Beş Taş Oyunu / Sevgi Ateş

Bazı kadınlar özeldir. Zihninin derinliği, kalbinin aşkla atışı, gözlerinin ahengi ve ellerinin maharetiyle her işe anlam katan özel kadınlar… Onlar, her alanda örnek alınacak kadınlardır.
O gece saat yirmi dört otuzdu. Yani tam gece yarısı… Ben, kırk bir yaşında, üç çocuklu bir kadındım. Son yarım saatte ne yaptığımı yazmak istedim. Belki okuyunca güleceksiniz. Evet, size komik gelebilir ama kocaman salonun ortasında tek başıma oturup beş taş oynamaya başladım. Aslında sadece biraz rahatlamak istemiştim; ama oyun beni çocukluğuma kadar götürdü.
Tam bir beş taş tutkunuydum. Yolda yürürken gözüm hep yerde olurdu. Parlak, güzel taşları toplar; sonra büyüklüklerine göre gruplara ayırırdım. Annemle ablam temizlik yaparken odanın her köşesinden taşlarım çıkardı. “Bu kadar da fazla artık!” deyip bir kısmını atarlardı. Ben de kurtarabildiklerimi yine bir köşeye saklardım.
Çünkü bizim zamanımızda herkesin ayrı odası yoktu. Beş kardeş bir odayı paylaşırdık. Şimdi kendi ailemde de biz beş kişiyiz: eşim, üç çocuğum ve ben. Bu gece nedense “beş” sayısına takılıp kaldım. Ama gerçekten o dönemlerde beş taş oyununu bilmeyen yoktu. Şimdiki apartman çocukları bu oyunu tanımıyor bile.
Bir gün sahile pikniğe gittiğimizde, çocuklara bu oyunu anlattım. Onlara taşları nasıl topladığımızı, nasıl oynadığımızı gösterdim. Hep birlikte taş topladık. Eve dönünce oyunu oynamayı denedik ama pek başarılı olamadılar. Günler sonra taşlar kayboldu.
Bu gece, kızım Selin’i yatağına yatırırken elinde taşları görünce yanaklarını okşayıp sordum:
— Selinciğim, taşları neden sepete koymadın?
— Sen taşları sevdiğin için ben de seveceğim.
Bu söz beni çok duygulandırdı. Elinde taşlarla yatmasının sağlıklı olmadığını anlattım. Taşları alıp salondaki sepete bıraktım. Tam yatağa gidecektim ki, sepetteki taşlar gözüme ilişti. Aldım ve yarım saat beş taş oynadım.
Ama el-göz koordinasyonumu kaybetmişim. Eskisi gibi oynayamıyordum. Sonra alıştım ama içimden yazmak geldi, kaleme sarıldım.
Çocukluğuma dair pek çok anı canlandı gözümde. O günlerde yere diz çöküp ya da bağdaş kurup otururduk. Beş taşı hafifçe önümüze atar, içlerinden birini seçip havaya atardık. Bu sırada yerdeki taşlardan birini hızlıca alıp havadaki taşı yakalardık. Önce tek tek, sonra ikişer, üçer ve dördünü aynı anda avucumuzda tutmaya çalışırdık. Son aşamada beş taşı elimizin üzerine atar, elimizde tutabildiğimiz kadar taşla puan alırdık. Oyun böyle devam ederdi.
Bu oyun bana insan ilişkilerini düşündürdü. Elimizde tuttuğumuz taş, anne olabilir. Diğer dört taş da ailenin fertleri… Anne bazen biriyle, bazen ikisiyle ilgilenir. Bazen tüm aileyi aynı anda avucunda tutmaya çalışır. Finalde ise elinde kaç taş kaldıysa, o kadar başarı elde etmiş sayılır.
Ben henüz o final aşamasına gelmedim ama bildiğim bir şey var: Aileyi bir arada tutmak gerçekten çok zor. Herkes o tek taşın, yani annenin sevgisine muhtaç.
Kadın, tıpkı güneş gibi, enerjisini içinden almalı. Peki, bunu başarabiliyor muyuz? Samimi bir itirafta bulunayım: Her zaman başaramıyorum. Bazen şartlar beni öyle zorluyor ki bir desteğe ihtiyaç duyuyorum.
Neden hep işin zor tarafı kadına düşer? Erkekler fildişi kulelerinden ne zaman inip aileleriyle ilgilenecekler? Aile kavramını kavrayamayan erkekler, neden genç kızların ve masum çocukların hayatlarını karartıyor?
Evlilikte her kadın bir mücadele veriyor. Dört duvar arasında görünmeyen, bilinmeyen dramlar yaşanıyor. Ve sadece kadınlar savaşıyor bu yuvayı korumak için… En çok da çocuklarını korumak için.
Kadın hakları mı? Onlar da erkeklerin denetiminde. Kadın, “uslu” olursa azıcık kadınlık hakkı tanıyorlar. O kırmızı çizgilerine yaklaşınca birden “taş fırın erkeği” oluveriyorlar.
Beş gizli kural var: Eşine saygılı ol, itaatli ol, sakın itiraz etme, onun gibi düşün, mutluymuş gibi görün. Aksi hâlde yandınız hanımlar!
Bu erkekler, yaz sıcağında ansızın gelen bir arı gibi sizi sokabilir. Ya da kendi fildişi kulelerine çıkıp bir daha inmezler. Ne siz indirebilirsiniz ne de itfaiye yardım eder. Gerçi itfaiye kedileri indirmekte uzman ama sakın güvenmeyin!
Çoğu kadının biten evliliği ne yatakta biter ne de hayatta. Gözleri bağlı bir dolap beygiri gibi dönüp durur. Çocuklar ise tek umuttur. Her şeyin düğümlendiği yerdir. Onlar kendi ayakları üstünde durduğunda, yuvadan uçtuklarında, işte o zaman kalırsın bir başına…
Birçok çiftin artık konuşacak sözü kalmamıştır. Erkek kumandasıyla televizyon karşısında, kadın mutfak ve yatak odası arasında gider gelir.
Hayır! Bu böyle olmamalı! İsyan ediyorum! Bir şeyler değişmeli! Erkeklerin sadece birkaç kuruş getirdiği için zulmetmeye hakkı olmamalı. Ama değişimi başlatmak bile yine kadına kalıyor.
Ne yapmalı? Dışarıdan yardım işe yarar mı? Evimizin kapısı kilitli kaldığında çilingir çağırıyoruz da, yuvamız yıkılmasın diye neden yardım çağırmayalım?
Ama kimden yardım alacağız? Eşin ailesi olmaz, oğullarına toz kondurmazlar. Kadın duygusal davranır, hemen yuvayı yıkmak ister. Çocuklar olmaz, psikolojileri bozulur. İş arkadaşları olmaz, duyulursa prestij sarsılır. Komşular olmaz, her gün yüz yüze geliyoruz. Psikolog derseniz, bir erkeğe bunu teklif bile edemezsiniz.
Belki onun çok güvendiği, sır saklayabilecek ve tarafsız biri olabilir. Var mı sizin böyle biri?
Varsa çok şanslısınız. Yoksa, siz de benim gibi gece yarısı saat yirmi dört otuzda tek başınıza oturup beş taş oynarsınız…