aynıydı, el yazısı puntolarla
“Köroğlu” yazan kitabın kapağında şaha kalkmış atın üstünde elinde
bağlamasıyla bir yiğit şimşek gözleriyle bana bakıyor adeta beni burda bırakma
diyordu. Çerçi, hem kitaptan hem de misketlerden gözümü alamadığımı fark etmiş,
bir de sık sık avcumu açıp kontrol ettiğim on kuruşu görmüş sanırım. “İstediğin
bir şey var mı evladım?” diye sormuştu. “Kitabı almak istiyorum ama
param yeter mi, bilmiyorum.” diye
cevap verdim ve on kuruşumu gösterdim. “Yeter evladım yeter.” diyerek,
on kuruşu alıp bozuk para kesesine koyarken kitabı da bana uzatmıştı. Teneke kutudan da biri sarı diğeri lacivert
iki misket çıkarıp elime tutuşturdu. Misketler de hediyesiydi. Sevinçle eve
koştum. Evde, kitabı incelerken arka
kapağında otuz beş kuruş yazdığını görünce bir kez daha şaşırdım. Meğer çerçi, bana misketleri değil kitabı hediye etmiş. Hemen o an, büyüyünce çerçi olmaya karar verdim. Böylelikle
hem gezecek hem de çocuklara hediyeler verip, kitaplar dağıtacaktım.. İşte bu yaz tatilinde,
tam da bunu yapıyorum. Yani, köy köy dolaşıp çerçilik yapıyorum. Eski çerçiler gibiyim üstelik. Yürüyerek
dağlar aşıyor, yüklerimi katırlarla
taşıyor, halk odalarında kalıyor yer sofralarına oturuyorum. Böylelikle hem
geleneksel Türk kültürünü kaynağında gözlemlemiş hem de çocukluk hayalimi
gerçekleştirmiş oluyorum. Aslında
Edebiyat Fakültesinde araştırma görevlisiyim ben. Halk hikayelerine, halk müziğine ve Türk kültürüne aşık bir
asistan. Tabii ki uzmanlık alanım da Türk Halk Edebiyatı. O yüzden her gittiğim
köyde türkü çığırıp, hikayeler anlatarak
Anadolu aşık geleneğini hatırlatmış ve bizzat tecrübe etmiş oluyorum. Aynı
zamanda, çocuklara oyuncak ve kitap
dağıtarak, köylülere de sembolik ücretlerle tabak, çanak, incik, boncuk, tarak, ayna ve tespihler vererek, bir sezonluk da
olsa, çerçi olma hayalimi gerçekleştirmiş oluyorum. Bu düşüncelerle ve köpek
havlamalarının oluşturduğu gece müziği eşliğinde uykuya daldım. Derin ve
huzurlu bir uykunun sonunda uyanmış hazırlanırken kapı vuruldu. Kahvaltıya davet için geldiklerini tahmin
etmek zor değildi elbet. Anadolu insanı böylesine konuk sever ve böylesine yüce
gönüllüydü işte. Gelen köyün babacan
adamlarından Sadettin Dayı’ydı. Tahmin
ettiğim gibi sabah sofrasına davet etmek için gelmişti. Birlikte köyün
girişindeki evine gittik. Enfes bir
sofra bizi bekliyordu. Evdekilerle selamlaşıp, oğlu gelini ve çakır gözlü iki
torunuyla tanıştık. Neşe içinde
yemeğimizi yiyip çaylarımızı içtik. Sonra ben, şükranlarımı sunup müsaade istedim. Rutinime geri dönerek sergimi açtım. Kitaplar
dağıtıp oyuncaklar hediye ettim. Öğlen namazından sonra da tekrar yola koyuldum.
Şimdi Yörükler köyüne doğru gidiyorum. Ordan
Tekirler’e, Turgutlar’a, Şıhlar’a, Demranlar’a geçeceğim. Son durağım ise Çalca. Orda okul arkadaşım Nejdet bekliyor olacak
beni. Şelalenin yanındaki çayırda piknik yapıp çocukluk günlerimizi yâd
edeceğiz. Belki şelalenin altına girer, göletinde de yüzeriz.. Olur mu olur valla…!