Beş Lira / Esra Şahin
İniltili bir uyanışla, başını sağ yanına çevirerek gözlerini araladı yavrucak. İki gündür kendinde olmadan uyuyan gözleri; birdenbire göz kapaklarının arasına doluveren güneşin kıvılcımlarıyla sızlandı gözbebekleri. Bir çocuk… Bir çocuk için uyumak neden zor olsundu ki; uyanmak neden zor olsundu? Ama zordu, çok zordu… Uyumak ve uyanmak bile, onun söğüt dalı kadarcık omuzlarının kaldıramayacağı kadar ağırdı ne zamandır…
Küçücük bedeninde kocaman ağrılar vardı… Çakıl taşının içine bir yanardağ sığmıştı sanki. Yoruluyor, bir çocuğun bunca yorulmasının imkânsız olduğu kadar yoruluyordu…
Lösemi demişlerdi hastalığının ismine. İlk defa duymuştu bu kelimeyi. Ne ki ilk duymasından sonra hep duymuştu. Kanı hastalanmıştı. Ne tuhaftı bu… İnsanın burnu hastalanırdı, nezle olurdu, soğuk yerlere yalınayak basarsa karnı ağrır, hastalanırdı; yazın sıcağında öyle güneşin altında oynarsa iki saat, tabii ki de her yerleri hastalanırdı. Annesinin başı hastalanıyordu meselâ, azıcık yorulursa, ya da yavrucak bi’ tanecik bardak kırdığında, halıya reçel döktüğünde “Başımmm!” diyordu annesi. Hah işte, o zamanlarda başı hastalanıyordu annesinin. Bunları biliyordu. Ama… Kanı hastalanır mıydı insanın? Hiç işte !..
Doktorlar bilmiyorlardı akıllım… İnsanın kanı hastalanmazdı !.. Besbelli ki başı hastalanmıştı onun da; karnı hastalanmıştı, burnu hastalanmıştı. Şakacıktan öyle söylüyorlardı kesin. Biliyordu şakacıktan söylediklerini. İnandığını zannetsinler de mutlu olsunlar diye belli etmiyordu inanmadığını. Hani bir arkadaşının arkasından “Peh” yaparsın, o gerçekten korkarsa çok komik olur; ama korkmazsa hiç güzel olmaz ya… Gerçekten korktuğunu, yuttuğunu zannetsinler diye ses etmiyordu. Şaka dediğin komik olmalıydı; o da şakacıktan inanmıştı ki, komik olsun…
İki gün ve iki gece, bir sandalyenin üzerinde, bir heykeltraşın hüznü ve umudu tasvir ettiği bir heykel gibi hareketsiz oturan kadın, birdenbire telaşla uyanıverdi; tavşan uykusu kadar hafif ve pürdikkat uykusundan. Yavrusunun gözleri doğmuştu. Azıcık bulutların arkasında kalmıştı dolunay ve görünmüştü işte. Güneş, bir dağın arkasına salınmıştı bir anlık ve görünmüştü işte…
Kadıncağız, kalktı yerinden. Yavrusunun yatağının köşesine oturdu; neredeyse boşlukta kalacak kadar küçücük bir köşesine. Rahatsız ederim diye ödü kopuyordu. Alnındaki teri sildi oğlunun. Terini silmek bahaneydi, alnını okşadı, saçlarını.. Terden sırılsıklam saçları, yağmurda kalmış gül gibi… Yağmur yağsa da güzeldi goncasının alnı, yağmasa da…
– Anne, dedi çocuk.
Elinden geldiği kadar yaramaz bir sesle:
– Kurban olsun, dedi kadın.
“Efendim” demedi, “buyur” demedi, “söyle” diyerek geçiştirmek istemedi. Gönlünün ta derinlerinden, kimsenin bilmediği yerinden “kurban olsun” diye bir cevap geldi… Onun tam da istediğiydi bu, o anda kabul ettiği bir gerçekti: “kurban olsun”…
Şeyyy… Bana kaymaklı bisküvi alır mısın?…
“Kaymaklı bisküvi”… Kremalı yani… Ama hayır; kremalı değil, kaymaklı. Çocuklar bazen nesnelere farklı isimler verirler evet; ama bir çocuğun bir şeye verdiği isim, onun gerçek ismidir. Bir çocuğun “Dü-düt” dediğine, siz “araba” diyorsanız, o sizin hatanız. Her kelimenin en doğrusunu, çocuklar kadar hiç kimse bilemez. İşte bu yüzden “kaymaklı bisküvi”… Çünkü her şeyin kreması olur, çileğin, vişnenin, çikolatanın. Ama bisküvinin içine sürdükleri o şeyi sütten, en azından süt tozundan yapıyorlar. Sütün kreması olmaz, kaymağı olur. Ah büyükler… Bi’ şeyi de bilin !…
“Tamam” anlamında başını salladı kadın. Ne çok sevinmişti oğlunun kendisinden bir isteğinin olmasına. Diğer insanlarla annenin farkıydı bu. Diğer insanlarla annenin farkıydı bu. Diğer insanlardan bir şey istediğinizde, yerine getirseler dahi siz kırılmayın diye kabul ederler. Ama anne farklıdır; siz ondan bir şey istemezseniz, onun gönlü kırılır… Anne rahminde bir çocuğun var oluşu, annenin çocuğuna kendi hücrelerini vermesiyle başlar. Var mı daha ötesi?..
Elindeki Beş Lira’ya baktı kadın. Günlerdir sımsıkı avcunda tuttuğu için iyice buruşmuş ve avcunun teriyle sırılsıklam olmuştu. O Beş Lira, onun umuduydu. Umudunu tutuyordu ellerinde. Çocuğunun gözlerini açıp da, kendisinden bir şey isteyeceğine dair sakladığı umuttu bu… Çantasına dahi koymamış, elinde bulundurmuştu. Umut, çantasında olmazdı insanın, avcunda olurdu…
Hastane odasından çıkarken kadın, arkasından seslendi yavrusu:
“Bi’ de şeftali suyu…”
Koşa koşa kafeteryaya vardı kadın. Sanki o an dünya durmuştu ve tekrar dönmeye başlaması, bir kaymalı bisküviyle, bir şeftali suyunun hemen bulunmasına bağlıydı.
Ve döndü yavrusunun ayakucuna kadın. Bisküvinin paketini açmış, meyve suyunun pipetini içine batırmıştı. Bisküviden bir tane yedi, meyve suyundan bir yudum içti, “Burnu lösemi nezlesi olan çocuk”… Siz sakın, onun kendi kendisine bu teşhisi koyduğunu doktor söylemeyin. Onlar, şakalarına inanıldığını zannetmeye devam etsinler. Ve annesine uzattı bisküviyi ve meyve suyunu. Yatağın başındaki komodinin üzerine bıraktı kadın. Yine yerdi can parçası.
“Anne,” dedi yine çocuk.
“Kokusuna kurban…”
“Kokusuna kurban” ne demek? “Kuzu ılışlamak” nedir bilir misiniz? Köy yerlerinde, annesi ölen kuzunun üzerine, yavrusu ölen bir koyunun kuzusunun postunu giydirirler. Koyuncağız yavrusu zannedip kabul eder kuzuyu. Aslında farkındadır anne koyun, o kuzunun kendi yavrusu olmadığının. Ama yetim bir kuzuya annelik yapar, yavrusunun kokusunun hatırına…
“Rüyamda melekleri gördüm anne. Sana benziyorlardı. Tıpkı senin gibiydiler. Ama ben onların sen olmadıklarını bildim. Çünkü senin kadar güzel değildiler. Benim annem olmak için çok güzel olmak yetmez, en güzel olmak lazım… İyileştiğimi, artık hiçbir şeyimin kalmadığını söylediler. Yaklaşsana biraz, kulağına bi’şey söyleyeceğim.”
Can kulağını, yavrusuna uzattı kadın. Ve çocuk fısıldadı:
“Artık nezle değilim…”
Ve çekti dudaklarını, annesinin kulağından. Başını yastığa koydu.
“Gidelim anne, iyileşmişim ben. Evimize gidelim…”
Dudaklarını ısırdı kadın, dişlerini sıktı, dilini ısırdı. Ağlamasını engellemeye çalıştı bütün gücüyle. Bu, bütün hayatı boyunca hissettiği en zor duyguydu…
“Nezle değilsin biliyorum cennet kuzusu, ama doktor amcan biraz daha,” demeye kalmadan yığılıvermişti oracığa kuzunun narin bedeni… Hevesle çıkmaya çalıştığı yatağın ayakucuna bırakıvermişti kendini…
“Kuzum!” diye inledi hastanenin soğuk ahşap çerçeveli camları. “Kuzum!” sesine koşuverdi hemşire ablalar, doktor amcaları…
Gittikçe soğuyan narin bedenini örselemeden almaya çalıştı doktorlar; feryatlarla inleyen ananın koynundan; kırılmasından korktukları kristal bir mücevher gibi…
Yavaşça yatırdılar sedyeye. Annenin feryatları arasında götürdüler yoğun denilen, ismi bile ürküten, yoğun bakım ünitesine. Bağladılar birtakım aletlere günlerdir kuşa dönen narin bedenini yavrucağın. Çaresizce bir çırpınıştı belki bu lâkin bir canı daha hayata tutundurma gayretiydi, canhıraş helecanlı, ümitsizce…
“Nefes almıyor!” diye çığlık attı başucunda evladını görür gibi bakan hemşire. Ciğeri sökülürcesine bir yavruyu daha toprağa verecek olmanın endişesiyle.
Nefes almıyor!.. durdu kainat, dönmeyi unuttu dünya bir ananın etrafında.
Ağaç yapraklarının dahi kımıldamayı reddetmesi gibi bir sessizlik; rüzgar esmedi kuşlar sustu. Sessizliğin içinde bir acı çığlık duyuldu yalnızca, çaresiz bir feryad:
“Yavrum!”