DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Yorgun Zaman / Nurcan Okur

I

Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar
Hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar
Sende başını alıp gitme ne olur.
Ne olur tut ellerimi ne olur, ne olur
CEM KARACA

Bir yaz günü, günün yorgunluğu ile balkonumdaki koltuğumda oturmuş; gün batımını izliyordum. Elimdeki mis gibi kokan kahvemi yudumlarken etrafıma bakıyordum. Havanın sıcak olmasından dolayı tüm camlarımız açık olduğu için üst kattaki komşudan oyun oynayan çocukların çığlıkları, kahkahaları geliyordu. Anlaşılan gene toplamış mahallenin tüm çocuklarını eve… Evlerden sokaklara dökülseler keşke bizler gibi sokaktan eve akşam olup babalarımız yolda gözükene kadar girmek isteselerdi. Yakan top, ip atlamaca, körebe gibi oyunlar oynasalar. Sokaklar onların, mahalledeki her eve sanki kendi evleri gibi kapıyı çalabilselerdi. Gerçi onlara oynayacak ne alan bıraktık ki… Her yere yüksek yüksek binalar, her yer araçlarla doldu. Onlarda mecbur evlere kapandı. Sokakta çocuk sesi duymak neredeyse imkânsız hale geldi.

Hayallerden yan dairemde oturan Halil amcanın o antika radyosundan gelip giden sesle istemeye istemeye ayrıldım. Ancak bu sefer farklıydı yanık sesiyle sanki türküye eşlik ediyordu. Onun türkü söylediğini daha önce hiç duymamıştım. Biraz da utanarak kulak misafiri olduysam da tam olarak anlayamamıştım. Kuş, pencere, gönül, seni, gönlümü gibi birkaç kelime anlaşılıyordu. Aralarda da sanki ağlıyordu.

Halil amcayı ve onla sohbet etmeyi severdim. Birkaç ay önce apartman girişinde kalp krizi geçirdi. Son anda Ayşe öğretmen, ilk yardım kursunda öğrendiği kalp mesajını uygulamasıyla kurtardık. Biraz endişe, biraz merak biraz da uzun zamandır onunla sohbet etmemiş olmanın pişmanlığı ile karışık özlemle kendimi onun zilini çalarken buldum. Gözlerinde yaşlarla kapıyı açtı. İçeriye buyur etti ama ne diyeceğimi bilemediğim için sessizce onun konuşmasını bekledim. Kısa bir suskunluktan sonra birden konuşmaya başladı.

Gençliğinde köylerinde bir kızı sevmiş. Aylarca için için yanmış ama o zamanlar bir kıza sevdiğini söylemek o kadar kolay değilmiş. Bir çare bulması ona sevdiğini söylemesi gerekliymiş. Her gece onu hayal eder. İlerdeki mutlu yuvasının hayalini kurarmış.  Gene o gecelerden birinde aklına bir fikir gelmiş. Ne zaman sevdiğinin evinin önünden geçse “Yalnız seni söyler seni anardım. Bir tatlı bakışla sar beni inletme gönlümü” dermiş. Ne kadar zaman geçtiğini bilmese de nihayet bir gün içerden naif bir ses duymuş. “İz olsam gölgenle yola çıkardım. Bir tatlı bakışla sar beni inletme gönlümü” demiş. Ona göre bu iki cümle dünyalara bedelmiş. Bir solukla eve gidip durumu ailesine anlatmış. Annesi önce olmaz dese de her gece kurduğu hayallerden bahsedince kızı istemeye gitmişler. Ancak bu sefer de kızın ailesi zorluk çıkarmış. Aslında istedikleri çok değilmiş ama işte o zaman durumları iyi değilmiş. Mecbur kızın ailesinden zaman istemişler.

Hayaline bu kadar yaklaşmışken duramamışlar bir gece bir kez daha sevdiğinin evine gidip onlarla da vedalaştıktan sonra Ankara’ya taşınmış. Her gece kurduğu hayaller daha da bir gerçekçi gelmeye başlamış. Ta ki birkaç hafta sonra gelen mektuba kadar hayal dünyasında yaşamaya devam etmiş. Kızın bir başkasını sevdiğini, türküyü onun söylediğini sandığını öğrenmiş. İstemeye gittiklerinde karşısında onu görünce o an şaşırdığını ama sevdiği oğlan evlenme yaşı geldiğini anlayıp onu istemeye gelsinler diye bir şey demediğini öğrenmiş.

Günlerce isyan etmiş. Bir gün ustası karşısına almış. Sevdiğin kızın onun hiç gözlerinin içine bakıp bakmadığını sormuş. Bakmamıştı. Onunla konuşurken sevdiği hiç heyecanlanmamıştı. Sonra tam tersini onun sevdiği kızın gözlerine bakıp bakmadığını, onun yanında heyecanlanıp heyecanlanmadığını sormuş. Durmuş. Sonunda fark etmiş ki o da sevdiğinin gözlerinin içine hiç bakmamış, yanında hiç heyecanlanmamış. Nasıl olur da hayallerinde her gece onunla yaşarken aslında onu sevemezdi. Kendine inanamıyordu.

Halil amca uzaklara daldı. Kim bilir neler düşünüyordu. Birden Halil amcaya o mektup gelmeyip evlenselerdi neler olabileceğini sordum. Kısa bir sessizlikten sonra kendisini sevmeyen ve sevdiğinden ayırdığı için içten içe ondan nefret eden bir insanla evlenmiş olacaktı. Ancak daha da kötüsü sevdiği kızı sadece hayallerinde sevdiğini ama gerçekte sevip sevmediği belli olmadığı için her gece evlendiği için pişman olacağını belirtti. Sonra durdu. Bazı gerçekler mutluluk vermiyor ama hayalin sahte sıcaklığından daha iyi olduğunu söyledi.

Anlattıklarından çok etkilenmiştim. İzin isteyip evime geçtim. Aklımda son dediği cümle dönüp duruyordu. Hayallerin sahte sıcaklığındansa gerçeğin mutsuzluğunu tercih etmek… Bizlere hep hayallerimizin peşinden koşmamız gerektiği söylenmemiş miydi? Ya o hayallerimizde sahte sıcaklıklarımız ise ve o hayallerimize kavuşunca mutsuz olacaksak…

Evet, elbette hayallerimizin peşinden koşmalıyız. Yoksa evlere kapanan çocuklar gibi kendimizi sınırlandırmış oluruz. Ancak fark etmeden bazı hayallerimizin de sahte sıcaklıklarımız olabileceğini kabul etmeliyiz. Buna da hayalperestlik kapsamına alabiliriz. Halil amcanın elinde hiçbir gerçek yokken hayalinde kurduğu mutlu bir evlilik de bu aslında.

O zaman hayallerimizi gerçeklik üzerine kurarsak gerçekten hayal kurmuş olur muyuz? Bu sefer de kurduklarımıza veya düşündüklerimize hayal demek yerine planlama mı demeliyiz? İster hayal kurmuş olalım ister planlama yapmış olalım kendimizi sahte sıcaklıklardan korumak için aralara gerçeklik katmakta fayda var. İlerde çok zengin olacağım bir hayal ya da bir plan olsun. Her gece zengin olduğunu düşünüp; öyle davranmak bir süre sonra mevcut durumunda gerisine getirir. Şimdi ister hayale ister plana gerçeklik katalım. Elimdeki paradan her ay belli bir miktar ayırıp yatırım yapacağım. Bunun sonucunda ilerde zengin olacağım. Hayallerim için plan ya da planlarım için hayaller kuruyorum.

Halil amca sen ne yaptın bana böyle? Balkonumda oturmuş gün batımı eşliğinde kahvemi içiyordum. Nerden duydun o türküyü? Beni geçmişten aldın geleceğe götürdün.  Nasıl başlıyordu türkü?

“Bir kuş olsam pencerene konardım. Gönül olsam senin için yanardım….” Halil amca bir kuş olup geçmişe gitti. Ben geçmişten geleceğe gittim. Sahi siz bir kuş olup nereye uçmak isterdiniz? Nereye giderseniz gidin size ufak bir hatırlatma kendinizi bazı hayallerin sahte sıcaklığından koruyun.

II

Sevgi ne demekti?…
Sevgi iyilikti, dostluktu…
Sevgi emekti.
Cengiz Aytmatov

Balkonumda oturmuş çayımı yudumluyordum. Güneş sıcaklığını hafif hafif esen rüzgâra bırakmıştı. Karşımdaki parktan çocuk sesleri, kahkahaları geliyordu. Arada da eve gitmek istemeyen çocukların ağlaması, anneleri ile girdiği pazarlıklar duyuluyordu.

Benim dikkatimi ise parkın köşesinde bankta sessizce oturan teyze çekti. Daha öncede görmüştüm. Önceleri torununu getirdi sanmıştım. Baktım ki ayrılırken yanında hiç çocuk yoktu. Diyeceksiniz ki bu ne merak, belki yoruldu da banka dinlenmek için oturdu. Elbette öyle de oturabilir ama teyze her düşen çocukta, her ağlayan çocukta sanki o da ağlıyordu, her gülen çocukta gülümsüyordu. Merakıma yenik düştüm. Termosumu iki de bardağımı aldığım gibi yanına indim. Ufak bir merhabalaşmadan sonra çay ikram etti. Bir bardak çayın açamayacağı sohbet kapısı yoktur sanırım.

Bir yudumdan sonra derin bir iç çekti. Meraklı gözlerle bakınca önce tebessüm etti. “Geçen gün balkondan bana bakan sendin değil mi?” dedi. Şaşırdım, biraz utandım. O tüm naifliği ile rahatsız olmadığını söyleyince nasıl bir ohladıysam, gülümsedi. Ben daha önce onun gibi dudakları gülümserken gözleri ağlayacak kadar hüzün yüklü kimseyi görmemiştim. Hiç tanımadığım sadece bir iki kere parkta gördüğüm bu hüzün kokan kadını kırmak bir de ben üzmek istememiştim.

Aniden hikâyesini anlatmaya başlayınca bana düşen sessizliğe büründüm. “Benim hiç çocuğum olmadı. Çocuk hasretimi gidermek için gelip gidiyorum. Buradaki tüm anneler ne kadar şanslılar bir bilseler çocuklarını ağlatmaya kıyamazlardı” dedi. Gerçekten bazen bize verilen güzelliklerin değerini bilmiyoruz. Bazen aldığımız sağlıklı bir nefes, bazen anne diyen bir çocuğumuz, bazen de özgürce yürüyebilmek… Ne zaman elimizden gitmeye başlıyor, işte o anda kıymete biniyor ve arkasından ağlıyoruz. Onun sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.

   Vakti zamanında bir genci seviyormuş. Köy yeri ne yapsın bir şey diyemezmiş. Şimdiki gençler çök şanslıymış. O zamanlar sevdiğini görebileceği tek yer çeşme başıymış. Onu gördüğü anda dünyalar onun olurmuş. Artık içindeki köz yangın yerine dönünce dayanamamış bir arkadaşına anlatmış. Yardım istemiş. Onun küçük erkek kardeşiyle haber göndermeye karar vermişler. Nitekim göndermiş göndermiş ama aldığı cevaba ne sevinebilmiş ne üzülebilmiş. Küçük kızlarla işinin olmadığını büyüsün gelsin o zaman düşüneceğini söylemiş. Ne kadar büyüyecekti, ölçütü neydi? Günler sonra evi süpürürken camdan bir ses duymuş. Önce yanlış duydum sanmış. “Yalnız seni söyler seni anardım. Bir tatlı bakışla sar beni inletme gönlümü” diyen bir erkek… Gönlü pırpır etmeye başlamış. Nihayet sevdiğinin de ona açıldığını sanıp o da “İz olsam gölgenle yola çıkardım. Bir tatlı bakışla sar beni inletme gönlümü” demiş.

Bir gece ansızın birileri görücü gelmiş. Gelmiş gelmiş de gelen kişiyi görünce çok şaşırmış. Beklediği, sevdiği kişi değilmiş. Ailesine ilk başta ben başkasını seviyorum da diyememiş. Annesi ile göz göze gelmişler. Ana yüreği bir şeylerin ters gittiğini anlamış. Babası da düşünelim deyince o gece annesi yanına gelmiş. Gözyaşları içinde o içinde yanan yangını anlatmış, annesi gözyaşları içinde dinlemiş. O da kendi geçmişine dönmüş. Kendi yaşadığı acıları yaşamasını istememiş. O da kocasına kız başkasını seviyor diyemezmiş. Kızının sevdası da yangını da gerçek biraz fazlaca taleplerde bulunmuş. 

Delikanlı ve ailesi bir kez daha gelince taleplerini iletmişler. Delikanlı baktı olmayacak iş bulmaya Ankara’ya gitmeye karar vermiş. Bunu duyunca biraz rahatlamış. Arkadaşının kardeşiyle haber yollamış. Artık kapımız aşınmaya başlandığını bir gün kapıyı çaldığında onu bulamayabileceğini hatırlatmış. Bir gece gene kapıları çalınmış. Bu sefer karşısında sevdiği oğlan elleri ayakları birbirine dolanmış. Yapılan kahveler dağıtılırken babası kızının yüzünün kızardığını, heyecanla atan kalbinin sesini duymuş. Kendi gençliği sevdiği kadını istemeye giderken ki heyecanı gelmiş gözünün önüne… Bir hafta içinde sözü nişanı düğünü oluvermiş.

Bu arada Ankara’ya giden Halil’ı unutmuşlar hepsi. Ona kimin haber verdiğini, haber verilip verilmediğini bile bilmezmiş. Neler yaşamış onun hakkında ne demiş hiç duymamış. Ancak bir daha köyüne gelmemiş. Köyden de kimse ile konuşmamış. Ailesi de bir süre sonra köyden taşınmış. Onları da gören olmamış. Ancak bizim Fadime abla mutluluktan havalara uçuyormuş.

Fadime ablanın düğünü olmuş. Ona göre Halil’ın ahı tutmuş. Hiç mutlu olamamış. İlk tokadını elendiği günün sabahı yemiş. Artık neden, niçin dayak yediğini bilmiyormuş. Unutamadığı ise dokuz aylık hamile iken yediği dayak, kanamasının başlaması, kimsesizlik sonrası baygınlık, gözünü açtığında hastane odası… Karşısında iki göz iki çeşme ağlayan, sinirli bir baba… Sanki suç onunmuş gibi babasının ona bağırması… Sözde pişman duran kocasının, “Ben ona sobanın kovasını kaldırma, gebesin perdeyi asma artık. Ben gelince yaparım.” diyen sesini duymasıyla sinir krizi geçirdim. Sanki o dövmemişti. Sanki o beni kanlar içinde bırakmamıştı. Sanki doğmamış bebeğimin sebebi değildi. Bir süre hastanede ilaç tedavisi görmüş. Bu sırada kocası onu mahkemeye vermiş. “İz olsam gölgenle yola çıkardım. Bir tatlı bakışla sar beni inletme gönlümü” demiş.

Mahkeme günü, kendisinin tabiriyle aldığı ilaçlar nedeniyle ruh gibiymiş. Neyi kabul ettiğini bile hatırlamıyormuş. Çok az bir nafaka ödemeyi kabul ederek kabul ettiğini ama onu da ödemediğini hatırlıyormuş. Bir süre annesinde kalmış. Ancak babasının sürekli onu tüm bu yaşananların suçlusu gibi davranıp, her gün bağırmasana çağırmasına zaten yaralı olan yüreğine daha da ağır gelmiş. Bir gece İstanbul’da okuyan arkadaşının yanına kaçmış. İş bulması biraz zaman alsa da nihayet bulmuş. Her gün arkadaşı okula, o işe gitmiş gelmiş. Birbirlerine destek olmuşlar.

Günler sonra elinde kitaplarla gelmiş arkadaşı. Açıktan ortaokulu ve liseyi bitirmiş, okullar bittikçe daha iyi işlere geçmiş. Arkadaşının da desteği ile iki yıllık işletme bölümünü kazanıp bitirmesiyle bulaşıkçı olarak girdiği işletmede şef olmuş. Ankara’ya da şirketin yeni şubesinde yeni görevine başlayacakmış. Bir daha evlenmemiş. İstanbul’a gelince sağlık kontrolünde aldığı darbelerden dolayı mı, yoksa hastanede sürecinden dolayı mı bilmiyor ama artık çocuk sahibi olamayacağını öğrenince hiç evlenmek istememiş. Çocuk sevgisini gidermek için ara sıra parka ara sırada sevgi evlerine gidermiş. Kiminin saçını, kiminin gülüşünü, kiminin gözlerini kendi çocuğuna benzetirmiş.

Kısa bir sessizlik oldu. Sanırım anlatacakları bitmişti. Ben de yormak istemiyordum ama aklımda birçok sorular dolanıyordu. Çekinerek, “ Peki Halil Bey’e ne oldu ?” dedim.  O da İstanbul’a kaçtıktan sonra köye hiç dönmediğini söyledi. Ancak arkadaşının yıllar sonra evlendiğini duymuş. Geçmişe dönüp Halil ile evlenmeyi isteyip istemediğini dayanamayıp sordum. Bir süre gözlerini kapatıp sustu. “Halil ile evlensem… Evet, o bana vurmazdı. Bana kıyamazdı. Ancak ben ona acı verirdim. Gönlüm başkasına aitti o zamanlar, aşk sandığım bir duygu vardı. O bana ne kadar şefkatli dokunsa da diken gibi batardı. Sonuçta gene mutsuz olurduk. Bir gün onu sever miydim? Bilemem… Hani Selvi Boylu Al Yazmalı da bir replik vardır. Sevginin tanımını yaparlardı. O emek verdikçe sever miydim? Minnet mi duyardım? Bilmiyorum. Belki başka bir zamanda Fadime ile Halil evlenir ve mutlu olurlar.” Dedi.

Akşam olmuştu. Parkta bizden başka kimse kalmamıştı. Vedalaşma zamanı gelmişti ama ayrılmak istemiyordum. Benim apartmanın iki yanındaki binada oturduğunu öğrenince çok sevindim. Ayrıldıktan sonra anlattıklarını düşündüm. Halil amcanın hikâyesi geldi aklıma. Türküsü, yaşanan olayların bir kısmı birbirine ne kadar da benziyordu. Halil amcanın uğruna köyünü terk ettiği, sahte sıcaklık dediği Fadime abla olabilir miydi?

Hayat ne kadar garip… Sen planlar yaparsın ama o sana başka bir yaşam sunar. Belki de asıl önemli olan onun sana sunduğu yaşamda dimdik olmaktır. Belki çok yorar, belki çok kırar, belki de çok ağlatır ama kim bilir belki onun bize sunduğu daha anlamlı sonu daha güzel olacaktır. Kıra döke bizi mutlu ettirecek olgunluğa ulaştıracaktır. Kim bilir?

Bu yazıyı paylaş:

3 thoughts on “Yorgun Zaman / Nurcan Okur

  1. Emeğine yüreğine sağlık Nurcan Hocam ne hoş bir yazı👏👏👏☺️💓🥰

  2. Anadolu insanının her biri ayrı bir hikâye taşır yüreğinde. Bizler, yanlarından geçerken farkında olmasak da, yanımızdan geçip giden nice yitik sevdalar, közlenmiş yaralardır aslında. Ne mutlu fark edebilenlere…
    Tebrik ediyorum kuzucuğum. Daha çok yüreğin sesini, yüreğinden dinlemek umuduyla.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 2 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları